Ömer F. Kurhan
Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 2. sayısında (1989) yayınlanmıştır.
BÜO’nun bugünkü kuşağının çok yakın geçmişteki BÜO tarihinden devraldığı en önemli miras belki de tiyatro tarihinin en önemli uğrak noktalarına, tam da bu noktalarda eser vermiş tiyatro ustalarına yapılan pratik vurgudur. ‘83-’84’ten itibaren BÜO’daki tiyatro sanatına dair anlayış, ağırlıklı olarak, sahnelemede rejiye geniş olanaklar tanıyan bir çalışma tarzını uygulayan birisi tarafından, Mehmet Açar tarafından belirleyici bir biçimde formüle edilmiştir. Biz tiyatroda klasiklerin önemini, çağdaş tiyatro ustalarının neler yapmak istediklerini ilk Mehmet Açar’dan öğrendik. Türkiye’de tiyatro sanatının gerileme içinde olduğu bir dönemde (Bu gerileme henüz aşılabilmiş değildir, en azından düzey ve yenilik açısından…), Mehmet’in BÜO’da yönetmen olarak yer alması BÜO için büyük bir şanstı. Tiyatro yapma biçiminde ondan ayrıldığımız yerde, onun BÜO içi tiyatro pratiğine getirdiği hem teorik hem sanatsal çeşitliliği unutmadık. Bu noktayı unutanlar kabalıktan ve yüzeysellikten kurtulamadılar. Shakespeare ve Brecht gibi tiyatro ustalarıyla, Kafka düzeyinde bir yazarla tanışmamız, onlar üstüne tartışabilmemiz, sahne üstünde nasıl ele alınabileceklerine dair bir fikir edinmemiz -karşı çıkma ya da benimseme anlamında-, BÜO’nun tiyatro pratiğini zenginleştirdi, bu pratiğin bir takım sanatsal üretimlere -sahne üstü gösterilere- dönüşmesini sağladı. Bizzat sahneleme süreçlerini sorgulamamız, yani tiyatro sanatının kendi iç sorunlarına özerklik tanıyarak yaklaşmamız, seyirci-sahne ilişkisini incelikli bir biçimde tartışabilmemiz BÜO’nun son 5-6 yıllık döneminin bize kazandırdığı son derece önemli özelliklerdir.
Bu dönemin yukarıda belirtilen olumlu yönelimini sürdürdüğünü iddia ediyoruz: BÜO’da klasik tiyatro yapıtlarına programlı bir yaklaşım 1988 yılında, ikinci okul döneminde ortaya kondu. ‘88-’89 döneminde sergilenen Molière’in “Zoraki Hekim”i ve Shakespeare’in “Macbeth”i bu programlı yaklaşımın iki ürünü oldu. Bu zorlu programın uygulanması için, hem okul hem yaz döneminde, sahneyi tiyatro pratiğimizin merkezine kaydıran bir anlayışla çalıştık. Dünya tiyatro tarihindeki tiyatrocu ustaların yazılarını Türkçeye kazandırmak, BÜO ve başka tiyatro gruplarına ait tiyatro yazı ve çevirilerini yayınlamak için Mimesis’i çıkardık. Bütün bu çalışmalar BÜO’daki son 5-6 yıllık tiyatro birikiminin ve tartışmaların ürünüdür.
