Bu panel, Mimesis Tiyatro/Çeviri Araştırma Dergisi tarafından 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında 29 Mayıs 2008 tarihinde düzenlenmiştir. Tiyatro Boğaziçi’nden Fırat Güllü tarafından modere edilen panele, Yılmaz Ögüt (Mitos Boyut), Bülent Sezgin (BGST Yayınları), Gülsüm Odabaş (Oyun Dergisi), Mustafa Demirkanlı (Tiyatro Tiyatro), Mehmet Ali Alabora (Gist) katılmıştır. Panel metni Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 15. sayısında (Ocak 2009) yayınlanmıştır.
Fırat Güllü: Hepiniz hoş geldiniz, geldiğiniz için teşekkür ediyoruz. Biliyorsunuz etkinliğimiz, tiyatro yayıncılarını ve okurlarını bir araya getirerek tiyatro yayıncılığını ileriye taşıyacak bir iletişim girişiminin başlatılmasını ve bu alanda yapılabileceklerin tartışmaya açılmasını amaçlayan bir panel olarak duyurulmuştu. Aslında çok hızlı bir şekilde çalışmamız gerektiği için belki de birçok yayına ulaşamadık. Ama bu paneli düzenlerken niyetimiz olabildiğince geniş bir insan grubunu bir araya getirmekti. Bu etkinliği de bir başlangıç olarak düşünüyoruz. Çünkü Türkiye’de yayıncılığın kendisi gerçekten zor bir alan ve belki de karşılığını göremeyeceğiniz bir çaba sarf etmenizi gerektiriyor. Tiyatro yayıncılığı ise bunun en zahmetli bölümlerinden bir tanesi. Eskilerin deyimiyle bu çok ciddi bir gönül işi olarak tarif edilebilir. Bu işi hakikaten çok seviyor olmanız ve yapılması gerektiğine inanıyor olmanız lazım ki böyle bir işle uğraşabilesiniz. Biz bu alanda sorunlarımızın ortak olduğunu görüyoruz. Bu sorunların çözümüne yönelik bir dayanışma ağı geliştirebileceğimizi düşündüğümüz için böyle bir organizasyon yaptık. Şimdi ben sözü çok fazla uzatmadan katılımcıları tanıtıp sözü onlara bırakacağım. Mitos Boyut Yayınları’ndan Yılmaz Öğüt ve BGST Yayınları’ndan Bülent Sezgin daha çok tiyatro kitabı yayınlayan yayınevleri adına burada bulunuyorlar. Onun dışında Tiyatro Tiyatro dergisi Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı, Oyun dergisi Yayın Koordinatörü Gülsüm Odabaş, Gist Yayın Kurulu Üyesi Mehmet Ali Alabora ve ben Mimesis Tiyatro Çeviri Araştırma Dergisi adına Fırat Güllü süreli yayınları tartışmaya çalışacağız. Ben öncelikle “tiyatro yayınevi” diyebileceğimiz yayıncılık alanına sözü vermek istiyorum. Burada çok şanslıyız çünkü aramızda bu alanda oldukça birikimli bir insan var. Bize birçok derginin ve birçok kitabın verebileceğinden çok daha fazla bilgiyi iletebilecek olan birisi. Ben sözü Yılmaz Bey’e bırakacağım ve ondan Mitos Boyut serüveninin, nasıl ortaya çıktığının ve gelişiminin yanı sıra genel olarak Türkiye’deki tiyatro yayıncılığının gelişiminden ve bugün ne durumda olduğumuzdan bahsetmesini isteyeceğim.
Yılmaz Öğüt: Biz Mitos Boyut yayınları olarak 1991 senesinde oyun basmaya başladık. Bu 17 senedir tiyatro kitabı çıkardığımız anlamına geliyor. Başlangıçta senede 4-5 kitap basıyorduk fakat sonradan epeyce hızlandık. Şimdi 400 çeşit kitabımız var. Bunların 84’ü kuramsal kitap, geri kalanlar da oyun kitabı. Çok yerde bize “neden tiyatro yayıncılığına başladınız nereden geldi aklınıza, nasıl dayanıyorsunuz bu işe?” diye soruluyor. Şimdi Mustafa Demirkanlı da burada yanımızda; biz 1986 senesinde onunla beraber normal kitap yayınına başlamıştık. Hikaye, oyun, deneme vs. basıyorduk. Sonra 91’de oyun da katalım bunların arasına dedik. Ve dediğim gibi bir iki sene yılda 4-5 tane oyun kitabı bastık. O zaman Tiyatro Tiyatro dergisi de bizim içimizdeydi. Ancak dergi ile yayın hayatının birlikte yürümeyeceğini anladık. Çünkü birisi çok günceldi, periyodikti. Periyodik olunca da dergi tarihi gelince her şey duruyor, yalnız onunla uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Bu da yayın hayatını aksatıyordu. Bu yüzden ikisini ayırdık. 1994 senesinden sonra da yalnız tiyatro kitabı basmaya başladım. Ben inşaat mühendisiyim ve 1990 senesinde İstanbul’a geldim. Yayınevini 1986’da kurduk ama ben Samsundaydım, Mustafa Bey burada ortağım olarak yayıncılığa devam ediyordu. Ben 1959 İTÜ mezunuyum ve İstanbul’a gelene kadar 30-31 sene kendi mesleğimle uğraştım. Sonra sağlık nedenleriyle daha sakin bir işte çalışmam gerektiğine karar verdim. Eskiden beri tiyatroyu, sinemayı, okumayı sevdiğim için yayıncılığı seçtim. Tiyatro ve dergi ayrıldıktan sonra editörlerimiz de ayrıldı ve ben yalnız kaldım. O zaman ben ancak tiyatro yayınlarını kendi başıma sürdürebilirim diye düşündüm. “Çok tiyatrocu dostum var ve onların desteğiyle bu iş sürer” diye düşündüm. Onlar bugüne kadar gerçekten bize çok yardımcı oldular. Birkaç yerde söyledim bizim fahri danışmanımız Rutkay Aziz olsun, Genco olsun, onların desteğiyle bu günlere kadar geldik. Başlangıçta tiyatro kitaplarının yanında diğer kitaplar da vardı, birbirini sürüklüyordu. Fakat iş yalnız tiyatroya kalınca zorlaştı. Biz hala 1993 senesinde bastığımız kitabı satıyoruz. 1993 senesinde Mehmet Baydur, Adalet Ağaoğlu, Sermet Çağan’ın kitapları 2000 tane basılırdı. O kitapları hala satıyoruz. Tiyatro kitaplarının satış süreci çok uzun. Bunun için sabırlı olmak lazım, biraz da finansal gücün olması lazım. Ben şimdiye kadar kendi gücümle yürüttüm. Kitaplar 400 çeşit olunca artık kendi kendini finanse eder duruma geldi. 2001 senesinden beri daha çok çeşit kitap basalım diye her kitaptan 1000’er adet basıyoruz. Bastığımız oyunların yarısı yerli yarısı yabancı. Ancak kitap olarak Türkçe yazılmış kitaplar daha fazla. Tiyatro yayıncılığında bazı büyük yayınevleri bıraktı tiyatro kitapları yayınlamayı. Mesela Can Yayınları bıraktı, Adam Yayınları zaten kapandı. Bu alanda en iyi yayıncı onlardı ve kapandılar. Şu anda Remzi Kitabevi var o da yalnız Shakespeare satıyor. Ankara’daki Bilge Yayınları var, o da Haldun Taner satıyor. Çok satan kitapları seçiyorlar ve onları satmaya çalışıyorlar. Ama biz ilk çağdan bugüne kadar bütün tiyatro yayınlarının hepsini, yabancı yayınları, güncel olanları hepsini birden kapsamaya çalışıyoruz. Ayrıca kuramsal kitap da basmak istiyoruz. Bu yüzden iş bayağı zorlaşıyor. Bize kitaplarının basılması için çok müracaat eden var. Tek yayınevi biz kaldığımız için dolayısıyla hepsi bize geliyor. Gönlümüz razı olmuyor ama mutlaka elemek zorunda kalıyoruz. Bazen yaptıklarımızı beğenmeyenler oluyor, seçtiğimiz eserlerin uygun olmadığını söylüyorlar. Ancak seçen kim olursa olsun eğer bir iki kişi bir seçim yapıyorsa bu sübjektiftir. Bu bizim kararımızdır ve bizim verdiğimiz karar doğru veya yanlış olabilir. Ama biz Türkiye’de yeni, çağdaş yazarların çıkması ve eserlerinin yayınlanması için çok çaba sarf ediyoruz. Bakırköy Belediyesi bir ara oyun yazma yarışması yaptı. Orada birinci olanların eserlerini kendilerine para vererek ben bastım. Sonra Kadıköy Belediyesi ve İsviçre Hastanesi bu tür yarışmalar yaptı. Buralarda yarışmaya katılanların hepsinin kitabını bastım. Fakat bunlar çok geçici oluyor. İki sene yapıyorlar, üç sene yapıyorlar sonra yazmayı bırakıyorlar. Üç senedir biz bir yarışma düzenlemeye başladık. Bu yarışmada üç kişi seçiliyor. Tabii birinci, ikinci, üçüncü diye seçmiyoruz. Üç tane en iyi oyun seçiyoruz ve onları basmaya çalışıyoruz. Bir sene jüri altı tane oyun seçti, hepsini bastık. Geçen sene de dört tane seçti, onları da bastık. Bizim başka bir ilkemiz de bazı yazarların bütün oyunlarını basmak. Kendini kanıtlamış Türk bir yazar ne oyun getirirse getirsin basıyoruz, basmak zorundayız. Bu oyun iyi, bu oyun kötü diyemiyoruz. Bu işin sistemi öyle, diğer yayınevleri de öyledir. Biz bir de Brecht’i seçtik ve onun bütün eserlerini basıyoruz. Çok az kaldı, inşallah bitecek. Gorki’yi seçtik ve onun bütün eserlerini yayınlayacağız. Şimdiye kadar içinde toplam altı tane oyun olan üç kitabını çıkardık. Ionesco’nun 14 tane oyununu bastık ve basmaya devam edeceğiz. Türkiye’de çevrilmemiş Ionesco kitabı kalmasın istiyoruz. Lorca’ya başladık, önemli üç oyununu İspanyolca’dan çevirdik. Eylülde üç oyun daha çevireceğiz ve devam edeceğiz. Gorki’yi de Rusçadan yani kendi dillerinden çevirtiyoruz. Dediğim gibi Shakespeare’leri Remzi basmıştı, ama Shakespeare’in de şimdiye dek Türkçeye hiç çevrilmemiş dört tane oyunu vardı, biz onları çevirdik. Mesela Titus Andronicus, Aşkın Çabası Boşuna, 5. Henry gibi oyunlar Türkçeye hiç çevrilmemişti, biz de onları tamamladık. Böylece Shakespeare külliyatını Remzi Kitabevi ile beraber tamamlamış olduk. Şimdiye kadar 400 tane kitap ve bu kitapların içinde 750 oyun yayınlandı. Biliyorsunuz bir kitapta bazen 4-5 tane oyun oluyor. 84 tane de kuramsal kitabımız var. 1990’lı yıllarda Kültür Bakanlığı 1500’e yakın kütüphanesine koymak için bizim kitaplarımızdan 5-10 bin tane alıyordu. Bu bizim için çok önemli bir destekti. Fakat 2001 yılında krizden sonra bu alınmaz oldu çünkü Kültür Bakanlığı kütüphanelerini belediyelere, özel idarelere devredecek. Kültür merkezlerinden yardım alıyorduk. Örneğin Goethe Enstitüsü’nden, Fransız Kültür Merkezi’nden, Avusturya Elçiliği’nden, Yunan Elçiliği’nden, Amerikan Elçiliği’nden destek alarak onların ülkelerine ait kitapları çıkardık. O iş de son senelerde savsadı. Başvuru yapıyoruz ama cevap bile vermiyorlar. Sanırım sadece Alman Kültür Enstitüsü bize bir kitap daha yayınlatacak. Benim söylemek istediklerim bu kadar. Çok geniş bir alan olduğu için nereden başlayacağımı ne söyleyeceğimi tam bilemedim. Daha çok sizin söylemek istedikleriniz, sormak istedikleriniz varsa onları cevaplandırayım.
