SahneHal’den Örümcek Kadının Öpücüğü

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet Bozkır

“Yaşamın çok güç olduğu zamanlarda Arjantin varoşlarında büyüdüm. Kadınların küçümsendiği, erkekliğin yüceltildiği, maçoluğun meziyetten sayıldığı, iktidar ve gücün prestij olduğu bir dönemde. Bir erkeğin sahip olabileceği en kötü özelliğin hassasiyet ve nezaket olduğu bir kültürde. Çocukluğumda hep Amerikan filmlerine ilgi duydum çünkü Arjantin filmleri korkutucu Arjantin gerçekleriyle bezeliydi. Annemle haftada dört kez sinemaya gider, fantezi dolu müzikaller ve romanslarda kaçışı bulurduk. Gerçek filmlerdeki gibi güzel olmalıydı, dışarıdaki gibi güç değil. Ya da gerçeklik denilen şey kötü sınıf bir filmin içinde hapis olmaktı.”

1976 yılında “Örümcek Kadının Öpücüğü” isimli romanı yayınlanan Arjantinli yazar Manuel Puig, sadece çocukluğunu değil, edebiyata, sanata ve hayata dair bakışının temellerini oluşturan değerleri bu cümlelerle anlatıyor.

1976 yılında roman olarak yayınlanışından dokuz yıl sonra, 1985 yılında Brezilya-Amerika ortak yapımı bir film olarak çok daha geniş kitlelerle buluşur “Örümcek Kadının Öpücüğü”. Bağımsız sinema örneği olmasına rağmen Oscar, Bafta, Altın Küre, Cannes Film Festivali dahil olmak üzere pek çok önemli sinema ödülünü alan film romana olan ilgiyi arttırır, “Örümcek Kadının Öpücüğü” yeni baskılar yapıp pek çok dile çevrilir. Yazık ki dünyanın çeşitli yerlerindeki bunca başarıya karşın “Örümcek Kadının Öpücüğü” yazarın ülkesi olan Arjantin’de hiçbir zaman yayınlanamaz.

Ülkemizde filmden bir yıl sonra 1986 yılında Nihal Yeğinobalı’nın çevirisiyle yayınlanan roman bir sansüre uğrar. Çevirmen Nihal Yeğinobalı, vermiş olduğu bir röportajda kitapta anlatılan birkaç satırlık eşcinsel ilişki sahnesini kendisinin sansürlediğini söyler; gerekçe olarak da çok sevdiği yazarın bu kitabının tamamen sansüre uğramasına engel olmak isteğini gösterir. Kitap kısa sürede üç baskı yapar, 1990 yılında başka bir yayınevinden yayınlanır, üstelik bu kez çıkarılan bölümler de kitaba eklenmiştir.

O yılların üzerinden nerdeyse otuz yıl geçmiş olsa da bugün sansür konusunda çok daha kötü durumdayız, hele de getirilen “genel ahlak” kriteri karşısında. Neyse ki bugün ülke tiyatrosuna yön veren ve güç katan alternatif sahneler bağımsızlar ve son derece dik duruyorlar. Bunlardan birisi de Mecidiyeköy’deki SahneHal.

Roman dilimize çevrilmiş baskısının arka kapağında şu özlerle tanıtılmaktadır: “Katı ve adanmış bir devrimci ile politikayla ilgisi yokmuş gibi görünen bir eşcinselin küçük bir hapishane hücresinde karşı karşıya gelmesiyle başlayan ve süren bir oyun. Manuel Puig, bu karşılaşmadan çok insanca ve dokunaklı bir dünya çıkarmayı başardığı gibi pek çok yerleşik kanıyı da sorgulamayı başarıyor. Güç nedir, güçsüzlük nedir, kadınlık ne, erkeklik ne, baskı, boyun eğiş, duygusallık, kaba güç ve daha birçok karşıtlık… İnsan ruhu, insan bilinci bir masa köşesine çarpınca rastlantı sonucu yaralanan bir diz değildir. İnsan, ruhunu, gövdesini, bilincini bilinçle yaralanmaya açık tutarsa çağdaş ve öncü insandır.”

