Mehmet Açar
Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 2. sayısında (1989) yayınlanmıştır.
Ülkemizde tiyatro sorunlarının tartışıldığı zeminlerde gündeme pek az giren bir konu var: yönetmen sorunu. Kuşkusuz, bir yıl içinde sahnelenen ne kadar oyun varsa, bir o kadar da yönetmen var ama sorun nicelik sorunu değil çok daha geniş kapsamlı bir anlayış sorunu.
Günümüzün tiyatrosu artık bir yönetmen tiyatrosudur. (Burada sözü edilen tek bir kişi olarak yönetmenin varlığı değil bir sahneye koyma anlayışıdır.) Kuşkusuz, yazar tiyatrosunun varlığı hala güçlü bir biçimde hissedilmektedir, ne var ki tiyatro sanatının merkezinde sahneye koyma anlayışının bulunduğu genel bir kabul görmektedir. Bizde ise, eldeki metnin ve oyun yazarının egemen olduğu bir tiyatro ortamı söz konusu… Türk tiyatrosu denince akıllara hep oyun yazarları geliyor, telif oyunların eksikliği temel bir sorun olarak gösteriliyor ve bu nedenle olsa gerek, sık sık oyun yazma yarışmaları düzenleniyor. Ödenekli tiyatrolar programlarını açıklarken dikkatleri yazarların üstüne topluyorlar. Dramaturglar yazarları ve oyunun genel yapısını belirliyorlar ve bir yönetmen buluyorlar. Yazarı ve eldeki metni temel alan bu anlayış, Batıdaki yönetmen tiyatrosu anlayışını ‘deneysel’ ya da ‘avant-garde’ diye niteliyor. Her türlü tartışmaya açık olan bu terimleri kabul etsek bile, yazar tiyatrosunu klasik, yönetmen tiyatrosunu deneysel olarak nitelemek pek akla yatkın bir değerlendirme olmuyor. Ne yazık ki, yönetmen tiyatrosunu, “deneysel” ve “avant-garde” gibi, akılda uç noktada, marjinal gibi çağrışımlar yaratan dil oyunlarıyla açıklamaya kalkışmak ülkemiz tiyatrosunun genel bakışı içinde kendine bir yer edinebiliyor.
İçinde yaşadığımız ülkede tiyatroya bir edebiyat türü olarak bakılması, yönetmeni ikinci, hatta bazen oyuncudan sonra üçüncü plana itmiştir. Dünya genelinde ise, tiyatro edebiyattan bağımsız, apayrı bir zeminde değerlendirilmektedir. Tiyatrocular Artaud ve Brecht’le hesaplaşmaya girişmiş, ritüelleri, seyirlik yanı ağır basan otantik tiyatro kaynaklarını araştırmış; tiyatro sanatını sınırları çok geniş görsel ve işitsel bir dile kavuşturmuşlardır. Edebiyat ağırlıklı tiyatro düşüncesi ve klasik sahneleme anlayışı artık çok gerilerde kalmıştır.
Bizde, “yönetmenin getirdiği yorum” gibi bir kavram var, bunu genelde herkes biliyor. Bu kavramın yaygın olarak bilinmesi yönetmen tiyatrosu anlayışının ülkemizde de uygulandığı anlamına gelmiyor. Yönetmenin getirdiği yorum metnin edebi nitelikleri çerçevesinde değerlendirildiğinden ve henüz kendine göre bir üslup kuran yönetmenler çoğalmadığından bu kavram pek doğru anlaşılamamakta… Oysa, yönetmenin çalışmasına tiyatro dili açısından bakılmalıdır. Yönetmen ele aldığı metnin görsel ve işitsel imgelerini, diyalog çözümlemesini ve oyunculuk tarzını kendi yorumuna göre belirleyerek, metni yeniden üretir, diğer bir deyişle metni ikinci kez yazar. Böylesi bir tiyatroda izleyici bu “ikinci yazım”ın bilincinde olmalı, gerektiğinde defalarca okuduğu metnin, öznel ya da herhangi bir eleştiri ekolüne göre değerlendirmesini ikinci plana almalıdır. Bir oyun metni edebiyat tarihine mal olmuş bir sanat eseridir, kişi onu defalarca okuyabilir, ayrıntısına girebilir. Bir oyunun kendisi ise bir edebiyat olayı değil, bir tiyatro olayıdır. İşin içinde “ikinci yazım”, farklı bir dil vardır. Bu noktada, “yönetmenin getirdiği yorum”un yanısıra, kullandığı kişisel bir “tiyatro dili” de olmalıdır. Çağdaş tiyatrodaki değişim, bir tiyatro dilinin ve bu dil çerçevesi içinde kendi üsluplarını oluşturan yönetmenlerin varlığının kabullenilmesi ve desteklenmesidir.
