Sezar’ın hakkı Sezar’a. Bence Sümeyye Erdoğan dürüstlüğünden dolayı kocaman bir alkışı hak ediyor. Genç Osman oyununda çıkan ve belli ki hatalı bir biçimde “başörtüsü krizi” olarak adlandırılan olayı ilk duyduğumda, kafayı laiklikle bozmuş çiğ bir ulusalcı tepki diye düşünmüştüm. Sonra S.Erdoğan’ın Facebook’tan yazdığı açık mektuptan anladım ki konunun başörtüsüyle falan ilgisi yokmuş. Oyuncuyu tanımıyorum, oyunu da görmedim, ama bu mektup açık bir şekilde, tam da iddia ettiği şeyin aksini ispatlıyor. Büyük dürüstlük, büyük saflık (olumlu anlamda)! Tebrik ederim. Açacağım…
Tercihinin mağduriyetini zerrece yaşadığını sanmadığım Sümeyye’nin başörtüsü özgürlüğü (ama sadece onun ve onun gibilerinki) beni zerrece ilgilendirmese de, insanların saçına başına karışılması saçmalıktan (ve elbette devletin faşist iktidarını dayatmasından) başka bir şey değil. Simge mi dediniz? Sarkık bıyıklar, bayraklı rozetler ya da ne bileyim, tepeden jöleyle sivriltilmiş saçlar simge değil mi? Simgelerin simgelediği şeyle mücadele etmenin yolunun simgelerle mücadeleden geçtiğini sanıyorsanız size sabah akşam üçer ölçek Alman İdeolojisi öneriyorum.
Sümeyye Erdoğan, Facebook arkadaşım olmadığından oradan tüm yurda ve dış temsilciliklere yazdığı açık mektubuna basından maruz kaldım. Dikkatle okudum, siz de okuyun. Seyirciyle oyuncuların etkileşime girdiği bir açık biçim yapı içinde, belli ki oyunculardan biri bunlarla da iletişmiş. Ne yapmış? “Kaş göz işaretleri.” E yapar, bazı beton yüzlü oyuncular ara sıra bunu unutsa da tiyatro mimik sanatıdır biraz.
Peki, muradı neymiş oyuncunun? “Ağzıyla sakız çiğneme hareketi yapınca durum anlaşıldı. Fakat öyle yapmasa da durum belliydi, çünkü adam aslen sakıza değil, başörtüsüne takmıştı.”
S. Erdoğan, bunu söyledikten sonra, sanki iddiası kanıtlanmış gibi bütün mektubunu oyuncunun başörtüsüne tepki gösterdiği iddiası üzerine kurmuş. İşin ilginci bunca okuyan yazandan biri çıkıp da, “Yahu senin mektubundan da anlaşıldığı üzere, adam haklı ya da haksız senin sakızına takmış. Başörtüsüne taktığını nereden çıkarttın?” diye sormuyor.
Mimesis gibi bir yerde bile tiyatrocuların muktedirlerce linçe tabi tutulması değil “başörtülü oldukları için bir grup seyircinin uğradığı muamele” kınanıyor ki durum gerçekten çok tuhaf. Nereden biliniyor muamelenin başörtüsü yüzünden olduğu? Sadece Sümeyye Erdoğan’ın “niyet okuma”sı bir vaka gibi kabul edilip bunun üzerinden tartışılıyor. Başbakan kızı diye yorumu otomatikman geçerli mi oluyor? Hermenötiğe yeni katkı mı bu?
Oysa soruşturmalar açılmış, oyuncu hedef gösterilmiş, hatta özür dilemeye bile götürüldüğü söyleniyor (utanç nereye saklandıysan çık!) İş güvenliği yok. İfade özgürlüğü yok. Sahnede doğaçlama özgürlüğü yok yahu, daha ne olsun?
Ha bir de oyuncu, sahnede söylenen şarkının “halkın çoğu aç, azı toksa” kısmında toklara örnek olarak “bariz bir şekilde eliyle” onları göstermiş. E, yalan mı? Halkın çoğu aç, azı tok, inanmıyorsanız kendi istatistik kurumlarınızın verilerine bakın. Sümeyye ve arkadaşının yoksul ve aç çoğunluktan olmadığını herhalde kendileri bile kabul eder. Komşularının çoğu açken kendileri tok yatıyorlar, zaten öte dünyada başları belada, bari bu dünyada bunu inkâr etmesinler.