“ Hapsolmuş bir devrimci ile yanlış bedene hapsolmuş kadının bir film ve birbirlerinden başka paylaşacak şeyleri yoktu.”

Marksist gazeteci, devrim suçlusu Valentine ile bir erkek çocuğunu istismar etmekten hükümlü Molina, yetmişli yılların askeri rejimle yönetilen Arjantin’inde aynı hücrede karşı karşıya gelirler. Görünürde aynı hücrede olmaları dışında ortak hiçbir noktaları yoktur, zamanla keşfedecekleri ortaklıklar kendilerini de şaşırtır.

Roman ve filmden dolayı konusu çok iyi bilinse de “Örümcek Kadının Öpücüğü” izleyenlere sürprizler vadediyor.

Bu sürprizlerin kaynağı elbette oyunu yöneten, tasarlayan ve uyarlayan Oğuz Utku Güneş. Pek de kısa sayılamayacak bir süredir oyuncu olarak tiyatroda varlığını sürdüren Oğuz Utku Güneş ismiyle tiyatro seyircileri “Sidikli Kasabası Müzikali” ile iyiden iyiye tanışır oldu. Devlet tiyatrosunun bütün imkânına rağmen örneklerine sık sık rastlayamayacağımız kadar büyük çaplı bir müzikali kurum dışında hazırlayan Oğuz Utku Güneş,  konuşulmaya değer ilk işi bu olmasa da aldığı övgülerin hepsini sonuna kadar hak etti. Aynı zamanda dikkatle takip edilmesi gereken bir yönetmen olduğunun sinyallerini de verdi. Geçtiğimiz yıl Albert Camus’un “Adiller”ini yine SahneHal’de sahneleyen Oğuz Utku Güneş, bu sezon da aynı tiyatroda “Örümcek Kadının Öpücüğü” ile çıktı seyirci karşısında. Üstelik oyunun proje tasarımını, uyarlamasını ve yönetmenliğini yapması yetmezmiş gibi oyuncu olarak da yer aldı ekip içinde.

Çok beğenilen filmlerin sinemada seyirciyi hayal kırıklığına uğratması, televizyon dizisi olarak ekranda yer alan romanların okuyucuya verdiği tadı izleyiciye verememesi alışkın olduğumuz hatta kanıksadığımız bir durum. “Örümcek Kadının Öpücüğü” bunun dişe dokunur istisnalarından birisi. Bunda kuşkusuz ki eserin kıymetinin yanı sıra Oğuz Utku Güneş’in becerisinin katkısı büyük. Oğuz Utku Güneş pek çoklarının düştüğü hataya düşmeyip kitaptaki her satırı sahneye aktarmaya kalkmamış ancak aynı zamanda yazarın anlatmak istediğinden uzaklaşmaması ve eserin özüne zarar vermemesi de takdire değer bir başka yön.

Yönetmen sahneyi birkaç parçaya bölmüş, bu bölümler arasına görünmez keskin çizgiler koymuş. Var olan durumla anlatılan, hayal edilen durumlar birbirinden uzak tutulmuş. Molina ve Valentine’in bulunduğu hücre, cezaevi müdürünün odası ve hem bizim için hem de karakterler için sinema perdesi işlevi gören bölüm. Bu bölümlerden birinde romantik havalar eserken diğer ikisinde hayat tüm gerçekliğiyle gözümüzün önündedir.

Yönetmenin en doğru tercihlerinden birisi play with in a play tekniğiyle Molina’nın anlattığı filmin sahnede canlandırılması olmuş. Sadece anlatıyla kalsa ya da anlatılanlar ekrana yansıtılsa böyle bir etki yaratmak mümkün olmazdı. Filmi canlandıran oyuncuların gerçekçilikten uzak, büyük oyunculuklarla sahnede boy göstermeleri seyircide film izliyormuş izlenimi uyandırıyor.

“ Keşke bir kez öpüşsek, herkes gibi gökyüzünün altında.”