Türk tiyatrosu henüz böylesi bir değişimi yaşamamıştır. Ülkemizdeki yönetmenlerin çoğunun birer oyun çıkarma teknisyeni, sınırlı sorumlu ya da sınırlı yorumcu olmaları gerçeği apaçık ortadadır. Sözünü ettiğimiz çağdaş tiyatro anlayışını savunanların önündeki en büyük engel, ülkemizde yönetmenin bu yeni işlevinin pek iyi bilinmemesidir. Ödenekli ve ödeneksiz tiyatroların, dramaturg güdümlü, yazar ve oyuncu ağırlıklı tiyatro anlayışları, yönetmeni, yazarın anlatım dünyasını en sadık biçimde ortaya çıkartmak, bir çeşit trafik memurluğu gibi oyuncuları görünür yerlere yerleştirmek, ortalığı çekip çevirmek zorunda olan teknisyen-amir karışımı bir yere koymaktır. Seyircilerin yönetmenin çalışmasına getirdikleri eleştiri, nedense ağırlıklı olarak oyunun temposuyla ilgilidir. Tempo konusundaki bu aşırı hassasiyet, eleştirmenlerin de katkısıyla, ülkemizde yönetmenin neredeyse bir tempo kontrol amiri gibi görülmesine kadar varmıştır. Kaldı ki tempo oldukça belirsiz ve öznel bir ölçüttür. Szajna’nm Replika’sındaki tempo hangi ölçüte göre düşük olarak nitelenebilir?
Yönetmen tiyatrosunun önündeki bir diğer engel de, daha önce sözünü ettiğimiz edebi ölçüttür. Örneğin, Shakespeare’in herhangi bir oyununa dair yazılmış yapısalcı bir eleştiriyi okuyup çok beğenen biri, yönetmenin çalışmasını o eleştirinin bakış açısından değerlendirmeye kalkar ya da psikolojiyle ilgilenen biri yine bir Shakespeare oyununda yönetmenin diyolog çözümlemesini ve oyuncu yönetimini salt bu çerçeveden değerlendirmeye girişir. Oysa daha önce de söylediğimiz gibi, ortada her şeyden önce bir ikinci yazım vardır. Gerçi bu eleştiri ölçütleri hatalıdır ama bizdeki yönetmenlerin çoğunluğu bu ölçütleri zorlayacak şeyler yapmamaktadırlar çünkü yaratıcı bir tiyatro anlayışları yoktur. Bu anlayışa sahip olanların da işi çok zordur ve her şeyden önce bu eleştiri ölçütlerini sarsmak durumundadırlar. Sorun gerçekten büyüktür çünkü çağımızın yönetmeni bir teknisyen değil, bir sanatçıdır. Tiyatro diliyle kitlelere söyleyecek bir şeyleri olan biridir o. (Söyleyecek bir şeyleri olmayanların yönetmenliğe soyunması ne talihsiz bir girişimdir..!) Onun yapıtlarında bu süreklilik olmalı, kendine özgü temalarını kendi üslubuyla anlatmalı, yalnızca kendine ait imgeleri bulabilmeli, kısaca kendi üslubunu oluşturmalıdır. Ve onun tiyatrosunu izleyen, değerlendiren kişi, bu üslubu, tema, edebi boyut ve oyuncu yönetimi gibi teknik konulardan bağımsız olarak algılamayı kendine ilke edinmelidir. Kuşkusuz, izleyici böylesi bir tiyatro anlayışına kapalı değildir. Ayrıca bu konuda Türkiye’de az şey de yapılmamıştır ama şu anki nokta hiç de iç açıcı değildir. Amatörlerin de her yıl ortaya koyduğu, tiyatroya bu çerçeveden bakan oyunlar da bu ortamda harcanıp gitmekte, eleştirmenler de amatör tiyatroyu yok saydıklarından hak ettikleri ilgiyi görememektedir.
Bu konu ne yazık ki amatörlerin tartışma zeminine de çok canlı bir biçimde daha girmemiştir. Kaldı ki amatörlerin büyük çoğunluğu da bu konuda bazı tehlikeli eğilimlere sahiptir. İlk eğilim, yönetmenin varlığını, hiç bir sanatsal ve ideolojik temeli olmayan bir kolektivizm anlayışına darbe olarak görmektir. Oysa sorun bir kişi sorunu değil, bir anlayış sorunudur. Nasıl bir yönetmen kendi tarzını bulabiliyorsa, bir tiyatrocular grubu da kendi tarzını bulabilir. Örneğin, BÜO’da, geçmiş yıllarda kolektivizm diye yola çıkanların, son tahlilde oyuncu ve yazar ağırlıklı bir tiyatro alanında kaldıkları görülmüştür. Oysa yine aynı BÜO’da, son iki, üç yılda yeni bir grubun belli bir yönetmen olmadan, “sahneye koyma” anlayışını temel alarak bir tarz aradıkları görülmekledir. Geçmiş ustaların sahne dilleriyle bir hesaplaşmaya girişmişler ve ilk meyvelerini yavaş yavaş toplamaya başlamışlardır. Yönetmen ve kolektif çalışma teknisyenlik düzeyinde elbette birbirinin alternatifidir ama sahneye koyma anlayışı ve yaratıcılık açısından bir üslubu yakalayan kişilerin karşısına kolektivizm ile çıkmak, teatral bir bakış açısı değil, sadece tehlikeli bir eğilimdir.