Tiyatro ve kutsallık
Hiçbir şey gibi tiyatro sanatı da kutsal değil. Oyuncusu da değil seyircisi de. Tiyatro tarihinin tartışmasız en klasik dönemi Antik Yunan’dır. Tiyatronun kutsal olduğu o dönemde bile seyirciler binlerce kişilik seyir yerlerinde yemek de yerlerdi sohbet de ederlerdi. Elizabeth Tiyatrosu’nda da tam bir curcuna yaşandığı söylenir. Wagner seyir yerini karanlığa, orkestrayı çukura gömdüğünden ve böylece teatral eylemi karanlığa ve yalnızlığa mahkûm ettiğinden bu yana yok gülme, sakız çiğneme, uyuma, esneme, şöyle giyin böyle otur diye bir yığın saçma sapan “görgü” kuralı getirildi.
Bu kuralların bir kısmının bir mantığı var, başka seyircileri rahatsız etmeme ilkesine dayanıyorlar. Bir kısmı da görgü kurallarının çoğu gibi saçma. Benim de bir oyun sırasında açık unuttuğum telefonum yüzünden sıkı bir ‘teatral fırça’ yemişliğim var, bütün oyuncular toplanıp komik bir hareketle bana doğru yürümüş ve gözlerini telefonumu kapatana kadar üzerime dikmişlerdi. Bence iyi bir doğaçlamaydı. Ama insanı sıkıntıdan patlatan bir oyunu şevkle alkışlamadım diye de kimse bana gücenmesin.
Gerçekçi tiyatro için bir yere kadar (ama sadece bir yere kadar) anlaşılır olan kurallar, aslında tiyatro tarihinin asıl gövdesinde hiçbir zaman genel geçerliliğe sahip olmadı. Tiyatronun en büyük dönemleri, Sofokles’lerin, Shakespeare’lerin çağı seyir yerinin en curcuna çağlarıydı aynı zamanda. Bugün, hele de Brecht’ten sonra, seyirciyi pasif bir suskunluğa gömme isteği olsa olsa anakronik bir düştür.
O düşü hâlâ görenlere seyirci olarak söyleyebileceğimiz şey şu: “İşimizden gücümüzden çıkar oyuna geliriz, bir de sizin için süslenip püslenemeyiz. Zaten hayat çok zor bir de tiyatroda kasılmak istemiyoruz. Bize sahneden laf atabilirsiniz biz de size cevap veririz, gücenmece yok. Aslında sizin tiyatrocu olarak başarınız bizden cevap ve tepki alabilmenizdedir.”
Lâkin, buradan oyuncu-seyirci arasında ilkini üste koyan hiyerarşiyi ters çevireceğimiz anlamı çıkmaz. Oyuncu da sahnede kendi özgürlüğüne sahiptir. Sahnedekilerin kendilerine hürmet göstermesi gerektiğini sananlar da bir başka anakronik düş içindedir. Kumpanyaya hamilik yapan beyler, paşalar, krallar elbette hizmetkârlarından sonsuz hürmet beklerlerdi. Bugün, en azından kâğıt üzerinde, sanatçı kimsenin hizmetkârı değildir.
Bugün seyirci (yahut başbakan kızı) oldum diye böyle bir hürmet bekleyenlere ise oyuncu olarak söyleyebileceğimiz şu: “Burası bizim özgürlük alanımız. Doğru ya da yanlış, istediğimiz şeyi söyleriz. Beğenmezseniz karşı çıkın. Ama babanıza şikâyet edip oyun çıkışında bizi dövdürmeye çalışırsanız, ayıp edersiniz. Tiyatro riskli bir yer, riski göze alıyorsanız gelin, almıyorsanız evinizde oturup dizi izleyin.”
Tiyatronun gömüldüğü karanlıktan ve yalnızlıktan içine sıkıntı basanlar bazen bu seyirciyle iletişim meselesini abartabiliyorlar. Seyircinin gözüne ışık tutan var, üzerine su sıçratan var, kolundan tutup sahneye çeken var. Peter Handke oturdu ‘Seyirciye Sövgü’ diye bir oyun yazdı ki oyunun başından sonuna iki oyuncu seyirciye demediğini bırakmıyor.
Bu türden “saldırgan” tavırların seyircinin statükosunu falan bozacağına inananlardan değilim. Seyirci ya da halk oyuncudan azar işitmediği için değil toplumsal ilişkiler yüzünden bu halde. İki oyunla bu halden çıkacak olsaydı devrim hem çok kolay hem de çok sanatsal bir şey olurdu. Ama sonuçta iletişim içinde risk ve belirsizlik barındırır ve tiyatro bir iletişim olacaksa bu riski göze almak durumundadır; oyuncusu ve seyircisiyle.
