Sevilay Saral
Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 9. sayısında (2002) yayınlanmıştır.
Aralık 1996’da Cüneyt Yalaz’la birlikte BÜMED bünyesinde bir tiyatro kursu açtık. Haftada bir gün vücut çalışması, fiziksel eylem ve doğaçlama çalışmalarının yer aldığı yaklaşık üç ay sürmesini planladığımız bu kursun bitiminde mütevazı bir gösteri çıkarmayı da düşünüyorduk. Başlangıçta on kişi civarında bir katılım vardı ama çalışmaların henüz yarısındayken yalnızca dört kadın kursiyer kalmıştı. Çıkarmayı planladığımız gösteri için yazılı bir metin bulamayacağımız ortadaydı. Bu durumda bizim bir metin oluşturma zorunluluğumuz doğmuştu. Bir işbölümü yaptık, Cüneyt ağırlıklı olarak sahne çalışmalarının sorumluluğunu alacak, ben de bir kısa oyun yazacaktım.
Boğaziçi Üniversitesi mezunu otuz yaş civarında daha önce çok istemiş ama hiç tiyatro yapmamış kadınlarla çalışacaktım. Yalnızca kadınların oluşturduğu bir tiyatro kadrosuyla kadın gündemini tartışan bir tiyatro yapmak hem bir tercih ama aynı zamanda bir tesadüf olmuştur. Oyunun kurgusu çalışmaya katılan kadınların çalışma arasındaki sohbetlerinden ortaya çıktı. Bu sohbetlerin merkezinde üniversite anıları ve üniversite sonrasına ait deneyimler vardı. Kafamda bir kurgu belirmeye başlamıştı: Lise mezuniyetinden on iki yıl sonra içlerinden birinin evinde bir araya gelen beş arkadaş. Ve bu çok sıradan bir araya gelişin, karşılıklı söylenen yalanlarla, çarpıtmalarla başlayan sohbetlerinin olumlu bir çizgiye evrilip aralarındaki kadın dostluğunun yeniden inşa edilmesi. Böyle bir oyun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamaları kapsamında sahnelenirse ciddi sayıda bir seyirciye ulaşabilirdi. Bu fikrimi kadroya açtığımda herkes çok olumlu buldu.
Şubat ayının ortalarında oyunu çalışmaya başladık. ‘Beş Kadın’ oyununun metni çok kısa bir sürede ortaya çıkmıştı. Yazdığım metni dağıttığım gün oyuncu kadrosuyla bir ön okuma yaptık. Yazarken ağırlıklarını dengelemeye çalıştığım rollerin dağılımını oyuncu kadrosuna bıraktık. Çeşitli öneriler yapmakla birlikte, sonuçta herkes oynamak istediği rolü kendisi seçti. Oyun altı kişilikti, dolayısıyla ben ve bir erkek oyuncuya da gereksinim olduğu için Cüneyt oyuncu kadrosuna dahil olduk. Kadroda seyirci önünde gösteri yapacak olmanın heyecanı başlamıştı. Bu arada haftada bir olan çalışmaların sayısını da arttırmıştık. Gösteri gününe yaklaştığımızda düşük yoğunluklu olsa da dekor, kostüm, aksesuar, ışık ve müzik gibi bir mini-prodüksiyon faaliyeti de başlamıştı.
‘Beş Kadın’ 8 Mart ’97 Kadın Haftası program kitapçığında açıklandığı gün oyun henüz seyirci önüne çıkmaya hazır değildi. Elbette bu durum oldukça deneyimsiz olan oyuncu kadrosunda karamsarlığa neden olmuştu. Ama öte yandan kadronun çalışmalara yaklaşımı da değişmişti. Bütün sorumluluğu çalıştırıcılara yükleyen kurs mantığı çözülmeye başlamıştı. Oyuncular söyledikleri sözler, giyecekleri kostümler, sahne mizansenleri üzerine yorum ve değişiklik yapmaya başladılar: ‘Bence böyle bir kadın bunu bu şekilde değil de, şu şekilde ifade eder’, ‘Ben buradan şuraya geçsem daha rahat olacak’, ‘Siyah giyinmem uygun olmaz herhalde’ vs. gibi tartışmalar çalışmaların akışını belirlemeye başlamış ve belli bir ivme kazandırmıştı. Bu kısa bir süre için de olsa, çok ileri noktalara taşınamasa da sahneleme dramaturjisinin kadroya yaygınlaşması anlamında olumlu bir gelişmeydi. Tüm çalışmalar ve hazırlıklar bittiğinde ortaya yarım saat süren kısa bir kadın oyunu çıkmıştı.