Fırat Güllü: Daha önceki konuşmalarımızda da geçmişti, belki okuyucu profilinden de bahsedebilirsiniz.
Yılmaz Öğüt: Bizim tespitlerimize ve kanaatlerimize göre okuyucularımızın %80’i öğrenci. Maalesef tiyatrocular kitap okumuyor. Yanımda iki tiyatrocu var ama kızmasınlar. Oyuncular okumadığı gibi yönetmenler de okumuyor. Bunu mesleki bir kitap gibi kabul etmeniz lazım. Biliyorsunuz Türkiye’de 25-30 tane konservatuar ve ya tiyatro bölümleri var üniversitelerde. Buraya her sene gelen yeni öğrenciler bizim alıcımız oluyor. Bu şunu da doğuruyor ve bizi zorluyor; 400 kitap var bu 400 kitabı her an elimizde bulundurmak zorunda kalıyoruz. Konservatuara yeni başlayan bir öğrenci Vasıf Öngören okuyacak, bu yüzden bu kitabı elimizde bulundurmak zorundayız. Diğerleri de öyle. Büyük bir stokla ayakta durmak zorundayız ve bu bizi çok zorluyor. Büyük bir depomuz vardı, kitaplar sığmadığı için hepsini İkitellideki depoya yığdık. Şimdi gidip kitapları oradan alıyoruz. Bir de bu kitapların satış noktaları meselesi var ki bizi en çok üzen nokta da o oluyor. Biz kitaplarımızı her kitapçıda sergiletemiyoruz çünkü bizim kitaplar az satıyor. Az sattığını da herkes biliyor ve bu yüzden de kimse talep etmiyor veya bitince yenisini istemiyor. Biliyorsunuz şimdi internetten satış ağı var. Biz satmıyoruz ama İdefixee, Kitap Yurdu vs. gibi yerler satıyorlar. Bir de kendi yayınevimizde %40 indirimli satış yapıyoruz. Kitapçılar bize kızıyor ama bizim kitaplarımızı da bulundurmuyorlar. Bugün Beyoğlu’nda bir kitapçıya gidin bizim yayınlardan herhangi bir kitap söyleyin bulamazsınız. Ya da hepsini bulamazsınız. Onlarda kendilerine göre çok satanları seçiyorlar. Dolayısıyla “kitap satış politikamız nasıl olacak, nasıl hızlandırabiliriz bu satış sürecini?” diye düşünüyoruz ama yapacak pek bir şey yok. İlan veremiyoruz, reklam vermek bizim için mümkün değil. Hep dostların tanıdıkların sayesinde, hocalar kitaplarımızı öğrencilere tanıtıyorlarsa onların sayesinde satış biraz hızlanıyor. Ama rakamları söylesem çok garip tabii. Bizim 400 kitabın bir senede sattığı 35 bin bile yok. Bir roman basıldığında 50 bin 100 bin satıyor. 400 çeşit kitaptan biz senede 35 bin kitap satamıyoruz. Yaptığımız iş bir ticaret işi değil, yaptığımızın %80’i gönül işi. Ticari tarafı çok az ama ayakta durmak zorundayız. Bu işi sürdürmek için satmak, biraz da kendimize artı getirmek zorundayız ki yenisine dönüştürelim. Vergi dairelerinin vardı ya “vergiler size geri dönecek” diye bir söz, biz de ne kadar çok kitap satarsak o kadar çok kitap çıkarmaya çalışıyoruz. Bu çemberi nasıl kıracağız bilemiyorum, zor bir iş. Dediğim gibi şu ana kadar çeşit çok olduğu için ayakta durabildik. Ama bu bir kazanç yolu değil, gönül yolu. Arkadaşımın da dediği gibi bu bir tutku ve insan başlayınca pek de bırakamıyor. Yaratılan şey birçok kimsenin hoşuna gidiyor, bizi ödüllendiriyorlar. Aşağı yukarı 15 tane ödülümüz var. Bize hem cesaret veriyor hem de sorumluluğumuzu arttırıyor. Biz bir şekilde bunu devam ettirip gideceğiz sanıyorum.
Fırat Güllü: Aslında bizim yayınevi olarak böyle bir organizasyona çağıracağımız pek fazla kurum kalmadı. Tabii bir yazarın bütün eserleri içinde bir de oyunu varsa onu da yayınlayan yayınevleri var. Ama genel anlamda istikrarlı bir şekilde tiyatro kitabı yayınlayan Mitos Boyut dışında yayınevi kalmadı. Bir de Dost Kitabevi var ama son dönemde o da bir durgunluğa, sessizliğe girdi. Şu anda Mitos Boyut yalnız kalmış gibi bir durum söz konusu. Bankaların bazı girişimleri oluyor. Mesela İş Bankası’nın Klasikler dizisinden çıkardığı klasik oyunlar var. Şu anda aramızda oradan birisi var mı bilmiyorum ama yazışmalarımızda biz yine de konuşmacı olarak gelebileceklerini söylemiştik. Onlar da biz kendimizi tam anlamıyla tiyatro yayıncısı olarak nitelendirmiyoruz, dinleyici olarak katılmak isteriz dediler. Ama Yılmaz Bey’in dediği gibi gerçekten boş bir alan ve kendisi tek başına mücadele veriyor. Mitos Boyut şu anda Türkiye’de bir tiyatro kitaplığı yaratıyor diyebiliriz. Bizim tiyatro kitaplığımızın büyük bir bölümünü bu yayınevi oluşturdu. Bu konuda yeni bir girişim olarak biz BGST Yayınları’nı davet ettik. BGST Yayınları farklı bir modelle “bir dayanışma ağı inşa ederek tiyatro alanında yayıncılık yapılabilir mi?” sorusuna yanıt arıyorlar. Ama tabii çok yeni bir girişim olduğunu da unutmayalım. Ben Bülent Sezgin’e söz vereceğim. O bize bu model hakkında bilgi verecek.
Bülent Sezgin: Teşekkür ederim. Öncelikle bugünkü panelin temasından yola çıkarak sözlerime Türkiye’de tiyatro ortamının içinde bulunduğu durumdan bahsederek başlamak istiyorum. Sayın Fırat Güllü beni bu konuşmaya davet ettiğinde, Türkiye’deki tiyatro aydınlanması ve tiyatro entelijansiyasının içinde bulunduğu durumu tartışmadan tiyatro yayıncılığını tartışamayız gibi gelmişti. Bizim BGST deneyiminde de zaten buna alternatif olarak ortaya attığımız bir durum söz konusu. Açıkçası panele olan ilginin az olmasında da bu durumun etkili olduğu söylenebilir. Şu masada herhangi bir üniversiteden bir akademisyenin olmaması da bir şeylerin göstergesi diye düşünüyorum. Türkiye’de ciddi anlamda aydınlanma ve akıl öğesinden kopan, tamamen prodüksiyon merkezli bir tiyatro anlayışının şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu noktada dünyaya dair bir fikir üretmek isteyen, tiyatroda bilimsel gelişimleri yorumlamak isteyen insanlar oldukça sınırlı. Sanırım Yılmaz Bey’de bu konudan oldukça şikâyetçiydi. Türkiye’de tiyatro yayıncılığı nasıl geliştirilebilir ya da Türkiye’de tiyatro aydınlanması ihtiyacı nasıl arttırılabilir? Bu konu belki ikinci bölümde daha uzun olarak tartışılabilir. BGST 1995 yılında kurulmuştu. Şu anda tiyatro, müzik, dans ve toplumsal araştırmalar birimi olmak üzere dört birimden oluşan ve Boğaziçi Üniversitesi mezunlarından oluşan bir yapılanmamız var. Biz yaklaşık dört yıl önce BGST Yayınları adında bir yayınevi oluşturduk. Ama bu Mitos Boyut’tan ve diğer yayınevlerinden daha farklı bir şekilde gelişti. Ben şu noktanın altını özellikle çizmek istiyorum; BGST’nin sanat alanında bu tarz bir işe girmesi tesadüfî bir şey değil çünkü bu bizim sanat yapma biçimimizin, sanata ve kültüre bakışımızın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Biz bu noktada üç tane temel prensip olduğunu düşünüyoruz. İlk olarak biz kültür-sanat faaliyetlerini sadece prodüksiyon faaliyetleriyle sınırlandırmıyoruz. Tabii ki prodüksiyonlarımız var ama biz prodüksiyonlarımızı bir eğitim araştırma süreciyle birlikte düşünmeye çalışıyoruz. İkinci olarak biz alternatif bir okullaşma vizyonuna sahip olduğumuzu düşünüyoruz ki bu bizim için oldukça önemli. Üçüncü olarak da demokratik bir aydınlanma ihtiyacı ve kamusal açılım perspektifinden söz edebiliriz. BGST’nin kültür ve sanat çalışmaları temel bu prensipler üzerine kurulu olduğu için yayıncılık da bu noktada yaşamsal bir noktada duruyor. Biz yayıncılığı ikincil derecede önemli bir şey olarak değil, yaptığımız faaliyetin ürünlerini kamuoyuyla paylaşabilmek ve Türkiye’de tiyatro aydınlanmasına bir katkı sunabilmek için yapılan bir çalışma olarak görüyoruz. Bu noktada tiyatro sanatını icra eden oyuncular olarak aydın tavrı oluşturmaya, akıl öğesini ortaya koymaya ve entelektüel bir öz donanıma sahip olmaya çalışıyoruz. Şu anda BGST Yayınları’ndan 19 tane kitap yayınladık. Bunların yedi tanesi oyun, iki tanesi de kuramsal olmak üzere dokuz tanesi tiyatro kitabı. Kuramsal kitaplarımız Sonia Moore’un Stanislavski Sistemi: Oyunculuk Eğitimi İçin Bir El Kitabı ve Ömer Faruk Kurhan’ın Tiyatroda 20 Yıl isimli BGST’nin kültürel politik tarihçesini anlatan, 80 sonrasında Türkiye’deki tiyatro ortamını analiz eden bir kaynakça çalışması. Onun dışında Müzik kitaplığında 45’lik şarkılar adında bir kitap yayınlandı. Düşünce dizisinde Noam Chomsky ve Micheal Albert adlı Amerikalı düşünür ve aktivistlerin kitapları basıldı. Oldukça önemli başucu kitapları; Demokrasi ve Eğitim, Entelektüellerin Sorumluluğu gibi kitaplar yayınlandı. Ekoloji dizisi var. Bir de kültürel çoğulculuk olarak adlandırdığımız çalışma içerisinde Emir Bedirhan 20. Yüzyılın Başlarında Kürt Milliyetçi Söylemine Bir Örnek kitabı basıldı ve Brecht’in Cesaret Ana ve Çocukları’nın Kürtçe çevirisi yayına hazırlanıyor. Şu ana kadar toplam 19 tane kitabımız yayınlandı. 5-6 tane de yayın aşamasında olan kitabımız var.