Şimdi donuk serim ve sıkıcı kuram bölümü bitti, geldik olaylar dizisinin en heyecanlı yerine.
Bir başörtüsü kaç kuş vurur?
Sümeyye Erdoğan’ın bir cümlesini okuyunca çok güldüm: Sakız çiğnemek “[onun]için çok normal bir şey”miş. Bir insan sakız çiğnemenin kendisi için “normal bir şey” olduğunu neden söyler? Sakız çiğnemek bazı insanlar için” anormal bir şey” mi ki?
Biraz düşününce ve bu çevreye daha yakın insanlarla söyleşince, milletvekili aday listeleri açıklanmadan iki gün önce yapılan bu ‘sakız açılımı’nın pek de masum bir şey olmadığı sonucuna vardım. Bir doğaçlama pasajına başörtüsü tepkisi süsü vererek bütün tiyatro dünyasını seferber eden iktidar, milletvekili adayları arasında, çok sevdiği başörtülü kadınlardan yalnızca ikisine yer vermişti ve, elbette, seçilemeyecekleri sırada.
Anlaşılıyor ki, “Başörtüsüyle tiyatroya bile giremiyoruz, meclise hiç giremeyiz, sizi o yüzden liste dışı bıraktık,” diyerek bir taşla iki kuş vurulmuş:
- Zaten hiçbir zaman samimiyetle alakadar olmadıkları başörtüsü sorununu başlarından savacaklar.
- Bu kuş kırımından haberdar olmayan kitleleri de “mağdur olduk” çığlıklarıyla kendi seçim sandıklarına kazanacaklar.
Osmanlı’da gerçekten oyun çok. Genç Osman’ı da keserler bizi de ayakta uyuturlar! Sen hem adamın ensesine şaplağı yapıştır, hem de “Vay benim vatandaşımın ensesine şaplak yapıştırıldı” diye adamı da arkana alıp kavgaya git. Daha önce de seçim öncesi ‘sanal muhtıra’lar yoluyla AKP’nin oyları fişeklenmemiş miydi?
Senaryo yazarları, dramaturglar, entrika kurucular, komplo bulucular, bu devletten öğrenecek çok şeyiniz var!
Not: Konunun “sanatsal” ve “siyasal” boyutları göz önüne alınarak Haber Fabrikası ve Mimesis Sahne Sanatları Portali için birlikte hazırlanmıştır.
7 yorum
S.Erdogan “zavallinin ta kendisi”
Biliyor musunuz neden?
Hicbir sekilde elestiriye acik olmayan bir insanin cocuk gibi cenesi titreyerek abuk sabuk savunmalarla ve sikayetlerle kendine (kendi deyimiyle,kendi camiasi icinde) aglamamak icin cesaret arayan, ve ne yazdigindan haberi olmayan, olamayacak kadar egitimsiz biri oldugu,izledigi birseyi ancak kendi seviyesinde yorumlayabildigi icin..Birde utanmadan yazilarini herkese desifre edebilecek kadar asabi ve tahammulsuz ustelik..Kime cekmis bilmem..
Ozgur oyunlar ve oyunculara..Serefe:)
Sevgili Barış’a Tolga Tuncer’in Mimesis haber bölümünde yer alan açıklamalarını Editörden bölümüne yazdığım yorum eşliğinde yeniden okumasını tavsiye ediyorum. Tabii bir de içinde yaşadığımız rejimin muteber vatandaş olarak görmediklerine yönelik aşağılayıcı tavrının yarattığı kompleksleri hesaba katmak lazım.
Devletin tiyatrosunun oyuncusu da devletin çarpık zihniyetinden nasibini alıyor elbette.Umarım bu olay vesilesiyle oyuncu-seyirci-iktidar ilişkilerini sorgulayacak bir tartışma başlatabiliriz.
Acilen Devlet Tiyatroları kapatılmalı.Yönetiler tutuklanmalı.Oyuncular sürgüne gönderilmelidir.Kral böyle istemiştir.SAYGILARIMLA…………
aynen. (fırat güllü’ye elbette!)
Fırat Güllü arkadaşın bahsettiği yorumları da hâlâ “Oyuncunun tepkisi başörtüsüneydi” kabulü üzerinde yükseliyor. Oysa yazıda ayrıntılarıyla, bizzat Sümeyye’nin mektubunun durumun böyle olmadığını gösterdiğini söylüyorum.