Bir sonraki yıl BÜMED’de tiyatro kursu faaliyetini sürdürmeye karar verdik. Ancak bu kez benim kurs dönemi boyunca çalışmalara düzenli olarak katılmam mümkün görünmüyordu. Bu yüzden işbölümünü Aralık ayında çalışmalar başlamadan önce yaptık. ’98 Mart’ında sona erecek olan üç aylık çalışma döneminde Cüneyt tek başına çalıştırıcılık yapacaktı. Bir önceki seneye bakarak, bu sene de çok geniş bir katılım olmayacağını ve tek çalıştırıcının yeterli olacağını düşünüyorduk. Nitekim öyle de olmuştu, çalışmalara sekiz kişiyle başlandı. Bana gelince, ben de oluşacak olan kadronun durumuna göre kursun bitiminde oynanmak üzere kısa bir oyun yazacaktım.
Çalışmalar başlamıştı, ben katılamıyordum ama Cüneyt’ten düzenli olarak bilgi alıyordum. Kadro tamamen yeni ve tiyatral altyapı anlamında deneyimsiz oyunculardan oluşuyordu. Kısa bir süre içinde kurstan ayrılmalar da başlamıştı. Masabaşına oturduğumda yine Mart ayına denk düşen bu dar kadrolu kısa oyun projesi için kafamda bir tek şey vardı, o da kısa bir kadın oyunu yazmak. Bu kez artık bir zorunluluk değil bir tercihle başlayan kısa oyun yazma faaliyetim bir önceki seneye göre daha uzun bir zamanımı almıştı.
Kadın kahramanlara ait masallara yönelmem, orijinal bir fikir değildi. Yıllar önce bu konuda bir oyun okumuştum ama kurgusunu ve detaylarını hatırlamıyordum. Yazacağım masal kahramanlarını seçmek ve bir kurgu çerçevesinde yazmaya başlamak için bolca masal okumam gerekti. Seyircinin öyküyü takip etmesini rahatlatmak ve tartışılan konuyla yakınlık kurabilmesini kolaylaştırmak için en çok okunmuş olduğunu düşündüğüm dört masal kahramanını seçtim: Kırmızı Şapkalı Kız, Pamuk Prenses, Rapunzel, Kül Kedisi. Bu dört masal da kahramanları ele alışları, yazılışları ve kurguları açısından oldukça muhafazakar, erkek egemen bir söylemle yazılmışlardı. Üstelik bu masalların kısaltılmış versiyonlarında bu yaklaşım daha da klişeleşmiştir. İçine daldığım bu alan, değil bir kısa oyun yazmak, birkaç tane büyük oyun yazmak için bile yeterince malzeme sunuyordu. Bu kez malzemenin çokluğundan kısa bir oyun yazmak zor görünüyordu.
Ben basit bir çerçeve oluşturdum, masal kahramanlarımız sınırlı bir süre için canlanıp bir masal yazarının yanına gelirler. Bir yandan kendi masallarına ait hoşlarına gitmeyen noktaları anlatır, bir yandan da yazara masalda yapılmasını istedikleri değişiklikleri yaptırırlar. Bu masal kahramanlarının oyunda kullandıkları söylem ve taleplerini yazarken, 80’li ve 90’lı yıllarda Türkiye’de varolan kadın hareketinin bazı talep ve sloganlarından doğrudan yararlandım. Örneğin Kırmızı Şapkalı Kız’ın ‘İyi kızlar cennete gider, kötü kızlar her yere’ ve Rapunzel’in ‘Saçını süpürge etme, süpürgene bin ve uç’ replikleri, bir dönemin en popüler feminist sloganlarıdır. Rapunzel’in tüm ırk, ulus ve sınıftan kadınların kendi kaderlerini tayin etme hakkını talep etmesi feminist bir taleptir. Kül Kedisi ise kadınların satılık bir mal gibi görünmesine karşı ülke çapında bir kadın eyleminin başlamasını ister. Oyunda yazılı olduğu haliyle yapılan tartışmalar dönemseldir diyebiliriz. Bugün bu kısa oyunu tekrar sahneye koymak düşünülürse, kadın hareketinin son dört-beş yıl içinde Türkiye gündemiyle birlikte değişen taleplerini, yeni örgütlenme modellerini göz önüne alarak güncelleştirmek gerekir.