Ben bugünkü konu tiyatro yayıncılığı olduğu için bu nokta üzerinde biraz durmak istiyorum. Biz profesyonel bir yayınevi değiliz, öncelikle ondan bahsetmek istiyorum. Yaptığımız faaliyetlerde temel şu tutumu ön plana çıkarmaya çalışıyoruz; kolektif bir dayanışma ağı oluşturarak hem mali fon anlamında hem üretim zinciri anlamında alternatif bir yayıncılık yapmaya çalışıyoruz. Klasik kar amacı güden, kapitalist üretim zincirine göbekten bağımlı, reklam ve sponsorluk gelirleriyle yaşayan bir yayıncılıktan ziyade kendi öz kaynaklarını kullanan bir yayıncılık perspektifi geliştirmeye çalışıyoruz. Tabii bunun artı noktaları da var, problemli olduğunu düşündüğümüz noktaları var. Bu ikinci bölümde belki daha ayrıntılı tartışılabilir. BGST yayınlarında bir de şöyle temel bir ilke var; halk yayıncılığı perspektifiyle okuyucunun alım gücünü zorlamayacak, maliyet fiyatına oldukça yakın bir ücretlendirmeyle kitaplarımızı satıyoruz. Bu da kamusal açılım perspektifinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Tiyatro kitaplarında şu anda Biz Siz Onlar, Pilavdan Dönenin Kaşığı Kırılsın, Yeni Biri Hayat İçin, 7 Kadın, Bir Kadın Uyanıyor, Kadın Oyunları ve Gülüşün Güller Açsın adlı yedi tane oyun ve daha önce bahsettiğim kuramsal kitaplarla birlikte toplam dokuz tane kitabımız yayınlandı. Oyun kitaplarına baktığımızda genelde bütün oyun metinleri kendi ürettiğimiz metinler. Dolayısıyla bu oyunlar çalışılırken aynı zamanda kolektif bir oyun yazımı gerçekleştirildiği için prodüksiyonla beraber kitaplar da yayınlanmaya çalışılıyor. Prodüksiyon çıktığı anda kitap da neredeyse yayına hazır bir hale getiriliyor. Bu bizim tiyatro anlayışımızın sonucu olarak gelişen bir durum oldu. Türkiye’de özgün oyun metni anlamında bir katkı sunduğumuzu düşünüyorum. Onun dışında da yaptığımız okuma araştırma çalışmalarında Brecht ve Stanislavski ilişkisini araştırdığımız bir dönemde Sonia Moore’un kitabını incelemiştik. O kitap bu çalışmanın sonucunda çevrildi. Genel olarak şu anda bunları söyleyebilirim. İkinci olarak biraz şundan bahsetmek istiyorum, profesyonel bir yayıncılık perspektifinden farklı olarak alternatif bir yayıncılık perspektifi nasıl oluşturulabilir. Biz kendi içimizde belli ilkeler saptamaya çalıştık. Bunlardan bir tanesi şu: projelerin finansmanı BGST üyeleri içinden veya BGST’yi destekleyen değerli arkadaşlarımızın bireysel sponsorluklarıyla karşılanıyor. Dışarıdan herhangi bir sponsor arayışına özellikle girilmiyor. Çok somut bir örnek vermek istiyorum: Stanislavski Sistemi adlı kitabın çevirmenlerinden biriyim. O kitabı dört kişi imece usulüyle çıkardık. 2000 adet basıldı, bütün maliyet 4 kişi arasında paylaşıldı ve gelir durumu iyi olmayan insanları düşünerek makul bir kar marjıyla fiyatı 5YTL olarak belirledik. Kitabın maliyetini karşılamak için dört kişi belli oranlarda bir mali katkı ortaya koydu. Bu katkı salt bağış, camiye para yardımı anlamına gelmiyor. Katılımcı ekonomi kriterleri çerçevesinde kitabın belli bir süre içinde maliyetini çıkartarak, katkıda bulunanlara geri dönüş sağlaması amaçlanıyor. Kapitalist bir çarkın dışına çıkabilmek ve kendi özkaynaklarımızla dönebilmek için imece bir şekilde yapmaya çalışıyoruz. Stanislavski Sistemi kitabımız tükenmek üzere, ikinci baskıya geçmeyi düşünüyoruz. Bu deneyim bizim için çok önemli. İkinci olarak özellikle oyun kitapları için geçerli olan bir politikamız var. Turnelere gittiğimiz zaman belediyelerle ilişkiye geçerek, o oyunun kitabının da seyirciye ulaşmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bunun da yeni bir tutum olduğunu düşünüyorum. Örneğin 7 Kadın adlı tiyatro oyun kitabı için Mardin turnesinde Kızıltepe Belediyesi’yle ilişkiye geçildi ve kitap oyunu izleyen yaklaşık 500 seyirciye, oyun bileti fiyatını çok ufak bir oranda arttırarak ulaştırıldı. Alternatif bir uygulama olduğu söylenebilir. Kitaplarımızın mizanpaj, redaksiyon vb. teknik süreçleri de proje sahipleri tarafından yapılıyor. Yayın süreci BGST içindeki diğer kolektif denetleme mekanizmaları tarafından takip edilmeye çalışılıyor. Amatörist bir vizyon oluşturmamak açısından hatalı kitap basmamaya çalışıyoruz. Yaşadığımız belli problemler oldu. Örneğin Stanislavski Sistemi “oyunculuk eğitimi içir bir el kitabı” olarak çıktı. Biz bunu fark ettikten sonra kitabı imha etme kararı aldık ve yeniden bastırdık. Alternatif yayıncılığın hakkını vermeye çalışıyoruz. Bu sebeple mizanpaj veya diğer teknik hatalar sıkı bir şekilde takip edilmeye çalışılıyor. Yayıncılığı sadece profesyonelist bir işbölümü olarak görmüyoruz. Bir kitap yayınlamak isteyen bir üyemiz bu kitabın yayınlanması kararı alındıktan sonra, her aşamada bilgi sahibi olmak durumunda. Projesini ortaya koyan kişi, o projenin bütün sürecini takip ediyor. Son olarak sözlerimi şunla bitirmek istiyorum. Tiyatro kitaplarında Yılmaz Bey’in bahsettiği gibi alternatif dağıtım kaynaklarının kesinlikle güçlendirilmesi gerekiyor. Tiyatro kitapları kitabevlerinde arka raflara atılan, görmezden gelinen, çok fazla okunmayan kitaplar olarak geçer. Bizim bunu kırabilmek için neler yapmamız gerekir? Muhalif kurumlarla ilişkiler olabilir, akademilerle konservatuarlarla ilişkiler olabilir, turne yaptığımız yerlerde oradaki insanlara yayınlarımızı taşımak olabilir, söyleşi gibi etkinliklerle tanıtılması olabilir. Bu tip alternatif yollar bulmak zorundayız diye düşünüyorum. İnternetin olanaklarından yararlanılabilir, elden dağıtım kanalları geliştirilebilir. Elden dağıtımı bir tür kültür sanat aktivizmi olarak düşünüyoruz. Yayınladığımız kitapları arkadaşlarımıza beşer onar tane elden veriyoruz ve onları satmalarını istiyoruz. BGST’deki bütün arkadaşlarımızı elden satışa teşvik ediyoruz. Bence bu önemli bir şey. Özellikle 70’li yıllarda rock müzik piyasasını incelerseniz, daha alternatif şeyler olmuş. Kapitalist bir üretim zincirine girmeden, insanlar kendi dağıtım ağlarını da kurabilmeye başlamışlar. Ben de tiyatrocular olarak bu tür ağlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Elden dağıtım kanallarıyla, kamusal alana açılım olanaklarının keşfiyle ve birebir seyirciyle ilişkiye geçerek, yayıncılığın dağıtım kapasitesinin daha fazla arttırılabileceğini düşünüyorum. Şu anda söylemek istediklerim bu kadar Sayın Fırat Güllü.
Fırat Güllü: Teşekkür ederiz. Şu ana dek daha çok kitap yayıncılığı yapan yayınevlerine dair iki görüş belirtildi. Belki aramızda bu konuda söz alıp bir şeyler söylemek isteyenler olabilir, sonra dergi yani süreli yayın kısmına geçeceğiz.
Sercan Gidişoğlu: Bu örgütlenme, alternatif satış politikası üretebilme konusunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Elden dağıtım ağı zincirinin bir parçasını biz de oluşturuyoruz veya oluşturduk. BGST Yayınları için olsun, Mitos Boyut Yayınları için olsun. Mesela çalıştığımız kulüplerde kütüphane kurdurduk, Mitos Boyut’a gittik toplu toplu aldık. Biz çok müteşekkir bir şekilde oradan ayrıldık, ama rakamlara baktığınızda yılda 35.000 satabiliyor Mitos Boyut 400 çeşit kitabı. Bülent’in dediği gibi bu kitapların hemen hemen hepsi bizde de var, öğrencilerimize, genç arkadaşlarımıza bu kitapları elden dağıtıyoruz. Ancak bunun kamusallaşma adına nereye vardığı da sorgulanmalı. Bu sadece kendini döndürecek ve tiyatrocular arasındaki bir çevrenin içinde kalacakmış gibi gözüküyor. Senin bana verdiğin 5 veya 10 taneyi, ben de daha çok tiyatroyla ilgilenen, zaten bu oyunların, bu alternatif tarzın bir şekilde tüketicisi olabilmiş insanlarla, hatta bir anlamda üreticisi olmaya çalışan insanlarla paylaşıyorum. Daha geniş bir kamusallaşma için nasıl bir örgütlenme düşünülebilir, bence bu çok önemli bir soru. Burada tabii, yerel yönetimlerle ilişki modeli üzerine konuşulabilir. Ancak yerel yönetimlerin de kültür politikalarını daha çok seçim zamanlarında yoğunlaşan göstermelik kültür sanat çalışmaları, göstermelik sponsorluklar şeklinde tanımlayabiliriz. Birçok belediyede bu böyle oluyor. Oradan ne çıkar, o konuda ben biraz kaygılıyım. Biz tiyatro yayıncılarının bir araya gelip bu alternatif yolları biz nasıl üretebiliriz tartışmasının faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü kitapçılara gidiyoruz hakikaten dediğiniz gibi, birçok kitapçıda tiyatro kitapları ya yok ya rafların en ücra köşelerinde. Siz (Bülent’e) kitapçılara nasıl giriyorsunuz, girebiliyor musunuz? Çok kitapçılara girmeyi sevmeyen bir tavrı da var BGST yayınlarının diye biliyorum.
Bülent Sezgin: Öyle bir tavrımız yok. İçimizde dağıtım işiyle tam zamanlı uğraşan bir grubumuz var.
Sercan Gidişoğlu: Ama o kanal ne kadar aktif, o kanalla ne kadar ulaşabiliyorsunuz mesela? Sizin rakamlarınız tahmin ediyorum 35.000’den çok daha az sayıda.
Fırat Güllü: Aslında doğru proje diye bir şey var. Geçenlerde Yılmaz Bey’le görüşürken şöyle bir şeyden bahsetmişti, Haluk Bilginer’in son oyunu, hani iki kişilik kapalı gişe oynayan Evlilikteki Ufak Tefek Cinayetler, onun kitabını gösteri mekanında satmışlar ve oldukça iyi bir rakamdan söz etmişti.