Soru(n)ları tekrarlayayım: Sümeyye’nin yorumunu neden geçerli yorum olarak kabul ediyorsunuz? Oyuncunun tepkisinin başörtüsüne yönelik olduğunu nereden çıkartıyorsunuz?
Hatırlatayım: Niyet, okunabilir bir şey değildir. Velev ki bu oyuncu azılı başörtü düşmanı olsun (tanımıyorum arkadaşı, sadece hipotetik konuşuyorum), yine de Sümeyye’nin mektubunda oyundaki tepkinin sadece sakıza ve zenginlere olduğunu çıkartabiliriz, başka hiçbir şeye değil. Sakız tepkisi bizdeki kapalı biçim alışkanlıklarından kaynaklanıyor, tartışılabilir, ama oyuncunun bu tepkiyi gösterme hakkı vardır. Zenginlik tepkisi ise bütünüyle meşrudur.
Neden burası önemli? Önemli, çünkü medyanın ve AKP’nin manipülasyonlarının etkili olduğunu gösteriyor, hem de Mimesis gibi bir yerde. Bu kısmı başından beridir tuhaf buldum, hala çok tuhaf buluyorum.Bu manipülasyonların AKP’nin iç gündemine ne şekilde hizmet ettiğini ise yazının son başlığında yorumlamaya çalıştım.
Kanat Devrim’in burada ve yazının HaberFabrikası’ndaki versiyonunun altındaki yorumlarında neye itiraz ettiğini, ne savunduğunu anlayamadım, o yüzden bir şey diyemiyorum.
Kişisel fikrim, Mimesis, Editör’den yazısını tashih etmelidir. Bu şekliyle muktedirin gündemine yedeklenmek gibi çok talihsiz bir işlev görüyor.
Bu arada konu dışı bir gelişme. Mimesis’e husumetinin ne olduğunu bilmediğim ve çok da ilgilenmediğim bir site bu yazıyı tuhaf bir ön açıklamayla yayımlamış. Tuhaf açıklamaları http://tiyatroyun.blogcu.com/lincci-mimesis-teki-baris-yildirim-gercege-yakin-yazdi/10185431 adresinden okunabilir.
O karmaşık üsluptan çıkartabildiğim kadarıyla, benim ‘Shakspeare’ diye yazdığım ismin ‘Shakespeare’ diye düzeltilmesini istiyorlar. Yazının geneline katılıyorlar anladığım kadarıyla ama oraya bozulmuşlar.Hem de özür dileyip düzeltilecekmiş 🙂
Ben aslında en çok ‘Şekspir’ diye yazmasını severim hazretin adını. Genelde ‘Shakespeare’ diye yazarım ama çalıştığım Word nedense ‘Shakspeare’i tercih ettiği için öyle yazdım. Ama konuyu bilenler bilir, Şekspir’in adının tarihten bugüne 20’den fazla yazım şekli vardır. ‘Shakspeare’ bu şekillerden ikinci sık rastlananıdır. http://shakespeareauthorship.com/name1.html adresinde yazım şekillerine göre frekans dağılımı da görülebilir.
Hem pek bilmedikleri hem önemsiz ayrıntı niteliğindeki bir meselede bu kadar kıyamet kopardıklarına göre, pek ciddiye alınacak bir kesim olmamalılar, bu yüzden de Mimesis’teki arkadaşların böyle saçma bir özrü dileme zahmetine gireceklerini sanmam, ama yine de belirteyim dedim.
Oyuncu başörtüsüne mi, yoksa tiyatro salonunda sakız çiğnenmesine dönük önyargıları nedeniyle mi Sümeyye Hanım’ı rahatsız etti (mi)? sorusu bir tür bilmeceye dönüş(türül)ürken, ortada ciddi bir hak mağduriyeti olduğu ya da aksine tiyatroya saygısızlık olduğu varsayımlarının temel alındığı örgütsel bildirilerin havada uçuşmaya başlaması bana politik irrasyonalizmi destekleyen bir eğilim olarak göründü.
Olgusal apaçıklığı hemen inşa etmek çoğu zaman kolay değildir. Basın yayın alanında yazılıp çizilenler ve devlet tiyatrolarının seyirci politikası ya da var etmek istediği seyirci-oyuncu ilişkisi göz önüne alındığında, Sümeyye Hanım’ın seyirci mağduriyeti yaşadığı, ayrımcılığa maruz kaldığı tespit edilebilir.