Tiyatro sanatının kurumlaştığı bir bölgeyi, BÜO’yu işleve kavuşturma yolunda çok rahat adımlar attığımızı kimse düşünmesin. BÜO bazılarının sandığı gibi Hisar’ın tepesinde bir yerde, “dış” etkilerin kolay kolay erişemeyeceği bir yerde değildir. Böyle düşünenlere görme ve algılama biçimlerinden kuşku duymaları gerektiğini söylemekten başka bir şey yapmak mümkün değil. BÜO’da tiyatro sanatı tehdit edilmiştir, hem de ölümcül bir biçimde. Düşünmek gerekiyor: Bildiğimiz kadarıyla ‘70’li yıllarda faaliyet gösteren BÜO’luların hiçbiri bugün tiyatroyla ciddi bir biçimde uğraşmıyor. Türkiye’de ‘80’li yıllardaki teatral gerilemenin bir örneklemesi budur. Bugün Türkiye’de tiyatro yapanların köşe başını tutmuş olanları genellikle ‘60’lı yıllarda yetişen tiyatroculardır. ‘80’li yıllarda tiyatro yapan genç kuşak bir süreklilik çizgisinde değil, kesintiye uğramış bir çizgide yer alıyor. Bir sorun daha: Liselerdeki tiyatro faaliyetleri neredeyse ölü durumdadır. Bugün bazı liselerde tiyatro faaliyeti varsa o da dışarıdan çalıştırıcıların ya da lise öğretmenlerinin egemenliğinde vardır. Eğer liselerde durum genel olarak böyleyse, üniversite tiyatroları, öyleyse BÜO ciddi bir kaynak sorunuyla karşı karşıyadır. Üniversite tiyatrolarının, tiyatroyla önceden uğraşmış öğrencileri kapsayabilme olasılıkları düşük, çünkü böyle öğrenciler yok denecek kadar az sayıda. Bir üniversite tiyatrosunun eğitsel yönüyle başarılı olamadığı sürece, sahne üstü gösterileri dışarıdan çalıştırıcının egemenliği dışında garantileyebilmesi mümkün değildir. Daha başlangıç aşamasında bir üniversite tiyatrosundan teatral bir zenginlik ve çeşitliliği talep etmek anlamsızdır. En azından önümüzdeki dönem için şunu söylemek mantıklı görünüyor: Bir üniversite tiyatrosunda, liselere bağlı kaynak sorununun çözümünün yokluğunda, eğitselliğin ve varoluş kaygılarının ağırlık kazandığı bir çalışma tarzına yönelmek, ve bu yolda tiyatro açısından zengin ve çeşitli bir ortam oluşturmaya çalışmak; deneyselliği tiyatro birikimini dışlayacak biçimde uygulamaktan kaçınmak.
Türkiye’deki tiyatrocuların bir stratejiye ihtiyaçları var. Strateji sözcüğünün altı çizili, çünkü özel sorunlarımızı her zaman özel ve geçici bir yolla çözemeyebiliriz. Tiyatro sanatına dair farklı anlayış ve pratiklerin işlevlerini, hem yaygın hem çeşitli olarak tiyatronun nasıl kurumlaştığını, bu kurumlaşmanın hangi biçimleri aldığını ve başka kurumlarla ilişkisini, ve tüm bunların tiyatro sanatını nasıl belirlediğini tartışmak ve yanıtlamak zorundayız. Bir oyunun provalar aşamasında nasıl biçimlendiğini, oyun kadrosunun iç ilişkilerini, bu oyun kadrosunun nasıl bir hiyerarşi içinde çalıştığını tartışmak ve yanıtlamak zorundayız. Aslında burada önerilen, özel sorunlarımızı günlük algısal sınırlarımızın ötesinde tartışmak ve çözümler önermek, yani bir tiyatro stratejisi oluşturmaktır.
Bir tiyatro stratejisine duyulan gereksinim BÜO özelinde yapılabilecek birtakım değinmeler yoluyla, şematik bir biçimde olsa bile, sanıyoruz bir ölçüde açımlanabilir.
Oyun çıkarma bir bunalım konusu haline geldiğinde, BÜO’nun sınırlarını “aşıp” dışarıdan yardım arama meraklıları zaman zaman oldu. BÜO’da eğitsel bir mekanizmanın işletilmesine dair sorunlara dışarıdan çözüm arayanlar aptal ve sürüngen konumlara düşmekten kurtulamadılar ve çekip gittiler. BÜO dışarıdan çalıştırıcı getirmeyi ilkesel olarak reddetti. “Tiyatroyu kolaycı yollardan değil, zorlu yollardan geçerek öğrenmek ve böylece tiyatrocu olmak mümkündür.” tezi şu anda BÜO’daki temel eğilimdir. Elbette, dışarıdan yardım almak her zaman yanlış değildir. Ama bir tiyatro birimini canlı tutmak için bir türlü dışarıdan yardımdan vazgeçilemiyorsa, örneğin, bir öğrenci grubu kendi içinde rejisiyle, oyunculuğuyla, teknik kadrosuyla üretken bir yapılanmaya giremiyorsa, dışarıdan çalıştırıcı getirme anlayışına kuşkuyla bakmak yetmez, bu anlayışı bütünüyle terk etmek gerekir.