Yılmaz Öğüt: 400 adet kitap satıldı orada, ilk defa başımıza geldi böyle bir şey. Biz Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatrolarında bizim kitapların satılmasını istedik, kaç senedir istiyoruz, dostlarımız seçildi, başkan oldular, genel müdür oldular, fakat bunu bir türlü gerçekleştiremiyorlar, olmuyor, orada resmi tavır giriyor araya, satış reyonu açmak için ihale edilmesi lazımmış vs., bunu yenemiyoruz ama, özel tiyatrolarda bu tür satışlarla bu işin daha iyi yürüyeceğini de görmüş olduk. Gerçi bu oyun çok sevilen bir oyun onun için alınıyor denebilir ama, ne olursa olsun, Şehir veya Devlet Tiyatrolarında o akşam oynanan oyunun kitabı varsa, yalnız o kitabın satılması bile bizim satışımızı, %15-20 nispetinde arttırır gibi geliyor bana. Fakat bunu biz kendi gücümüzle yenemedik, aşamadık. DT ve ŞT’de bu iş olmuyor maalesef. Oysa biliyorsunuz son senelerde en çok iş yapan tiyatrolar onlar. Yani dolup taşıyorlar, çünkü fiyatları ucuz. Bu da ayrı bir yol. Nasıl olur, deneriz, yani burada duyurmak istiyorum, belki birisi yardımcı olur, onun için söylemek istedim.
Sercan Gidişoğlu: Hemen bununla ilgili bir örnek geldi benim aklıma. Bu yıl yakından takip ettiğim için biliyorum, örneğin ŞT’nin bir iki prodüksiyonu Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ve Keşanlı Ali Destanı, Türk Tiyatrosunda iki mihenk taşı kabul edilecek oyundur. İki oyunda iki senedir kapalı gişe oynuyorlar. Ben gidiyorum salonlarda görüyorum, 600 kişi, 1000 kişilik salonlar doluyor. Orada o kitap olsa en azından tiyatroyla o şekilde, o an o eserle tanışmış seyircinin ben cebinden 5, 7 lira daha verip, “aa ne güzel oyunmuş, ne kadar komik oyunmuş” deyip o kitabı alabileceğini düşünüyorum. Bu belki etkili bir yöntem olabilir, ama burada da Yılmaz Bey’in dediği gibi bir dolu bürokratik engel var.
Yılmaz Öğüt: Size Nasıl Geliyorsa Öyledir, İlk Göz Ağrısı bizde çıktı, Şehir Tiyatrosunda oynuyor şimdi.
Sercan Gidişoğlu: Rumuz Goncagül oynandı geçen yıl. Mitos Boyut’tan çıkmıştı.
Fırat Güllü: Kamusal alanda yayıncılığın kendini var etmesi için kamusal kurumlarla, özellikle belediyelerle kurulan ilişki önemli. Zorlamak gerekiyor. Bu konuda ben tiyatrocuların oyuncu da olsa, yayıncı da olsa, çok ısrarcı olmadığını gözlemliyorum. Aslında belediyenin böyle bir misyonu olduğunu onlara ısrarla hatırlatmak gerekiyor ki, bu sene Amatör Tiyatro Günleri’nde mesela bu çabalarımız sonuç verdi. 3 tane belediyenin salonunu aldık. Bu bizim zaten hakkımız, dilencilik değil. Bu bakış açısıyla yaklaşmak lazım. Ben de kesinlikle projenin, yerin ve mekanın, bunların çok önemli olduğunu, bu tür bir anlayışa gitmek gerektiğini düşünüyorum. İnternetin de devreye girmesiyle aslında kitap piyasası çok genişledi. Okuyucuya ulaşmak oldukça zorlaştı. Doğru projeler yapmakta fayda var. Şimdi isterseniz süreli yayın bölümüne geçelim. Tabii bu konularda da oldukça uzun süredir, deneyim sahibi olan Mustafa Bey var yanımızda. Önce sözü ona vermek istiyorum. Tiyatro Tiyatro dergisi tiyatroyla ilgilenen herkesin, en kötü ihtimalle birkaç sayısını mutlaka karıştırdığı, çoğu kişinin abonesi olduğu bir yayın organı. Oldukça uzun süredir yayında, zaman içerisinde değişiklikler oldu, çizgisi değişti, dönem dönem okuyucusuyla kurduğu ilişki değişti. Bu konularda ve şu anda gelinen durumda genel anlamda yayıncılık ne durumda, bu konuda sizden bir şeyler dinlemek isteriz.
Mustafa Demirkanlı: Bu tür toplantılar olduğu zaman, masaya oturduğumda bakıyorum, ben kimim, nerdeyim, ne işim var burada diye, bugünde aynı duyguyu yaşıyorum. Çünkü benim tiyatroyla filan hiçbir ilgim, ilişkim yoktu. Benim bahtsızlığım Cumhuriyet Kitap kulübünde çalışırken Samsun’da fuar yapmamızla başladı. Orada Yılmaz Bey’le tanıştık. Biraz önce kendisinin anlattığı gibi, yayıncılığa başladık. Yılmaz Bey hakikaten gerek sinema gerek tiyatronun çok sıkı bir takipçisi, ilgili, bilgili bir insan. Sonra biz kitap yayıncılığına başladıktan bir süre sonra Yılmaz Bey’de Samsun’dan İstanbul’a geldi. Sonra bizi cin çarptı ve tiyatro dergisi çıktı. Cinde şöyle çarptı. Zaman zaman tiyatrocu dostlar arkadaşlar ofise gelirdi, biraz sohbet ederdik. Yılmaz Bey’de bize Gordon cinler alırdı, akşamüzeri onları içerdik. Hiç unutmuyorum 1991 yılının ya ikisiydi ya üçüydü, yılbaşından hemen sonraki bir gündü. Rutkay Aziz, Yılmaz Bey ve ben, Yılmaz Bey’in odasında oturuyorduk. Bir ara Rutkay Aziz, bizim bu tiyatrocuların bir dergisi bile yok filan dedi. Hatırlamıyorum, kaçıncı kadehi içmiştim ben, çıkartalım o zaman diye bir şey çıktı ağzımdan. Çıkartır mıyız, çıkartamaz mıyız, çıkartırız tabii canım, dedik filan, peki nasıl yapacağız kaç basacağız filan, ben 20.000 basarız dedim. Rutkay deli misin, 20.000 kime satacağız dedi, satmayacağız ki, dağıtacağız, koyacağız tiyatroların fuayelerine dağıtacağız dedim. Hadi ya filan, ee, canım işte biraz reklam filan alırız şeyden, olur mu olmaz mı, ertesi gün Yılmaz Bey’le konuştuk. Tabii Yılmaz Bey çok heyecanlandı. Tiyatro aşığı adam. Tiyatro dergisi çıkartacağız. Birdenbire böyle. Ben ayıldım ama zaman geçmişti. İlk kapakta, çok tarihi bir kapaktı, ışıklar içinde yatsın, Mengü Ertel Yılmaz Bey’in arkadaşıydı, dostuydu, ondan rica etmişti ve bizim ilk sayımızın o kapağı tiyatrocular barışa evet diyor diye çıkmıştı. O dönemde Körfez Savaşı vardı. Fakat öyle bir kapak olmuş ki 17 yıl geçti eskimedi, herhalde bir 17 yıl daha geçse, dünyanın bu gidişinde eskimeyecek. Neyse uzun lafın kısası biz 1 Şubatta, üçüncü hamur kağıda, rotatifte basılmıştı, siyah beyaz 20.000 bastık. Dağıttık. Ama bu bizim için hobiydi biraz. Birkaç sayı çıkartalım da işte filan diye yürüttüğümüz bir şeydi. Esas olarak yayıncılık yapmak istiyorduk, ama öyle olmadı. Tiyatrodan alınan reklamla onu finanse edemedik. Finanse edemeyince reklamı biraz daha fazla almak için birinci hamur kağıda geçmek gerekiyor vs. derken, bir süre sonra minik fiyatlar olmaya başladı, çünkü çok telef oluyordu dergi. Hiç aklımızda yokken, elimizde bir tane Tiyatro Tiyatro diye bir dergi kalıverdi. Birkaç yıl böyle gittik. Yılmaz Bey’in demin anlattığı gibi hakikaten dergi çıkma zamanı gelince başka bir şey yapılamıyor. Stres, gerginlik derken Yılmaz Bey yine kandırdı beni. Sen gençsin dedi, bu strese dayanırsın, o sırada yaşlanacağım hiç aklıma gelmemişti, nasıl olsa dergi biter dedim. İşin kötüsü de şimdi sen gençsin, götürürsün deyip bırakacağım kimse de yok. Şimdi bu kısa girişten sonra esas uzun bölüme geleyim. 45 dakikada filan bitiririm sanıyorum. Dergiyi ilk başta biz tamamen enformatif bir yayın olarak düşündük. Yeni oyunların tanıtımı, tanıtıma dönük röportajlar, nerede ne oynuyor şeklinde. Bir anlamda birçok tiyatronun bir araya gelip çıkarttığı bir broşür gibi de algılamak mümkündü o zamanlar. Epey bir süre böyle gitti. Tabii İstanbul Tiyatro Festivali’ne özel sayılar yaptık. Hatta Yılmaz Bey buna çok dikkat ederdi. Aman aman sadece bizde olsun derdi. Bazı arkadaşları Romanya’ya, Fransa’ya gönderdik, buraya gelecek topluluklarla özel söyleşiler yaptık. Başlarda dergi danışma kurullarıyla gidiyordu. İş paketini ikiye bölüp ayrı ayrı yürütelim kararını verdikten sonra bir süre daha öyle gitti ve artık ele avuca gelir bir çocuk olmaya başlayınca, bu dergi böyle olmuyor, artık biraz daha eleştiriyle, kuramsal yazılarla zenginleşmeli dedik. Ortak verilen bir kararla da sevgili Dikmen Gürün yayın yönetmeni oldu. Orada ilk büyük çizgi değişikliği gerçekleşti. Sanıyorum 3-4 yıl Dikmen Hanım yayın yönetmenliğine devam etti, sonra kendi işlerinin yoğunluğundan dolayı yayın yönetmenliğini bıraktı. Sonra kısa bir süre Orhan Alkaya yayın yönetmenliğini sürdürdü. Sonra yeni bir kararla bir yayın kurulu modeline geçtik. Bu sırtımda kalmış olan dergiyle de ben yayın yönetmenliğine doğru adım atmaya başladım, yavaş yavaş da tiyatroyu öğrenmeye başladım. En azından politikasını öğrenmeye başladım. Oraya bakmaya başladım. Ama hiçbir zaman mesleğin kendi içine doğru bir bakışım olmadı. Tiyatroya bakmaya başladığım anda, şu anda artık askere gitmeye hazırlanan, 21 yaşına girmiş olan oğlum küçük bir çocuktu. Onu çocuk tiyatrosuna götürüyordum zaman zaman sıkılıyordu, sevmiyordu. Ben de sıkılıyordum, sevmiyordum. Onun da sıkıldığını görünce ya bu çocuk tiyatrosunda ne var dedim. Hiçte bilmem, anlamam. Tiyatroyu bilmem ki, çocuk tiyatrosunu bileyim. Tamamen dışarıdan bir göz yordamıyla bakarak, biraz da dur ne oluyoru incelemeye kalktığımda, Türkiye’de çocuk tiyatrosu yanlış yapılıyor, çok kötü yapılıyor, çok eksik demeye başladım. Biraz biraz daha baktık, ama tabii daha çok şimdi aramızda bulunan, şu anda da dergimizin çocuk tiyatrosu editörlüğünü yapan, sevgili Nihal Kuyumcu’yla beraber bu işin çok göz ardı edildiğini, önemsenmediğini, eksik yapılmanın yanı sıra çok yanlış yapıldığını gördük. O tarihlerde 1997 gibi, 1. Türkiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı, Festivali ve Eğitim Programı diye büyük bir projeyi gündeme getirdik. Aslında burada yapmak istediğimiz bu konunun tartışılmasını sağlamaktı. Özellikle ödenekli kurumların, DT ve ŞT’nin kendi görünümleri içerisinde temel bir yer tutan çocuk tiyatrosuna ciddi bir şekilde bakmaya çalışmalarını sağlamak. Bunu sağlayabildik mi, evet, ama on yıl gibi bir süre içerisinde sağlayabildik. Biz yılmadan bıkmadan bunu sürekli dile getirdik. Hatta festival döneminde herkesi kızdıracak “Türkiye’de çocuk tiyatrosu yok” diye başlık attık. Herkes kızdı. Bunun olmadığını anlatmaya çalıştık. Ama en azından bugün görüyorum ki, hakikaten doğru bir adım atmışız. Sağ olsun Nihal Hanım çok doğru bir insandı, bizi çok yönlendirdi, bu konuda çok büyük katkıları vardı, onun semerelerini yeni yeni görmeye başladık. Ne kadar geç kalınmış olursa olsun, 10 yıldan daha erken bir zamanda sonuçlar alınmaya başlandı. Bugün çok sevindirici olarak şunları gördüğüm zaman gerçekten keyif alıyorum, haz alıyorum. ŞT’de bir birim meselesi vardır. Her sanat yönetmeni geldiği zaman, biz çocuk birimi kuruyoruz, gençlik birimi kuruyoruz, ne yapıyorsun, filancayı onun başına getirdik. Böyle bir şey yok, onu oraya getir birim, bunu buraya götür birim olmaz. Buradaki uzmanlaşmadan, uzmanlıktan bahsediyoruz, ayrı bir yapı olmasından bahsediyoruz dedik. Kimseye anlatamadık. Sonuçta anlatabildiğimizi ama algının biraz yavaş olduğunu gördük. Çocuk tiyatrosu Türkiye’de bir kenara konmuş, hani çocuk anlamaz denir ya, tiyatroya da böyle bakılmış, çocuk anlamaz, bir şeyler yapılsın, eğlensin biraz diye yapılmış. Şimdi Şehir Tiyatroları ayrı bir birimleşme modeline başladı. Bunun da ciddiyeti ve önemi bence şuradan kaynaklanıyor. Yeni oyuncu alımları yaparken, sadece çocuk tiyatrosu biriminde görevlendirmek üzere aldılar. Atılması gereken ilk adımlardan biri de buydu. Çocuk tiyatroları, özellikle ödenekli kurumlarda, genç insanların yetişeceği veya cezalandırılacağı yerlerdi. Oys