Bu ciddi bir hak ihlali anlamına mı geliyor? Eğer seyirci polis baskısı altında seyirci olmaya zorlanmıyor, kendisine seçme hakkı veriliyor ve en önemlisi tepkisini dile getirme özgürlüğü tanınıyor ise, ortada ciddi bir hak ihlali olduğu düşüncesini temellendirmenin imkanı kalmaz. Fakat tiyatrocu etiği ve sahnede kendisine geçici olarak verilen iktidar hakkında bol bol tartışma imkanı doğabilir ve eğilimleri netleştirmek adına çeşitli tavırlar alınabilir.
Bu anlamda, Mimesis’te editör tarafından kaleme alınan yazının yaşanan sorunu geçen sene yaşanan “Yala Ama Yutma” vakasıyla aynı kefeye koyuyor anlamı çıkarılabilecek bir karşılaştırmaya gitmesi bana yersiz ve saçma göründü.
Yazının haklı olduğu bir nokta, DEVLET damgasını taşıyan bir tiyatro kurumunun seyirci ayrımcılığı yaptığında, demokrasi ve insan hakları adına da sınıfta kaldığının anlaşılmasıdır. Çünkü toplumun tamamı adına özel güçlerle donatılmış ve daha en baştan ÜST(ün) yapı olduğu iddiasında bir tiyatrodur. Devlet tiyatrolarının seyirciye dönük ayrımcılığı pek çok açıdan ele alınabilir. Dilsel ve etnik ayrımcılık yaptığında, Kürtçe tiyatro yapanların dahi örgütlü bir tavır geliştirmediklerini biliyoruz. Fakat bu defa çarptıkları kaya farklı; bir çeşit seçkinlerin seçkinlere karşı savaşının ortasına düşen bir oyuncunun jesti sözkonusu.
Devletin tiyatrosu doğası gereği halkın tiyatrosu olamaz. Seçkinlerin denetimindeki devletin bu eğilimini, sosyal devlet ilkesi ancak bir yere kadar sınırlayabilir – ki sosyal bir tiyatro politikasını yine devletten beklemek çelişkili ve anlamsızdır. Geçmişte devlet tiyatrolarını bölgelere dağıtma ve toplum tabanına yaklaştırma çabalarının olduğunu biliyoruz. İşin içinde yine tiyatroyu topluma yaymak isteyen Muhsin Ertuğrul vardı. Fakat bu proje hiçbir zaman hayata geçirilemedi.
Nihayetinde taklit edilen Batıdaki ulusal tiyatro politikaları açıkça çökerken, 12 Eylül darbesi, bir yandan neo-liberalizmin sorunsuzca uygulanmasını sağlamaya çalıştı, ama diğer yandan resmi kanallar dışında örgütlenen ve giderek resmi tiyatroları da etkisi altına alan muhalif tiyatroları ezip geçerek, denetim altında tuttuğu resmi tiyatroları ana-akım ve popüler düzeyde neredeyse tek adres olarak kodladı.
Bu şekilde bir anomali yarattı; normalde, ana akım tiyatronun daha fazla büyük sermaye guruplarına bağımlı bir çerçeve edinmesi ve devletin millet adına bu alana doğrudan yatırım yapmayı bırakması gerekiyordu.
AKP kendine göre 12 Eylül’den kalma ve muhtemelen geçici olduğu varsayılan bu anomaliyi düzeltmenin peşinde. En azından çizilen görüntü bu. (Benim görüşüm, halihazırda anomaliyi koruduğu ve tiyatro alanında yaşanan belirsizliği manipüle edip kullandığı yönünde.) Radikal olduğunu iddia eden çeşitli sol kesimlerin de peşine takıldığı “cumhuriyetçi” ya da “laikçi” seçkincilik her ne kadar bu duruma itiraz ediyor görünse de, devletçi varsayımları, daha da kötüsü Eylülist ve faşizan olduğu açık uygulamaları savunma konumuna sürüklenmekten kurtulamıyor. Bu nedenle, örneğin Nedim Saban sol adına halkın partisi imgesine sahip olmasını istediği CHP’nin seçimlere dönük pratik kültür politikasızlığı karşısında umutsuzluğa kapılıyor. Oysa CHP’nin belediyelerdeki pratik kültür politikaları ele alındığında, neo-liberal politikalara itiraz etmediği, bu politikaları kimin (hangi çıkar guruplarının) uyguladığına ve rantı paylaştığına odaklandığı görülecektir.