BÜO’da ciddi bir eğitsel mekanizmanın gerekliliği 1985 yılından itibaren vurgulanmaya başlandı. İşlevsel olmayan, bürokratik ve ayakları yere basmayan bir işbölümü en demokratik motiflerle süslenmiş de olsa yıkılıp gitmekten kurtulamadı. Stage Studio ya da Tiyatro Laboratuarı bir ideal olarak her zaman değerini korudu, ama kabul etmek gerekiyor: okuma ve sahne çalışmalarının bütünleşemediği bir biçim içinde, bir Tiyatro Laboratuarı gerçekleşmesi olanaksız bir idealdi. Daha sonraki bir dönemde (‘87- ‘88), eğitsel olması amaçlanan çalışmaların masabaşı gevezeliklerine dönüşmesi, sahnenin bir çalışma alanı olarak sahnedeyken bile terk edilmesi, BÜO’nun tiyatronun sömürüldüğü bir bölge olma tehlikesini doğurdu, geçici bir süre için BÜO tiyatronun akla gelebilecek her türlü sömürüsü için çok uygun bir yer oldu. Bu aşamada Mehmet Açar’ın yönettiği “Kumpanya’mn Belleği” BÜO için tarihsel bir öneme sahip oldu. “Kumpanya’nın Belleği”, dikkatlerin yeniden sahneye yönelmesi için büyük bir fırsat oluşturdu. Bu fırsattan gerçekten yararlanmak isteyenler okuma ve deneysel sahne çalışmalarına ardından da “Zoraki Hekim”i sahnelemeye yöneldiler.
Her tiyatro biriminde masa başı çalışmalarıyla sahne çalışmalarının bütünlüklü hale getirilmesi, yani teorik faaliyetle imgelemsel faaliyetin kaynaştırılması ve birbirleriyle girdikleri ilişkide ortaya çıkan çelişkilerin üretici ve yol açıcı biçimde ele alınması zorunludur.
Türkiye’de sanatsal üretimden hareketle oluşmuş bir tiyatro teorisi yoktur. Türkiye’de tiyatro teorisi egemen biçimiyle ansiklopediktir. Oyun eleştirileri ise daha çok reklam amaçlıdır. Türkiye’de profesyonel tiyatro sanatçılarının teorik üretim açısından birer hiç oldukları düşünülürse durumun vahameti iyice açığa çıkar. Sonuç: Türkiye’deki tiyatronun pragmatik, ampirist yönü resmi bir onaylama mekanizması tarafından desteklenir ve aynı mekanizma yeniden -ve yeniden- üretilir. Böylesi bir yeniden-üretime karşı zorlu bir savaşıma girmeden, Türkiye’deki teorik her çabanın işlevsel ve pratik anlamının yenilikçi ve dönüştürücü bir nitelik kazanması olanaksızdır. Bu savaşımın en başta tiyatrocuların yetiştiği bölgelerde, üniversite tiyatrolarında, bölge ve semt tiyatrolarında, konservatuarlarda tiyatroda dramaturji ve “deneyciliği” değil “deneyselliği” gündeme getirme yoluyla verilmesi gerekiyor. BÜO’da, MİMESİS dergisinin yayınlanması, oyun çalışmalarında teori ve imgelem arasındaki zorlu ilişkinin göze alınması tiyatro teorisi düzlemindeki savaşımda bir takım saldırı olanaklarının gündeme getirilmesinden başka bir şey değildir.
BÜO’lular sık sık reklam filmlerinde oynama, TRT’de bir dizi filmin çekimine “katkıda” bulunma, bir sinema filminde yan bir rolü üstlenme gibi önerilerle karşı karşıya gelir. Bu da tiyatronun bir takım farklı kurumlarla (sinema, reklamcılık, TRT) ilişkisinin sorgulanmasını zorunlunu kılar, soyut olarak değil yalnızca, aynı zamanda çok somut ve pratik olarak. Biz tiyatro adına yapılabilecek çalışmaların her zaman var olduğunu düşündüğümüzden sinema sektöründen, reklamcılık sektöründen ve TRT’den gelen çeşitli iş önerilerini geri çevirmek durumunda kalıyoruz. Başka bir düşüncemiz de şu: Bu tür önerilerin benimsenmesi tiyatro sanatına kesinlikle zarar veriyor. Tiyatronun sinema, reklam, TRT kurumlarıyla 70’li yıllarda başlayan ve ‘80’li yıllarda doruğa tırmanan ilişkisinin ciddi bir biçimde analiz edilmesi zorunlu, ama en azından şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: bu ilişkide kaybeden taraf her zaman tiyatro olmuştur. Tiyatro bölgesi bu kurumlar tarafından bir maden yatağı işlevi görmektedir. Bizzat tiyatrocularda -eğer başarılı olurlarsa- örneğin, sinema oyunculuğu ya da yönetmenliği “mertebesi”ne ulaşmak gibi bazen gizli, bazen açık niyetler belirebilmektedir. Tiyatroda girişkenliğiyle ön plana çıkan pek çok tiyatrocu köşeyi dönme arzularına ket vuramadıkları durumlarda reklama, sanatçı olmak hâlâ bir sorunsa sinemacı olmak için çaba göstermiş ve başarılı da olmuştur.