a tam tersi, çocuk tiyatrosu belli bir tiyatro eğitiminin üzerinde yeni ihtisaslaşmaları gerektiren bir alandı ve çok önemli, hata kabul etmeyen bir alandı. Neyse ki bu gelime bir anlamda sevindirici. Diğer bir konu ki, Nihal Hanım’da ben de, yazıp her platformda ısrarla yazıp söyledik. Türkiye’de çocuk tiyatrosunun eğitimi yok. Konservatuarda bir defa hiç yok. Üniversitelerin bir iki tanesinde kuramsal, adet yerini bulsuncasına, seçmeli ders gibi yapılmış şeyler var. O zaman belli insanları bu ödenekli kurumlar, yurtdışına gönderecek, orada eğitim aldıracak, sonra bunun yanına birini daha katacak, birini daha katacak ve bu halkayı çoğaltacak. Devlet tiyatrosunda böyle bir girişime başladı. Bir arkadaşı gönderdi. Çok da iyi bir noktaya gelmiş. Hatta ben geçen sayımızda, Nihal Hanım’ın sayfalarında, onunla yapılmış röportajı okuduğumda dehşete kapıldım, hiç haberim yoktu. Bunu bir kenara bırakalım. Çocuk tiyatrosuyla ilgili, dergiyle ilgili yapacağım reklam bu kadar. Şimdi ikinci reklam konumuza geçelim. Yine baktığımız, gördüğümüz bir eksiklik vardı. Tiyatro eleştirmeni eksikti. Yeni yetişen tiyatro eleştirmeni yoktu. Biraz önce bahsettiğim, dergimizin de belli bir süre yayın yönetmenliğini yapan sevgili dostum Dikmen Gürün, Seçkin Selvi, artık eleştiri yazmayı bıraktı ama Zeynep Hanım, şöyle bir geriye baktığımız zaman bu yaş kuşağının gerisinde hiç kimse yok. Yani zaten tiyatronun yazılacağı alanlar iyice daraldı. Milliyet gazetesi sanat sayfasını kapattı. Tiyatronun olmazsa olmazlarından birisi olması gerektiğini düşündüğümüz eleştirmene alan açma konusu derginin değişime uğradığı veya bakış açısını geliştirdiği noktalardan biriydi. Bundan 7-8 yıl kadar önce bu alanda çağrı yaptık, destekledik. Şunu biliyorduk yazma bir serüven, bir deneyim. Mutlaka eksik olacak, yanlış olacak, bir sürü aksaklıklar olacak. Belki bu süreçten hakikaten tiyatro eleştirmeni diye tanımlayabileceğimiz eksiklikleri çok az bir iki arkadaş kalacak, belki hiç kalmayacak. Serüven devam ettikçe mutlaka ve mutlaka bu alan zenginleşecekti. Bununla beraber derginin tiyatro ödülleri var, biliyorsunuzdur, bu yıl altıncısı yapılacak. Bu kurumu desteklemekle beraber, eleştirmenlik kurumu içerisinde yer alan hiç kimse profesyonel değil, herkes kendi başka işlerinin yanı sıra bir anlamda hobi olarak bu işi yapıyor. Onları eleştirilir bir noktaya getirelim istedik. Seçici kurul üyelerini sadece eleştirmenlerden oluşturduk ve gerekçeli kararlarıyla birlikte yayınlanmak üzere, kararlarını vermelerini istedik. İşte bu da eleştirmen olma noktasındaki arkadaşları daha dikkatli, daha özenli olmaya doğru yöneltti. Tabii bu çok yeni, bence çok yeni bir nokta. Sürdüğü, devam ettiği sürece, yazma bir serüvendir dediğim noktadan bakarsak, o serüven olumlu noktalara doğru kesinlikle gidecektir. Tiyatronun bir eksik yanı da bizce buydu. Kısmen de olsa bu eksikliği gidermeye çalıştık. Son olarak çok kısa şunu söylemek istiyorum. Derginin muhtevasına bakarsanız çok kişiliksiz bir dergidir. Gerçekten de bir kişiliği çok fazla yoktur, çünkü o kişiliği oluşturacak ortamı yoktur. Tektir, herkes bir şey ister. Biri söyleşi ister, biri inceleme yazısı ister, amatör tiyatrolar orada olmak ister, üniversiteler olmak ister, tanıtım ister, istenir de istenir. Biz doğal olarak bütün yelpazeye bir şey söylemeye çalıştığımız sürece de kişiliğimizi oluşturamıyorduk. Ama son birkaç yıldır çok sevindirici, benim açımdan çok sevindirici gelişmeler oluyor. Şimdi biri hemen yanımda oturan sevgili Gülsüm Odabaş’ın koordinatörlüğünü yaptığı Oyun dergisi, Erbil Göktaş’ın çıkarttığı Yeni Tiyatro dergisi, Ankara’da çıkan Sahne dergisi. Bunlar belli bir süre içerisinde kendi doğal süreçlerinde bu alanın işbölümünü yaptığı zaman artık dergicilik çok daha kişilikli ve daha doyurucu, daha yeterli bir noktaya gelecektir. Okur hangi tiyatro dergisini, nasıl bir tiyatro dergisi okumak istediğine karar verdiğinde alabileceği seçenekler olacaktır. İstediklerinin dışındakiler ile şişirilmiş olan dergiler olmayacaktır. Kendini doyuracak olan dergiler olacaktır. O dergilerin yayın mekanizmalarının da ne yapacağını ve yapacağı şeyi nasıl daha iyi yapacağını kendi içlerinde oluşturma şansı olacaktır. Bu güzel ve sevindirici sürecin devam edeceğini ve biraz daha zenginleşeceğini umut ediyorum. Benim şimdilik söyleyeceklerim bu kadar teşekkür ederim.
Fırat Güllü: Biz de teşekkür ediyoruz. Şimdi hemen sözü ben Oyun dergisinden Gülsüm Odabaş’a veriyorum. Oyun dergisi aslında yeni bir dergi ama tiyatro yayıncılığında belli bir eksikliği gördüğünü ve bu eksikliği doldurma iddiasıyla oluştuğunu biz sohbetimiz sırasında da konuşmuştuk. İsterseniz bu noktada sözü size verelim.
Gülsüm Odabaş: Teşekkür ediyorum. Bizim uzun uzun anlatabileceğimiz bir tarihimiz yok. Daha çok yeniyiz. 1 yaşında bir çocuk gibi görüyoruz kendimizi. Bizim dergimiz iki ayda bir çıkıyor. Şu an sekizinci sayısını hazırlıyoruz. Oyun dergisi olarak biz farklı meslek gruplarından gelen insanlar değiliz. Hepimiz tiyatroyla uğraşan insanlarız. İçimizde estetik anlayışları, tiyatro tarzları birbirinden farklı tiyatrocular var. Yazı kurulumuzda klasik alanda uzman Hasan Anamur, feminist tiyatro eleştirmeni, aynı zamanda yaratıcı drama çalışmaları yapan Tijen İnaltong, çağdaş gösteri sanatçısı Yeşim Özsoy Gülan ve kukla tiyatrocusu Cengiz Özek var. İşin ticari boyutunu veya satış kanallarını etraflıca planlamadan bir dergi çıkaralım diyerek bir araya geldik ve bir dergi çıkarmaya başladık. 2-3 ay süren nasıl bir dergi çıkmalı, nasıl bir dergi çıkarmalıyız tartışmaları sonucunda, 2007 Mart ayında Oyun dergisi yayınlanmaya başladı. Tarihsel bellek oluşturmayı, genç kuşakların kendini ifade edebileceği bir platform sağlamayı ve dergiyi bir başvuru kaynağı haline getirmeyi amaçlıyoruz. Dergimizin biraz içeriğinden, başlıklarından bahsetmek istiyorum. Ayşegül Yüksel, Sevda Şener, Özdemir Nutku, Zehra İpşiroğlu gibi usta yazarlarımız yazıyor. Genç kalemler başlığı altında yeni üniversite mezunları, üniversite öğrencileri veya yazmak, kendini geliştirmek isteyen herkes yazıyor. Ben de, Mustafa Bey’in hem eski hem yeni kuşak eleştirmenlerimizin olduğu, ancak sayılarının ve kendini ifade edebilecekleri alanların az olduğu saptamasına katılıyorum. Buna ek olarak biz bir de varolan eleştirmenlerden yazı almakta ciddi olarak zorlanıyoruz. Ne gibi bir zorluk yaşıyoruz? Neredeyse tüm eleştirmenlerimiz beğendikleri oyunlar üzerine yazı yazmak istiyorlar. Bu eleştiri yazısı üretimi üzerinde ciddi bir kısıtlama yaratıyor. “Bir Oyun Üç Bakış” başlıklı bölümümüzde bir yönetmen, dramaturg veya oyuncu, bir eleştirmen ve bir seyirci bir araya geliyor. Dans, performans, çağdaş gösteri sanatları üzerine yazıları yayınlıyoruz. Her sayıda bir dosyaya yer vermeye çalışıyoruz. Mücap Ofluoğlu, belgesel tiyatro, forum tiyatrosu ve ezilenlerin tiyatrosu konularını dosyalaştırdık. Tarih ve mekan başlığı altında tiyatro mekanlarını inceliyoruz. Biz tiyatroyla ilgili her şey sloganıyla yayın hayatına başladık. Gerçekten de tiyatronun tüm alanlarını mümkün olduğunca kapsamaya çalışıyoruz. Dekorundan tutun da, sahne tasarımına, ışığına, giysiye, mekana kadar. Yeni açılan mekanlardan, yok olmuş mekanlara kadar tiyatroyla ilgili her şey dergimizin konusu. Çocuk tiyatroları konusunda Nihal Hanım bize de çok önemli bir destek veriyor. Kısa oyunlar, karikatür yayınlıyoruz. Belirli bir sayfa sayımız yok, dinamik bir yapımız var. Bizim için önemli olan yazıların niteliği ve konunun detaylı bir şekilde okuyucuya yansıtılması. Derginin yazı kurulu düzenli olarak toplanıyor ve içeriği belirliyor. Gönüllü olarak çıkarıyoruz. Alternatif bir dağıtım kanalımız yok. Dağıtım konusunda çok sıkıntı yaşıyoruz. Kitapçılara gidip raflarda kitaplarımızı görememeyi bizde yaşıyoruz. Biz her sayı çıktıktan sonra yazı kurulu olarak derginin peşine düşüyoruz. Kitapçıları geziyoruz, acaba hala rafta mı değil mi diye bakıyoruz. Kitabevleri iki veya üç tane rafa koyuyor, bir daha da dönüp bakmıyor. Oyun dergisini kitapçılarda bulamadık, bu sayınız çıkmadı mı diye aranıyoruz. Biz şöyle bir taktik geliştirdik. Rafta dergi bitti mi, gidip ben Oyun dergisi istiyorum diyoruz, ancak o zaman getiriyorlar. Bu sıkıntıyı çok fazla yaşıyoruz. Sürekli bunun takipçisiyiz.