Sümeyye Hanım’ın uğradığı seyirci mağduriyeti kendi başına ele alındığında, aslında çok sıradan ve devletin tiyatrosunun doğasına uygun bir olay. Bir oyuncu zaten varolan, sistemli, kendisini yeniden ve yeniden üreten bir eğilimi Başbakanın kızına yansıtınca, olay bir skandala dönüşmüş ve yaklaşan seçimler nedeniyle “laikçi-dindar” kutuplaşmasına vesile olmuş. Yoksa Sümeyye Hanım tepkisini dile getirmekten ve ne yapacağını bilemeyen sıradan bir tiyatro seyircisi değil ve öyle olmadığını da gösterdi.
Sakız çiğnemesi de, “laikçilerin” sarıldığı “cumhuriyet hanımefendisi” imgesine aykırı olmakla birlikte, hayal ettikleri ve olmasını istedikleri gibi aşağı, edepsiz ve sonradan görme bir ayaktakımı davranışının değil, muhtemelen Amerikanvari bir seçkinci rahatlığının dışavurumu. Sinema salonlarında bu rahatlığı milletçe yaşıyoruz artık: Bir yandan film seyrederken, sakız çiğnemek ne kelime, yiyoruz ve de içiyoruz.
Tiyatro adına müşteri memnuniyeti / rahatlığı yaratmak ile halkı adam etmek arasındaki çelişkili varsayımların ikincisine sarılan oyuncunun Sümeyye Hanım’ı rahatsız etmesi, devletin tiyatrosunun oluşturduğu seyirci politikasının açığa çıkması ve dillendirilmesi adına çarpıcıdır.
Oyuncunun seyirciye yaklaşımında başörtüsü mü yoksa sakız çiğnemesi mi belirleyici? gibi sorularla seyirci ayrımcılığının yapılmadığını (ya da buna karar verilemeyeceğini) iddia edenler ayrımcılığa karşı çıkmak adına bir tutarsızlığa imza atıyorlar. Yoksa Sümeyye Hanım sakızını diğer seyircileri rahatsız edecek şekilde gürültü çıkararak ve hatta patlatarak mı çiğniyordu? sorularının da yanıtını içerecek bir araştırma mı yapmak lazım? Çünkü öyleyse, oyuncu gayet haklı bir davranış göstermiş ve salondaki genel seyri bozacak bir harekete tepki göstermiş oluyor. Peki durum bu mudur? Netleşmek lazım. Elimizdeki veriler oyuncunun seyirciye yaklaşımını haklı çıkaramıyor.
Barış Yıldırım’ın yorumunda itiraz ettiğim nokta, politik kriterleri neredeyse her şeyin önüne koyması. “AKP’ye yedeklenmeyelim” kaygısı, olgusal belirsizliği kışkırtan ve nasıl bir tavır alınması gerektiğini zora sokan bir yazının doğmasına neden olmuş.
Politik düzeyde yapılabilecek bir tespit ise şu:
Halihazırda AKP demokrasi, insan hakları ya da özgürlük gibi konularda, ana muhalifleri sayesinde en kapsayıcı ve ileri söylemi kuruyor gibi görünüyor ve alternatifsiz olduğunu kolaylıkla iddia edebiliyor. Bu da onu toplumsal sağduyu ve de uzlaşma partisi haline getirerek gerçekten de alternatifsiz kılıyor.
Eğer ortada büyük bir yalan ve kurgu yok ise – zaten devletin tiyatrosuna içkin bir ayrımcılık örneği, ayrımcılığa konu olan kişinin imtiyazı ve gücü nedeniyle nedeniyle skandala dönüştüğünde, fakat buna karşılık ayrımcılık haklı çıkarılmaya çalışıldığında ya da bu konuda bile karar verilmesi mesele haline geldiğinde, AKP bu olay vesilesiyle de “ayrımcılığa itiraz eden parti” hüviyeti edinecek ve mağduriyetle karışık bir sağ duyu söyleminin temsilcisi haline gelecektir.
Bu durumda AKP’nin değirmenine gerçekte kimin suyu taşıdığı tartışmalı hale geliyor.Ben açıkçası, özellikle AKP karşıtlığı biçimini alan ve AKP’yi her şeyin üzerinde gören politika yapma tarzının AKP için bir beslenme kaynağı haline geldiğini düşünenlerdenim.