Oyunun ana karakterleri diyebileceğimiz Valentine ve Molina’yı Çağdaş Tekin ve Göktay Tosun canlandırıyor. Çağdaş Tekin inatçı, kararlı, mesafeli,aklı duygularının kat be kat önünde gidiyormuş gibi görünen Valentine’i büyük bir tutarlılık içinde canlandırıyor, karakterdeki kırılmaları seyirciye göstermeden ama hissettirerek inandırıcı kılıyor. Zaman zaman hücreden kopup filme dâhil olduğu anlarda ise saniyeler içinde bir ruh halinden bambaşka bir ruh haline bürünüp yine saniyeler içinde eski haline geri dönüyor. Valentine’in filme dâhil olması iyi bir fikir olduğu kadar oyuncu açısından karakterin tüm inandırıcılığını yitirmesi riskini barındırıyor olması nedeniyle zor da aynı zamanda. Molina rolünde Göktay Tosun bakışları, beden dili, ses tonuyla kalbinizin derinliklerine dokunuyor. Anlattıklarına, masumiyetine öylesine inandım ki tüm dünya birleşse beni Molina’nın kötü bir insan olduğuna, bir çocuğa cinsel tacizde bulunmuş olabileceğine ikna edemez.

Göktay Tosun’un canlandırdığı karaktere dolayısıyla oyunculuğuna ayrı bir paragraf açmam gerekiyor. Molina efemine bir eşcinsel, sahnede gördüğümüz bir trans birey değilse de söyleminden kendini kadın gibi hissettiğini anlıyoruz. Yıllardır gördüğümüz klişeler artık büyük ölçüde ortadan kalktı, son yıllarda tiyatro sahnelerinde cinsel kimliklerinin ötesinde de varlıkları olduğunu gösteren gay ve transeksüel karakterler (ben mi bilmiyorum ama henüz cinsel kimliğinin ötesinde bir şeyler gösteren lezbiyen bir karaktere rastlamadık) gördük. Molina bu kategorilerin hiçbirisine dâhil edilemez. Çünkü Molina ne bir gay ne de bir transeksüel ya da travesti. Bu yönüyle de (efemine hareketleri olması, kadınsı bir görünüme sahip olması)  aslında ciddiye alınmayacak, dalga geçilecek, seyirlik bir şey gibi algılanması çok mümkün hatta birçok kişinin böyle algıladığını üzülerek ve utanarak belirtmeliyim. Göktay Tosun Molina’nın bir tip/tipleme değil, bir karakter olduğunu çok net şekilde ortaya koymuş. İşte tam da bu nedenle benim şimdiye rastlamadığım bir oyunculuk başarısına imza atıyor. Bugünden sonra efemine bir eşcinsel karakter yazacak, oynayacak, yönetecek kimsenin Göktay Tosun’u izlemeden bu işe kalkışmaması lazım.

Molina’nın Valentine’e oyun boyunca anlattığı “Cat People” isimli filmin oyuncuları olarak sahnede Melina Özprodomos, Ayşegül Bahtiyaroğlu ve Oğuz Utku Güneş’i görüyoruz. Her üç oyuncu da rollerinin oyun içerisindeki işlevini kavramış, buna uygun bir yorumla karakterlerini oluşturmuşlar. Gerçeklikten sıyrılıp filme dâhil olma noktasında üç oyuncunun katkısı büyük. Kostüm tasarımıyla Katina Özprodomos ve ışık tasarımıyla Ayşe Ayter bu bölümlerin etkisini arttıran isimler olmuşlar.

Molina ile karşılıklı sahnelerinde kendisini göremesek de sadece sesiyle bile Selçuk Yöntem’in ne kadar usta bir oyuncu olduğunu fark edebiliyoruz.

“Örümcek Kadının Öpücüğü”nü izledikten sonra salondan birçok duyguyla ayrılacaksınız, kiminin tam ne olduğunu bilemeden. Acele etmeyin, Molina’nın da Valentine’in de söyleyecekleri henüz bitmedi, size bir süre daha eşlik edecekler.

Koltuk sayısı az, turne şansı pek yok ama oyunun uzun süre sahnelenmesini diliyorum herkesin bu anlara ortak olabilmesi için. Beğendiğim oyunları genelde tavsiye ederek bitirirdim yazılarımı ama “Örümcek Kadının Öpücüğü” söz konusu olunca ısrarcı olmamak haksızlık olurdu.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet Bozkır

Yanıtla