Bülent Sezgin: Gülsüm bir şey sorabilir miyim? Maliyeti nasıl karşılıyorsunuz ve derginiz kaç adet basılıyor? Onunla ilgili kısa bir bilgi verebilir misin?
Gülsüm Odabaş: Tabii. 1000 adet basılıyor. Say dağıtım dağıtıyor. Artshop Yayınevi’yle çalışıyoruz. Bizim de tabii doğal olarak hiçbir şekilde ticari kaygımız yok. Biz bundan kar edeceğiz demiyoruz. Amacımız daha çok okuyucuya ulaşsın. Daha fazla basalım. Daha nitelikli şeyler yapalım. Sonuçta gelecek para derginin içeriğini, kalitesini her şeyini etkileyecek bir şey. Ama tabii bütün dergilerde, sadece tiyatro dergisinde değil tabii, şiir, edebiyat, resim bütün alanlarda yaşanan bir sıkıntı okuyucu sıkıntısı. Bu alanda da bugün buraya gelmemiz, birlikte bunları tartışmamız çok çok önemli bir gelişme bence. Bu alanda birlikte olup, neler yapılabilir, nasıl bir satış politikası geliştirmeli, birlikte olup ortak çaba harcanması çok umutlandırıcı ve sevindirici. Bunun için BGST’ye teşekkür ediyorum, Fırat Bey’e. Benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar.
Fırat Güllü: Teşekkür ediyoruz. Aramızda yeni bir dergi var: GİST. Henüz tek sayısı yayınlandı. GİST farklı bir formatta yayınlanıyor, farklı bir alanı da doldurma iddiasında. Sadece tiyatro dergisi diyemiyoruz, daha çok çağdaş gösteri sanatları diyebileceğimiz daha geniş bir kavram içerisinden bakıyor. Şimdi sözü yayın kurulu üyesi olarak aramızda bulunan Mehmet Ali Alabora’ya bırakıyorum.
Mehmet Ali Alabora: Ben burada hem dergisi hem de kendisi en genç olanlardan biriyim. Dergimiz henüz altı aylık. İlk etapta altı ayda bir çıkması planlandı. Bunu üç ayda bire çıkartma niyetimiz var. Periyodumuzu sıklaştırmayı şimdilik düşünmüyoruz. Fırat’ın söylediği gibi bu bir çağdaş gösteri sanatları dergisi, zaten kapağında da öyle yazıyor. Gist, Çağdaş Gösteri Sanatları Dergisi. Adı niye Gist? Bu sorulabilir. Birincisi Garajistanbul’dan Gist. Garajistanbul’un sahibi olduğu bir yayın olarak Gist böyle bir çağrışım yapıyor. İkincisi birkaç dilde hem İngilizcede hem Almancada töz, öz anlamlarına da gelen bir sözcük ve Türkçede de Garajist göndermesi var. Gist’in birinci sayısında Naz Erayda’nın yazısı derginin ne olmak istediğini, niye var olduğunu güzel anlatıyor. Ben de biraz özetlemeye çalışayım. Çağdaş gösteri sanatları alanında bir bellek, izlek oluşturmak için çıktı Gist. Fakat biraz başa dönüp Garajistanbul’un varlık nedeninden başlayayım. Bir ihtiyaçtan doğdu Garajistanbul. 1980’lerde başlamış ve 90’ların sonunda artık dünyadaki dolaşımda ürünlerini göstermeye başlamış çağdaş dansın, çağdaş tiyatronun bir görünürlük projesi olarak çağdaş gösteri sanatları alanında varolması ihtiyacından doğdu. Bu ihtiyacın ve bu ihtiyacı yaratan koşulların bir ihtiyacı da bir yayındı aslında. Dolayısıyla Gist bir ihtiyacın ihtiyacı olarak ortaya çıkmış bir yayın olarak yayın hayatına başladı. Sahibi sınırlı sorumlu Garajistanbul Sanat Üretimi ve Pazarlama kooperatifidir. Tıpkı Garajistanbul’da olduğu gibi Gist’te kar amacı gütmeyen bir kuruluştur. Daha doğrusu Gist kar amacı gütmeyen bir kuruluşun alt öğelerinden bir tanesidir. Dolayısıyla da zaten kar amacı güdemez, Garajistanbul’unda kuruluş sözleşmesinde ortakları arasında kar paylaştıramayacağı yazar. Bu alana ait işlere farklı dergilerde, farklı yayınlarda, farklı mecralarda yer veriliyordu, ama kendine özgü kendi ihtiyaçlarını giderecek bir yayın olarak, çağdaş gösteri sanatları alanını kapsayacak bir yayın yoktu ve Gist temel olarak bu ihtiyaçtan doğdu. Naz Gist’teki yazısında, ilk konuşmaların nasıl yapıldığını, TAL sürecinde Türkiye’de çağdaş gösteri sanatlarıyla uğraşan topluluklar bir araya geldiklerinde, 90’ların ortalarında kendi aralarında böyle bir ihtiyacın nasıl giderilebileceğini tartışmalarını güzel bir şekilde anlatıyor. Onun cümlelerini okuyayım. “Bir Garajistanbul yayını olan Gist çağdaş gösteri sanatları, tiyatro, dans ve performans alanındaki yenilikçi, yaratıcı, hayal gücünü harekete geçiren ve alternatif bir sanat anlayışını benimseyen sanatçılar ve onların çalışmalarıyla ilgili bir bellek, izlek oluşturmak üzere 6 aylık bir dergi olarak yola çıkıyor. Çağdaş gösteri sanatları alanı aynı zamanda yeni bir kuramsal ve eleştirel dili de gereksiyor. Gist bu gereksinimin bir ürünü olarak bir mecra yaratıyor.” Ben kendi adıma Gist’i bir mecra olarak, bir platform olarak görüyorum. Tıpkı Türkiye’de çağdaş gösteri sanatları alanında üretim yapan insanların bir platformu, görünürlük yeri olarak Garajistanbul nasıl varsa, entelektüel ve yazınsal alanda üretim yapılabilecek bir alan olarak da Gist var. Gist’i elimizden geldiğince bu alandaki herkese yer açmaya çalışan, herkesin görünürlüğünü sağlayacak şekilde var etmeye çalışıyoruz. Diğer tarafta bir mekanı var etmeye çalıştığımız gibi. Gist’i, fikirlerin yazınsal ve entelektüel ortamda paylaşılabileceği, bir izleğin, belleğin, referans noktasının, bir kaynağın oluşturulabileceği bir platform olarak değerlendirmeyi daha uygun buluyorum. Bu kaynak ve referans olma hali de önemli. Gist’i o an için tüketilecek bir şey değil, uzun süre rafta kalacak ya da biriktikçe uzun yıllar duracak, uzun sürelere yayılan, on yirmi yıllara yayılan bir referans noktası olarak, bir kaynak kitap olarak da düşünmek söz konusu olabilir. Gist’le birlikte Türkiye’deki gösteri sanatlarının (tiyatronun, dansın ve gösteri sanatlarıyla ilişkilenen müziğin) geriye dönük farklı okumalarının yapılabilmesi için de bir imkan ortaya çıkacak diye umut ediyoruz. Sadece bu alanlarla değil, bu alanların kesiştiği diğer disiplinlerle de ilişki kurmaya, diğer disiplinlerin içinde üretim yapan yazarların da için de üretim yapabilecekleri bir platform kurmaya çalışıyoruz. Dahası diğer sanatlar da değil, yani gösteri sanatlarıyla ilişki kuracak diğer sanatlar da değil, gösteri sanatlarıyla yolları kesişebilecek, ortak dertleri güdebilecek, teknolojik, toplumsal, sosyal meselelerin de içinde olabileceği bir mecranın, bir yazı alanının oluşmasına gayret ediyoruz. Yayın kurulunun bir üyesi olarak, dolayısıyla dergiye de yansıyacak bir kişisellikte önemsediğim bir mesele de gösterim metninin belgelenebilir olması, gösterim metni üzerinden bir belleğin ve izleğin oluşturulabilir olması. Çünkü alışıldık tiyatro yazınında ya da yayınında gösterim metninin öne çıkması her zaman rastlanabilen bir şey değil. Bu bir tek bizim için geçerli değil, dünyada böyle. Bütüncül bir yapıt olarak önümüzdeki gösterinin tüm metninin, tasarımıyla, mizanseniyle, yaratımıyla, sahne tasarımıyla, rejisiyle, oyunuyla, oyun biçimiyle, bütün bunlarla birlikte gösterim metninin bir bellek olarak koyulabilmesini çok önemsiyorum. Özellikle Türk tiyatrosuyla ilgili bir araştırma yapmak için kaynaklara indiğinizde, hangi oyunun nasıl oynandığıyla ilgili bilgi sahibi oluyorsunuz, ama gösterim metinlerinin izini sürmek çok kolay olmuyor. Ya kaynak kitaplardan bakmalısınız ki, bu kaynak kitaplar bir süre sonra ortak bir dil geliştiriyorlar, ya da o dönem içinde yayınlanmış yayınlara gitmelisiniz. Her iki durumda da gösterim metinlerinin izini sürmek çok kolay olmuyor. Benim kişisel olarak da takık olduğum bir mesele olan, gösterim metninin bellek ve izlek olarak önümüze koyulabilmesi açısından da biz bu platformu canlandırmaya çalışacağız. Gist tamamen desteklerle çıkıyor. Bütün yazarlarının, öncelikle yazarlarının ve çalışanlarının desteğiyle, sonra burada anmadan geçemeyeceğim, Tempo matbaasının büyük desteğiyle çıkıyor. Bu derecede bir büyük dergiyi finansal olarak bir kooperatifin ve kar amacı gütmeyen bir kuruluşun, kendisi desteklerle ayakta durmaya çalışan ve henüz maddi bir desteği olmadığı için kendisi de kolay zamanlar geçirmeyen bir kurumun yürütmesi çok kolay değil. Bu anlamda Garajistanbul’un ayni destekleri içinde Tempo matbaası bu dergiyi bir süreliğine, en azından birinci, ikinci sayılarını böyle basmayı kabul ettiği için şanslıyız. Bir anlamda onlar bunu sağlıyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam 5000 tane bastık dergiyi. Raflarda uzun süre dursun, on yıllar içinde, beş yıllar içinde tüketilen bir dergi olsun diye 5000 bastık. Öbür sayılarda kendi maddi imkanlarımızla karşılayabilir miyiz bilmiyoruz, ama ilk sayıda Yaysat’tan dağıtım desteği aldık. Ayrıca alternatif yolları bizde kullanmaya çalışıyoruz. Bu alternatif yollar arasında, çeşitli kültür kurumlarıyla, kütüphanelerle ilişki kurma, kendi üyelerimiz ve destekçilerimiz arasında elden dağıtım yapmayı sayabiliriz. Derginin daha görünür, daha dolaşır olabilmesi için farklı bir iletişim planı oluşturmaya çalışıyoruz. Sadece sektör içinden insanlara ya da bu alanda üretim yapanlara değil, herkese ulaşabilmesi, herkesin ilişki kurabilmesi için devam etmesine çalışıyoruz. Her dergi de olduğu gibi zamanla kendi hayatını sürdürebile
n, kendi ayakları üstünde durabilen bir yapı oluşmak zorunda. Bunu da nasıl sağlayabiliriz diye çalışmaya devam ediyoruz. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim. Daha sonra zaten tartışırız.