Bu durum bir yönüyle bizzat sinemanın, reklamcılığın, TRT’nin iç değişimlerinin bir sonucudur. “Goodbye Girl” filmini seyredenler görmüşlerdir: Amerika’da bir tiyatro oyuncusu için olası en büyük fırsatlardan biri sinema sektöründen çalışma önerisi gelmesidir. Türkiye bu süreci kısmi olarak 70’lerde yaşadı. Daha yaygın olarak bu süreç ‘80’lerde yaşanıyor. ‘60’lı yıllarda sinemanın oyuncu ve teknik kadrosu ağırlıklı olarak köyden kente göç sırasında oluşan yeni kent kalabalığından, “halkın bağrından” kopup gelen “az okumuş” ya da yarı-aydın bir topluluktan devşiriliyordu. Bu olgu sinema sektörüne girebilme açısından bir mit işlevi görme niteliğini büyük ölçüde yitirdi (ama arabesk ve türkü piyasasında bu mit yaşanmaya devam ediyor). Kent lümpenlerinden ya da işsizlerden figüran devşirme sinema sektöründe hâlâ sürüp giden bir olgu, bir filmin yapım maliyetini düşürmek için de gerekli ve figüran pazarlayan birçok şirket var. Hiçbir tiyatro oyuncusu bir filmde figüran olmak istemez, o bir filmde “1., ya da 2., ya da … n. dereceden bir rol” oynamayı kabul edebilir ancak. Antonin Artaud, bir yazısında, tiyatronun eklemli dil tarihinin bir yan kolu olarak ele alındığı resmi sanat söylemine kızar ve karşı çıkar. Yaşadığımız şu günlerde tiyatro sanatı başka kurumların bir yan kolu -ya da alt birimi- haline getirilmeye çalışılmaktadır. Kimse konumunu “Biz geçici olarak bu işteyiz…”, “Tiyatro’ya daha sağlam dönebilmek için…”, “Önce para kazanacağım ve sonra tiyatro…”, “Yalnızca denemek istedim, nasılmış görmek istedim…” türünden mazeretlerle açıklamaya kalkmasın, sorun üç-beş kişiyi çoktan aşmış ve kemikleşmeye yüz tutmuş tehlikeli bir durumdan kaynaklanıyor. Tiyatro sanatının hem saygınlık hem düzey açısından gerilediği koşullarda, başka kurumlarla girilecek ilişkilerin tiyatroyu sömürme biçimi içinde işlemeyebileceğinin hiçbir garantisi yoktur. Başka kurumlarla ilişki içinde, tiyatro adına uyanık ve fırsatçı davrandıklarını sananlar nasıl bir ağla kuşatıldıklarını ve ağın nasıl büyük bir güç olduğunu tekrar tekrar düşünmek zorundalar. Tiyatronun günümüzde en sempatik biçimiyle sinemayla ilişki kurabileceğini düşünelim; bu ilişkide bile tiyatro sanatının onuru tehlikededir: ucuz figüranlıktan, yapımcılıkta -sanatta değil- uzmanlaşmaya kadar, bir yığın görüntü çarpıcıdır. Tiyatro farklı sanatlarla ya da farklı kurumlarla girdiği ilişkide öncelikle kendi varlığını korumaya, geliştirmeye özen göstermelidir. Buysa bizzat tiyatrocuların fırsatçı değil ama onurlu davranmalarına bağlıdır. Derinlere kök salmış bir tiyatro için farklı sanatlarla ya da farklı kurumlarla riskli bir ilişkiye girmek korkutucu değildir, çünkü kendi varlığını garanti altına almıştır. Oysa Türkiye’de tiyatro sanatının kurumlaşma anlamında derinlere kök salmış olması henüz verili bir durum değil, bu durumun oluşturulması ve bu yolda inatçı olunması gerekmektedir.
Bir tiyatro stratejisi oluşturma yolunda belirleyici nokta, sonuçta seyirciyle ilişkidir. BÜO’nun kabul etmesi gereken bir nokta var: BÜO “Zoraki Hekim”le başlayan ve “Macbeth”le devam eden bir çalışma programını uygularken seyirci-oyun ilişkisini tehlikeye atmıştır. Bu, “güncel” ve “popüler” sözcükleriyle nitelenen bir oyun sergileme anlayışına karşı çıktığımız anlamına gelmez. Ama klasik tiyatro yapıtlarıyla hesaplaşmadan, onların bizde bıraktığı izi açığa çıkarmadan, onların nasıl olup da çağdaş kalabildikleri sorusunu yanıtlamadan, en önemlisi, uçucu değil ama kalıcı etkileri nasıl üretebileceğimizi araştırmadan yolumuza devam etmek istemedik. Bir laboratuar çalışmasına yönelirken klasiklerden vazgeçemezdik. Bu da bir ölçüde yalnız kalmayı göze almak demektir, yalnızlığı bir dünya görüşü haline getirmeden. Tiyatro pratiğinde kadrolaşmanın tarihiyle seyirciye ulaşmanın tarihi an-ve-an bir ve aynı tarih değildir. Bir laboratuar çalışması seyirciyle yeni bir karşılaşma biçimi üretmeye çalışırken oyuncu grubunu, reji grubunu kurmak ve aceleci bir tavırla geniş seyirci topluluklarına ulaşmayı bir varoluş sorunu haline getirmekten kaçınmak zorundadır.