İkinci tehlikeli eğilim ise teorik kargaşadır. Açık biçim, göstermeci biçim, epik, dramatik, modern, absürd, avant-garde ve deneysel gibi sözcüklerin sık sık kullanıldığı terminolojik bir kaostur bu… Yazar tiyatrosu için de geçerli olabilecek terimler, yönetmen tiyatrosu yapmayı hedefleyen toplulukların seyirciye en önemli yanlarıyla sunmalarını engellemektedir. Derinlikten yoksun, şablon düzeyinde kullanıldığı sık sık görülen bu “terminolojik kaos”, berrak bir iletişim için bırakılmalı, sağlam bir teorik çerçeveye oturtulmadan, terimler gelişi güzel kullanılmamalıdır.
Üçüncü tehlikeli eğilim ise, amatörlerin vurguyu oyunun mesajına ve bu mesajın muhalif öz’üne bindirmeleridir. Üslubun, yaratıcılığın olmadığı yerlerde sıkı sıkıya yapışılan bu muhalif öz ve zaman zaman da bu özün standardize edilmeye çalışılan biçimleri, tiyatro dilinin sınırsız yapısına ters düşmektedir. Tüm önemli yöntemler, Stanislavski’den Brecht’e, Grotowski’den Brook’a, amatörlerin hesaplaşmaları gereken yöntemlerdir, bunlardan sadece bir tanesine göre hareket etmek bir tercih meselesidir ama bu ekollere dayanarak, yargılamalara girişmek, özgün yöntemlere, yeni arayışlara sırt çevirmektir.
Amatörlerdeki en ciddi sorun ise özgün sahne çalışmalarına pek rağbet edilmemesidir. Burada, edebi nitelikleri ağır basan oyun yazma çalışmalarını kastetmiyoruz. Metin olarak edebi bir değer taşımayan ama bir oyun senaryosu ya da bir laboratuar çalışması olarak sahne uzamına çıkartılacak çalışmalardan söz ediyoruz.
New York, Londra ve Paris gibi benzeri yerlerde, ticari tiyatroların yanı sıra her gece perdelerini açan yüzlerce yarı amatör topluluğun çoğunun, böylesi oyun-senaryoları sahnelediğini ve çok büyük bir ilgi gördüğünü biliyoruz. Bizde ise, bilindiği gibi amatörlerin edebi ağırlıklı tiyatro anlayışları genelde pek ilgi görmez çünkü hem estetik olarak izleyiciyi doyuramaz hem de yazar tiyatrosunun bu pek de parlak olmayan ürünleri, ticari tiyatrolarla rekabete giremez. İzleyicinin hem estetik bir doyum hem de farklı bir tiyatro anlayışı bulduğu zaman amatör veya yan amatörlere ilgi duyacağı kesindir. Kaldı ki, bizce sorun, kitlelerden çok büyük ilgi görmek veya görmemek değildir, önemli olan belirli bir estetik düzeyi tutturabilmek, ülkedeki genel seviyesizliğe üretimle karşı çıkabilmektir.
Amatörler oyun senaryolarıyla olsun, uyarlama oyunlarla olsun yeni sahneleme üslupları oluşturdukça genel ilgi bir zorunluluk olarak buraya kayacaktır zaten. Küçük bütçeli oyun senaryolarının bu sürece olan katkısı çok büyük olabilir. Bu tip çalışmaların beklenilenin aksine, yazar ve oyuncu ağırlıklı tiyatroya oranla seyirciden çok büyük bir ilgi görebileceği de unutulmamalıdır. Nitekim BÜO’daki son beş altı yıllık deneyimin de gösterdiği gibi, metin olarak hiçbir edebi değeri olmayan, belirli bir hikâye anlatmayan oyun senaryoları ve uyarlamalar azımsanmayacak başarılar kazanmıştır.
Oyunun senaryoları diye adlandırabileceğimiz özgün ürünler, sahneye koymada geniş olanaklar taşıyan klasikleşmiş yazarların metinleriyle birlikte çağımız tiyatro adamlarının çoğunun da paylaştığı gibi geleceğin tiyatrosunun yapıtaşlarını oluşturacaktır. Bir gösteri sanatı olarak, izleyiciyle “aynı zaman ve mekân dilimini paylaşma deneyimi”ni bir üslup haline getirebildiği oranda tiyatro, edebiyattan kurtulacak, sinema ile daha iyi rekabet edebilecek düzeye gelecektir.
Ülkemizde bu konuda sınırlı sayıdaki muhataplarımızdan birisi olan amatör kesim ise, bir oyun ya da bir metin çevresinde değil, farklı bir tiyatro anlayışının çevresinde buluşmalı, bu “aynı zaman ve mekân dilimini paylaşma deneyimi”nin yeni üsluplarını araştırmalıdır.