Fırat Güllü: Teşekkür ediyoruz. Son olarak ben kendime söz veriyorum. Ben Mimesis dergisini yayına hazırlayan ekibin içerisindeyim. Bu gösterdiğim tarihi bir birinci sayı, yani çok az bulunuyor. Ben okula girdiğimde BÜ’de bu dergi yeni çıkmıştı. Bu derginin bütün aşamalarında çalışmış bir insan olarak birazda gururla elimde tutuyorum bu sayıyı. Aslında Mimesis’in ilk sayısını incelemek bize sonrası hakkında bir şey söylüyor. Nasıl bir dergi devam etti, ne oldu, nereyi doldurmaya adaydı. Bu konularda bize bir şey söylüyor. Takip eden birçok insanın da bildiği gibi, BÜO bir okuldur. Yani oraya girdiğinizde tiyatro hakkında hiçbir şey bilmiyor olsanız bile önceki kuşakların birikimini size bir şekilde devreden bir yapı söz konusudur. Bu değişik evrimler geçirse de bugüne kadar sürmüştür. 70’lerden beri gelen bir sürekliliği vardır. Dergi de bunun içinde bir yerlere oturuyor. Bunu iyi anlamak lazım. Dergi bu okullaşma faaliyetinin sonuçlarından birisidir de diyebiliriz. Temelde iki ihtiyaçtan doğmuştur Mimesis. Mimesis tabii bir öğrenci dergisi olarak başladığı için, uzun süre de öyle devam ettiği için, haber yorum dergisi niteliği hiçbir zaman kazanamadı. Son dönemde biraz o alanı geliştirmeye çalışıyoruz. Genellikle çeviri ve araştırma yönü ağır basmıştır. Zaten ilk sayıya baktığımızda Stanislavski, Adamov, Grotowski, Copeau, Moliere’den çeviriler ve üç tane de telif yazı görüyoruz. “İkna Etme Estetiği ve Brecht” Mehmet Açar’dan, “Araçlarını Arayan Tiyatro” Hakan Gürel, “Neden Moliere?” Ömer F. Kurhan. Buraya baktığımızda aşağı yukarı bir fikir ediniyoruz. Çeviri faaliyetini temelde çok eksikliği hissedilen, özellikle 20. yy avangardizminin önemli yapı taşlarının Türkçeye kazandırılması olarak tanımlıyoruz. İkinci anlamda da üniversite tiyatrolarının ve genel anlamda amatörlerin yaptıkları tartışmaların, yürüttükleri araştırmaların, okuyucuyla paylaşılması amacını güdüyordu. Çıkış yazısında bir çeviri dergisi olarak dünya tiyatro tarihinde önemli bir yere sahip tiyatro ustalarının yazılarını düzenli olarak Türkçeye kazandırmayı, bir araştırma dergisi olarak da amatör tiyatro pratiğine araştırma ruhunu yerleştirmeyi hedeflediği yazıyor. Daha ilk başta kendisini tiyatro camiasına açık bir buluşma mekanı olarak sunmuştur. Mimesis’i takip edenler bilirler. Mimesis uzun bir süre 20. yüzyılın ikinci yarısı hatta altmışlardan sonrasının, Grotowski, Barba, Peter Brook, Mnouchkine, Pina Bausch gibi önemli dönüm noktalarının ciddi anlamda çevrildiği ve onun üzerine bazı araştırmaların yapıldığı bir dergi olarak hatırlandı. Bizim için örneğin Yoksul Tiyatro Özel Sayısı çok önemli bir dönüm noktasıydı. Ciddi bir değişim anlamına gelir. Derginin algılanış biçimini, ilişki kuruluş biçimini, akademilerin bakışını da değiştirmiştir. Bunun da etkisiyle 6. sayıyla birlikte BÜY’ün bir yayın organı haline gelmiştir. Bir öğrenci dergisi olmaktan çıkıp, Yayınevi’nin içerisinde yayınlanan bir dergi haline gelmiştir. Bugün de bu durum devam etmektedir. Biz Mimesis’i yılda bir çıkan bir dergi olarak planlamıştık, ancak bazen Yayınevi’yle yaşadığımız, bazen kendi içimizdeki sıkıntılardan bu periyot tutturulamadı. Yaklaşık 20 yıl içerisinde 14 sayı yayınlamamız, yılda bir periyodunu tam olarak yakalayamadığımızı gösteriyor. Ancak son dört sayıdır bunu gerçekten önemsiyoruz. Dergiyi artık periyodik bir hale getirmek istiyoruz. Bunun için gerekli insan kaynağına da sahip olduğumuz görüşündeyiz. Dışarıya da açığız ve ilişkilerimizi sürekli açık tutmaya, platform niteliğini hayata geçirmeye çalışıyoruz. Uzun bir süredir tartıştığımız bir nokta da şu anda yürüyen tiyatro ortamına, tiyatro tartışmalarına nasıl aktif bir şekilde müdahil olabileceğimiz. Bunun için en az altı aylık bir periyot gerekiyor. Ben de katılıyorum, ideali bunun üç aydır belki, ama biz en azından altı ayda bir yayınlama niyetindeyiz. Son dört sayıda bunu tutturduk ve sürdürmek istiyoruz. Dağıtım herkesin sorunu olduğu gibi Mimesis’in de sorunudur. Ben de tekrarlamak istiyorum aslında. Biz mutlaka alternatif kanallar bulmak zorundayız. Kitap rafta dursun, birileri bulur okur, bu gerçekçi bir yaklaşım değil. Zorlamalıyız, bu da bir kanaldır, ama mutlaka alternatif kanallar bulmalıyız. Bence bir derginin kime seslendiği çok önemli. Biz onun tespitini yapabilmeliyiz ve o kişiye gitmeliyiz. Ben Yılmaz Bey’e katılıyorum. Öğrenciler ciddi anlamda bu konuda ihtiyaç duyan ve bu konuda istekli olan kesimi oluşturuyor. O zaman biz onlarla buluşmalıyız. Ama bu buluşma sadece bir pazarlamacının kapıyı çalması şeklinde olmamalı. Barba’nın kültürel takas diye 70’lerin sonunda ortaya attığı bir kavram vardır. Siz bir köye gidersiniz, bir İtalyan köyüne, kendinizden bir şey verirsiniz, hazırladığınız bir gösteriyi, onlardan da bir gösteri yapmalarını istersiniz. Bu entelektüel olarak, daha ahlaklı bir tavır gibi görünüyor. Biz de bir dergi, bir yayın olarak, gittiğimiz insana bir şeyler vermeliyiz ki, o da o dergiyi alsın. Bu ilişki biçimlerini kurabilmeliyiz. Ben Bülent’in söylediği bir şeye çok katılıyorum. Tiyatro camiamızda ne yazık ki ciddi bir anti-entelektüelist eğilim var. Burada bir grup insanız, bir şeyleri tartışıyoruz, çok iyi bir ortam var, ama azız. İnsanlar artık bu konularda kafa yormak istemiyorlar. Paylaşmak, okumak, birbirlerinin oyunlarını izlemek bile istemiyorlar. Böyle bir ortamda alternatif bir eğilim oluşturmamızın ve bu şekilde ayakta kalmamızın yolu, insanlarla bunu paylaşmaktan, paylaşmanın yollarını bulmaktan geçiyor. Örneğin genç tiyatroculara seminer verebilmeliyiz. Onlara bilgi sunabilmeliyiz, birikim aktarabilmeliyiz. Barba’nınki gibi karşılıklı bir alışveriş olması da şart değil. Bunları hesaba katan bir anlayışın ben çok daha güçlü duracağını düşünüyorum. Şunu da eklemek istiyorum, hemen hemen tüm topluluklar veya dergiler de aynı şeyi söylüyor. Sonuçta bu biraz gönül işidir. Bu yönünü kaybetmemesi de gerekir. Tiyatro yayıncılığının çok büyük paralar kazanılabilecek bir alana dönüşmeyeceğini varsaydığımızda, böyle bir yönünün devam edebileceğini de tahmin edebiliriz. Ben şimdilik burada bitiriyorum.
Fırat Güllü: Sanıyorum tartışma bölümü için hazırız. Az önce özellikle dergi grubunu konuşurken aklıma ilginç bir şey geldi. Ortak sorunları olan ve böyle onlarca yüzlerce isimden de söz edemiyoruz. Bu yayınlar genel tiyatro ortamının durumuyla paralel olarak çok sınırlı bir işleve sahiptir. Halbuki baktığımızda Tiyatro Tiyatro’nun ciddi bir haber yayını olduğunu, Oyun dergisinin iki aylık olmasının da getirisiyle biraz daha süzerek bir şeyleri tartıştığını, Mimesis’in panel metninin tümünü basabilecek hacimde olduğunu görebiliriz. Sonuç olarak böyle olanaklar var. Değişik dergiler farklı alanları doldurabiliyorlar, ama böyle bir iletişim halinde değiller. Umut ediyoruz ki, böyle bir panelle başlayan bir ilişkilenme tiyatro alanındaki yayınları birbirine yakınlaştırır. Başka dergiler de çıkmaya devam ediyor ve yenileri çıkacak gibi de görünüyor. Bu yakınlaşma, mücadelesi verilirse, birçok sorunumuzu çözecek bir hale de dönüştürülebilir. Kişisel görüşüm bu yönde. Bilmiyorum diğer katılımcılar neler düşünüyorlar bu konularda. İzleyicilerden de söz alan insanlar olabilir.