Kadın Oyunları Dosyasında yer alan diğer iki oyunun, ‘Uykudan Önce’ ve ‘Düş Dostları’nın yazım ve sahneleme süreci ilk ikisinden farklıdır. Mart 2000’de sahnelenen ‘Uykudan Önce’ oyununda Tiyatro Boğaziçi’nden Ayşan, Ayşe, Zeynep ve ben çalıştık. Bu grubun ortak çalışması esas olarak 1999 yılında organize ettiğimiz vücut çalışmalarıyla başlamıştır. O dönemde grupta BGST- Dans Biriminden Seda da vardı. Henüz herhangi bir proje çerçevesinde sahne çalışmalarına başlamadığımız bu dönemde daha çok kadın tiyatrosu üzerine tartışmalar yürütüyorduk. Yalnızca kadın seyircilere açık bir gösteri hazırlamanın ilk adımları da bu tartışmalarda atılmıştır.
2 Ocak 2000’de, Mart ayında sahnelemeyi hedeflediğimiz oyunun yazım çalışmalarına başladık. Başlangıçta yalnızca bir kurgu önerisi yapılması ve ardından kolektif bir yazım ve sahneleme süreci hedeflenmişti. Kurguyu oluşturma aşamasında kolektif bir çalışma yürümüştü ama yazım sürecinde benim ve Ayşe’nin kalemi çalışmıştı. Kurguyu oluştururken önce bir kimlik ve mekan tasarımı yaptık: kadınların dillerini ve bedenlerini görece özgür kullanabildikleri bir yer ararken, üç kız kardeşin yatak odası fikri benimsendi. Bu kız kardeşlerin toplumsal kimliği kabataslak olarak şöyle tasarlandı: Türkiyeli, şehirli, alt-orta sınıfa dahil genç kadınlar. Daha sonra detayları oluşturduk. Ortaokul öğrencisi küçük kızkardeş, lise mezunu, üniversite sınavını kazanamamış ortanca kardeş, bir üniversitede santral memuresi olarak çalışan abla. Muhafazakar bir aile ortamında yetişmiş olan bu genç kadınların sıradan yaşantısına, farklı yaşam biçimi ve dünya görüşüyle renk ve hareket katan büyük ablanın iş arkadaşı.
Oyunun yapısal olarak iki konu etrafında ilerlemesi çalışmanın henüz başındayken kabul görmüştü. Bir yandan Abla ve arkadaşının izlediği ‘Pretty Woman-Özel Bir Kadın’ filmini kendi özgün yorumlarını da katarak diğer kardeşlere oynaması, diğer yandan filmden bağımsız olarak kendilerine ait bazı özel konuların ve toplumsal sorunların da tartışılması. Elbette ‘Özel Bir Kadın’ filmi rastgele seçilmemiştir. Bu filmde kadınlara ait bir mit olarak kurtarıcı beyaz atlı prens, bir fahişeyi kurtaran zengin işadamı kimliğinde ete kemiğe büründürülmüştür. Ayrıca konuşacakları mevzuları da fazlasıyla çeşitlendirdik. Politik formasyonları zayıf olsa da bu dört kadının gündemlerinde örneğin kadınların ilk regl oluşu, aile ve okul baskısı, aile içi şiddet, cinsel özgürlük sorunu, A. Öcalan’ın yakalanması, Avrupa Birliği süreci, deprem gibi konuların da olmasını kararlaştırdık. Şubat ayına geldiğimizde kurgu netleşmiş, bazı sahneler de yazılmıştı. Sahne çalışmalarıyla birlikte, yazım da hızlanmıştı. Ayşe ve ben yazılacak bölümleri paylaşıyorduk. Bu kadınlar için samimi, sıcak ve sansürsüz bir dil, bir anlamda kadın argosu oluşturma konusu bizi zorlamıştı. Kadın dünyasının kendine ait bir argo kültürü olduğunu biliyorduk ama çeşitlendirmede zorlanıyorduk. Örneğin benim bu oyunda kullandığım argo daha çok, anneannem ve arkadaşlarının tanık olduğum sohbetlerinde kullandıkları argodur.