Seyirciye farklı bir algılama biçimi sunarken, eğer bu algılama biçimi egemen algılama biçimleriyle uyuşmuyorsa, seyirciyi çoğaltma sorununun bilet pazarlama ve tanıtım düzeyinde çözülebileceğini sanmak, tiyatronun toplumsal işlevini abartmak olur. Toplumsal yeniden-üretimin oluşmasına katkıda bulunan egemen algılama biçimleriyle uyuşmayan farklı bir algılama biçimini gündeme getirmek esas olarak sanatın, dolayısıyla tiyatronun işidir. Ama bu algılama biçimini yaymak, yani geniş seyirci topluluklarıyla buluşmak tek başına tiyatro tarafından belirlenebilecek bir süreç değildir. Yine de bir tiyatro topluluğunun seyirciyle buluşmaya dair düşleri olmalıdır. Ve bu düşler, bu topluluğun yapabileceği şeyler olmak zorundadır.
Bir üniversite tiyatrosunda kökten farklı algılama biçimlerini gündeme getirmek söz konusuysa, tutulacak başlıca yollardan biri seyirciyi küçük gruplar halinde provalara organik bir öğe olarak katmaktır. BÜO’nun izleyicilerinin bazen hemen yanı başımızdaki arkadaşımız olduğunu düşünecek olursak, bu uygulamanın mümkün olduğu ortaya çıkar. Aynı olanaklar neredeyse tüm üniversite, bölge ve semt tiyatroları için vardır. Henüz üretim sürecindeyken (ürün henüz ortaya çıkmamışken), seyirci grupları oluşturmak ve onlar aracılığıyla daha denetlenebilir, daha verimli bir oyun-seyirci iletişimi kurmak, bir tiyatro laboratuarı çalışmasına seyircinin etkin ve organik bir öğe olarak girmesini sağlamak tiyatro sanatının gelişimine ve toplumsal anlamının belirginleştirilmesine çok büyük katkılarda bulunacaktır.
Böylesi bir anlayış içinde tiyatro yapmanın ön koşullarından biri genel tanıtım (reklamcılığın bir uzantısı) ve basında eleştirilme (bizzat tiyatro eleştirmenleri tarafından) gibi olanakları fetişleştirmekten kaçınmaktır. Doğru, genel tanıtım olanaklarından yararlanmalıyız, sesimizi basında, TRT’de duyurmanın bir ölçüde yararı da vardır. Ayrıca uzman kişilerin oyunlarımızı eleştirmesine, uyarılar yapmasına, cesaret vermesine de gereksinim duyuyoruz. Ama bir oyunun ya da topluluğun tanıtımında başvurulacak yöntemler titizlikle ele alınmalıdır: karşı çıktığımız, sürekli kadro kaptırdığımız reklamcılık sektörüne bizimde mi katkımız oluyor? Bu ilişkide zararlı çıkan taraf kim? Sormak zorundayız. Evet, uzman kişilerin oyunlarımızı seyretmeleri önemlidir; ama piyasadaki eleştirmenlere güven duymak akıllıca görünmüyor. Oyunlarımıza uzman kişilerin bakmasını istiyorsak, gözlerimiz öncelikle Shakespeare’i, Brecht’i, Stanislavski’yi, Artaud’yu,… arasın. Ama ille de karşımızda, yanı başımızda kanlı canlı eleştirmenlerin olmasında diretiyorsak, tanıdıklar aracılığıyla (torpille) seyirci koltuklarına oturtabileceğimiz, genç tiyatroculara sevecen ve koruyucu satırlarla “moral” veren kişilere değil, bizzat bulunduğumuz bölgedeki seyirci topluluğuna ulaşmaya çalışmak daha yararlı olur. Tiyatrocuların ayarı önceden yapılmış sahte ilişkilere değil, seyirciyle yeni ve gerçek karşılaşma biçimlerine ihtiyacı var.