Sahne üzerinde oluşturmaya çalıştığımız kadın samimiyetini ve zaman zaman sergilediğimiz kadın mahremiyetini yalnızca kadın seyircilerle paylaşma isteğimiz sınırlı da olsa bazı ters tepkiler aldı. İlginç olan ters tepkilerin sadece ‘eşit’ haklar talebiyle ortaya çıkan erkeklerden gelmeyip, kadınlardan da gelmesiydi. Bu meseleyi uzun uzadıya burada ele alma imkanı yok. Şimdilik şu notu düşmekle yetinelim: Kadınların yeraltından çıkıp, ‘erkek kaygısı’ duymaksızın etkinlikte bulunma hakkı vardır ve bulunabilirler.
Mayıs 2000’de Seda ve Gülbahar’ın da katılımıyla, bir dans tiyatrosu projesine yönelmek ve kadın tiyatrosu alanında araştırma başlıkları oluşturmak gibi niyetlerle yeniden vücut çalışmaları organize ettik. Çalışmalar belli bir aşamaya geldiğinde, önümüzde iki seçenek şekillendi: ya çalışma sayısını da arttırarak uzun dönemli bir dans tiyatrosu projesi ve araştırmasına girecektik ya da kısa dönemli bir çalışma yaparak bir kısa kadın oyunu sahneleyecektik. Aynı tarihlerde Tiyatro Boğaziçi’nde girilen Hamlet-eğitim araştırma süreci, tiyatrocu kadınlar açısından bir diğer ağırlıklı başlıkta daha çalışmayı imkansızlaştırıyordu. Bu yüzden ikinci seçenek tercih edildi ve çalışmalara ara verildi.
2001 Mart’ında sahnelenen ‘Düş Dostları’ oyununun çalışma yöntemi bir önceki seneden biraz daha farklı olacaktı çünkü bir araya gelmekte gecikmiştik. Kolektif bir kurgu oluşturmak ya da kolektif bir yazım sürecine girmek için zamanımız yoktu. O dönemde benim kafamda şöyle bir proje vardı: ‘Düş Dostları’ adında sürreel bir kadın örgütü aracılığıyla kadın örgütlenmesindeki zaafları ve zorlukları tartışmak. Bunu evde oturup tek başıma yazmayı düşünmüyordum. İlk çalışmaya elim boş gittim. Her çalışma öncesine bir saatlik bir tartışma toplantısı koymayı ve benim oyunu yazma sürecimin grubun müdahale ve önerilerine açık olmasını önerdim. Bundan sonraki her çalışmaya ortalama bir-iki sayfalık yazılı malzemeyle geliyordum. Grup bu malzemeyi tartışıyor ve daha sonrası için öneriler oluşturuluyordu. Ben de öneri doğrultusunda yazdığım yeni bölümleri bir sonraki çalışmaya getiriyordum. Bu yöntemle başlayan çalışmalar bir ay kadar sürdü. Bu sürenin sonunda oyun da son haliyle ortaya çıkmış oldu. Özetle, ülkesinde yaşanan sorunları fark etmesine rağmen, kendisini duyarsızlaştırmakta direnen ve tek başına yaşayan öğretmen Nazlı’nın “en sonunda” Düş Dostları tarafından örgütlenebilmesi.
Yazdığım dört kadın oyununun en bariz ortak karakteri olumlu, coşku ve katılımı hedefleyen finalleridir. Bu anlamda, oyunların içinde barındırdıkları hatırı sayılır eleştirel malzemeye rağmen, bir yazar olarak kadın dünyasına ve kadın hareketine dönük pozitif bir ayrımcılık yaptığım doğrudur. Ayrıca, bu oyunların 8 Mart etkinlikleri (kutlamaları) çerçevesinde sergilenmeleri dikkat edilmesi gereken önemli bir olgudur. Biz kadınlar, bazen umudu ve coşkuyu fazlasıyla öne çıkarmak istediğimiz günler düzenleriz –8 Mart gibi.