Boğos Çalgıcıoğlu: Merhabalar. Ben çok uzun yıllar, 40 yıldan fazla bir süredir, amatör olarak tiyatroculuk sevdasının peşinde koşan bir insanım. Dergilerle şöyle bir başlayacak olursam. İlk aldığım tiyatro dergisi 1970 yılında çıkan Tiyatro 70. Daha sonra Tiyatro 72. Milliyet Sanat bir ara tiyatroya çok önem verdi. Milliyet Sanat önemli bir dergiydi. Şu anda Sahne dergisi, Oyun dergisini alıyorum. Buradaki arkadaşlarımız dergilerinin satışını arttırabilmek için yapmaları gereken şeylerden ziyade, dergilerinin içeriğini anlatmaya çalışıyorlar. Bizim dergimizde şu yazar var, bu yazar var, öteki yazar var gibi. Mitos Boyut Genç Oyuncularla ilgili Atilla Alpöge’nin yazdığı bir kitap çıkardı. Bundan iki-iki buçuk ay kadar önce, Yekta Kopan’ın programında böyle bir kitabın çıkmış olduğunu duydum. Genç Oyuncularla benim çok özel ilişkilerim olduğu için ve özel bir merakım olduğu için hemen bu kitabı aramaya başladım. İki ay sonra buldum bu kitabı. Bu kitabın çıkmış olduğunu hem takip ettiğim gazetede hem de TV’de duymuştum zaten. Atilla Alpöge’nin adını bilmeyen kitap satıcılarının bu kitabı satabilmesi düşünülemez. Eğer sistem böyle çalışıyorsa, eğer siz hepiniz kitabın veya derginin satılamadığından şikayetiniz varsa ki, böyle bir şey tabii ki var, biraz da acaba hatayı kendinizde aramanız gerekmiyor mu? Agop Ayvaz’ı tanır mıydınız?
Gülsüm Odabaş: Tabii. Biz ilk sayımızda onunla ilgili çok ciddi bir dosya yaptık.
Boğos Çalgıcıoğlu: Biliyorum, o sayı var bende. Agop Ayvaz Kulis dergisini, üstelik de Ermenice lisanıyla yapılmış olan Kulis dergisini, 50 yıl çıkardı, aralıksız. Konuşmalarınıza başlarken hep gönülle yapıyoruz, hiçbir kar amacımız yok, biz bu işe gönül koyduk diyorsunuz. Tabii ki gönül koyacaksınız. Ama Güllü Agop’un zamanında eleştirildiği nedeni biliyorsunuz. Güllü Agop için denir ki, Güllü Agop Vartovyan için, daha sonradan Güllü Yakup olan vatandaş için denir ki, eğer yeterli tahsili olsaydı bir bankayı mükemmelen yönetebilirdi. İdarecilik diye bir kavram var. Bu işi tamamen gönülle yaptığımız sürece raflarda derginizin veya kitabınızın bitmiş olduğunu ancak kendiniz gidip sorarak öğrenebiliyorsunuz. Bu iş ya imece usulüyle, ya ondan bundan ya da sivil toplum kuruluşlarından alınan desteklerle yapıldığı için çok fazla canımız yanmayacak gibi düşünüyoruz. Bu işi biraz gevşek tutuyoruz gibi geliyor bana. Gerçi Türkiye’de her türlü yayıncılık yapılabiliyor. Bazı özel yayıncılıkları dışarıda tutuyorum, biliyorsunuz adı önemli değil binlerce dolarlık birtakım kitaplar dünyanın dört bir yanında bedava dağıtılıyor. Biz tiyatrocuların, ekonomik anlamda, çok yüksek noktalara gelmiş olduğunu ben görmedim. Çok zengin tiyatrocu pek tanımıyorum ben. Herkes amatörce bu işin içine atlıyor, gönlünü koyuyor, ama konulan gönül bu iş için yetmiyor arkadaşlar ve hiçbir zaman da yetmeyecek. Çıkarmaya, yayınlamaya çalıştığınız kitapların veya dergilerin belli bir zümre tarafından takip edildiğini siz de biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Yani tiyatroyla ilişkisi olmayan bir insanın çıkıp da bir tiyatro dergisini satın alması için onu ona cazip gösterecek bir şeyler yapacaksınız. Demiyorum ki içine magazin haberleri koyacaksınız. Bir Kulis dergisi 50 yıl boyunca düzenli olarak, Agop Ayvaz’ın özel gayretiyle, çantasına kitaplarını koyup, yurtdışına çıkıp, Yunanistan’dan Beyrut’a kadar dolaşıp, tek tek abone kaydetmesiyle çıkmış. 2008 yılının ortalarında bu işi konuşup hatamız nerede diye bu paneli düzenlemek, tabii ki doğru bir şey, ama çok geç kalınmış bir şeydir. Hata okuyucuda da var. Tabii ki var. Eğer o çok satılan bir kitap olmuş olsaydı, okuyucu zaten kapış kapış alacaktı. Gaste diye bir gazete çıkıyor biliyorsunuz. Şakır şakır da dağıtılıyor. Ama bir şekilde okunuyor. Geçenlerde bir şey fark ettim ben. Bilmiyordum, cehaletimden belki. Zaman gazetesi 870.000 tirajı olan bir gazeteymiş. Fakat bayilere gidip de bana Zaman gazetesi verir misin diyen insan sayısı 33.000miş. Ama gazete 870.000 adet basıyor. Bazı mahalle ağabeyleri varmış, bu mahalle ağabeyleri bu gazeteyi toplu olarak satın alıp, orada birtakım insanlara ücretsiz olarak dağıtıyormuş. Bunlar detayın en ucu diyelim. Ama onlarla bizim tiyatro dergilerimizin arasında da bir geçit noktası olması gerekiyor. Bu tamamen amatör birtakım duygularla gönül koyarak, benim dergim bakın ne güzel sayfaları var, benim dergimin şurası şöyle, şurası böyle diyerek olmuyor. Çanta elimizde ya dolaşacağız, ya ona buna gideceğiz. Bir şekilde pazarlamamız gerekiyor. Ben 100 sayıdan fazla çıkmış bir tiyatro dergisi hatırlayamıyorum.
Mustafa Demirkanlı: 187’ye ne dersiniz.
Boğos Çalgıcıoğlu: Hangisi?
Mustafa Demirkanlı: Tiyatro Tiyatro.
Boğos Çalgıcıoğlu: Doğru. Bugüne kadar çıkmış, açılmış kapanmış o kadar çok dergi var ki, bu dergileri veya bu kitapları satacak olan insanları bir şekilde eğitmemiz gerekiyor. İnanın Atilla Alpöge’nin kitabını herhangi birinin merak edip de, alıp heyecanla okuyabileceğini pek sanmıyorum. Hangi kitapçıya girdimse, kitabı bilgisayarda ararken Atilla ne dediniz diyor bana. Ben orada sinirleniyorum zaten. Tamam bırak kalsın diyorum. Acaba bu kadar uğraşarak, bu kadar gönül koyarak yaptığınız şeyleri, kimler satmalı diye düşünmemiz gerekmiyor mu? Kitapçılarda rafların arkasına düşüyor, bitiyor veya işte hanımefendinin dediği gibi gidip ancak soruyorsunuz ki, ancak ortaya çıkartılıyor. Dolayısıyla satış politikası üzerinde yoğunlaşmak ve bu işi daha mantıklı bir zemine oturtmak gerekir diye düşünüyorum. Gönül koymak, “hiçbir kar gayemiz yoktur”un altını çizerek dergiyi anlatmak bence yanlış. Kar amacı olsun. Oradan aldığınız, oradan kazanacağınız paralarla Garajistanbul’a üç tane daha spot alınsın. Bir başka tiyatro salonunun perdesi tamir edilsin. O parayı alıp da Nevizade’de rakı içmeyin. Bunun bir ortalaması olması lazım. Satış politikası üzerinde çok iyi durulması gerekir diye düşünüyorum.
Mustafa Demirkanlı: Söyledikleriniz genel hatlarıyla doğru. Ancak bu doğruların hayat içerisinde nasıl bir karşılığı olduğunu görmek için ben basit, çok basit iki şeye başvuruyorum. Birincisi, TV kanallarında TRT2’nin dışında tiyatro programı var mı? Dağıtım sorunundan bahsediyoruz. Dağıtım medya tekellerinin elinde, bu tekellerin kendi dağıtım örgütleri var. Doğan Medya Grubu var, Sabah Grubu var, Akşam Grubu var, hepsinin teferruatlı dergileri var. Yani artık yemek dergisi değil, kuru fasulye dergisi çıkartacaklar. İkincisi, hiç merak ettiniz mi neden bir tiyatro dergisi çıkartmıyorlar. Matbaaları var, dağıtım ağları var. Bu soruları sorduğumuz zaman başka bir gerçekle karşılaşıyoruz. Sizin söyledikleriniz elbette çok kıymetli. En azından kendi adıma söyleyeyim. 18 yılın içerisinde çok değişik alternatifler denedik. Bu soruları sorduğumuz zaman, olmayan bir şeyi yaptığımızı fark ettim, ama artık çok geçti. 17 yıl geçmişti. Belki 17. ayda bunu fark etseydim, orada bırakırdım dergiyi. Bütün bu gerçekliklerle birlikte ne yapılabilire bakmanın doğru olduğunu düşünüyorum. Ne bulunabilir bilmiyorum ama bir şey bulunması gerekir.
Yılmaz Öğüt: Ben de Atilla Alpöge’nin kitabı için bir şey söyleyeyim. Atilla Alpöge’nin kitabı birçok gazeteci tarafından köşe yazısı olarak yazıldı, tanıtıldı. Cumhuriyet Gazetesi, Hürriyet, TV’lerde çıktı, tanıtıldı. Şimdiye kadar satışı 220 adet. Yani o kadar program yapıldı, o kadar içinde ismi geçen insan var, ama satış 220. Yapacak bir şeyimiz yok. Biz dağıtım şirketlerine veriyoruz, dağıtım şirketleri de kitapçılara veriyor. Beyoğlu’ndaki kitapçıların birkaç tanesine biz direk veriyoruz, ama bu kadar. İstanbul’da geziyorsunuz, Beyoğlu’nda. Anadolu ne oluyor? Gezmek çıkar yol değil. Başka bir sistem bulmak gerekiyor. Mustafa Bey’in dediği gibi, büyükler dergileri dağıtmadıkları gibi, tiyatro kitabı da basmıyorlar. Yahutta bak sen kaç senedir kazanıyorsun ki, direniyorsun deyip hiç kimse benim kapımı çalmadı yayınevini satın almak için. Bu iş kendi içinde var, varlığında, özünde var. Az satıyor, az kişi uğraşıyor bu işle, ama biraz daha fazla çalışmak lazım. İşte misal olarak söyledim. Oyun Stüdyosu’nda 400 tane kitap satıldı. Bunları zorlamak lazım, ama o kadar çok işimiz var ki bunlarla uğraşamıyoruz. Biz iki, üç kişiyle bu işi yapıyoruz. Üç kişiyle dört yüz tane kitap çıkardık kaç senede. Daha evvel iki kişiydik. Onun için fazla umutlu değiliz. Belli bir satış trendi var, onu %10 arttırırsınız belki, ama daha fazla olacağını sanmıyorum. Teşekkür ederim.
Gülsüm Odabaş: Amacımız kar gütmek değil, ama para kazanıp her şekilde niteliği yükseltme gibi bir derdimizin olduğunu düşünüyorum. Bazı sosyalist gazeteleri Taksim’de yolun ortasında durup bağırarak dağıtırlar. Dergiyi ilk çıkardığımız zamanlarda, dergiyi bütün büyük şehirlerde bu şekilde ücretsiz veya çok cüzi bir paraya dağıtmayı hayal etmiştim. Hem tiyatrocuların, hem yayıncıların her şeyi yapmaya çalışmak gibi bir sorunu var. Yönetmeye çalışıyorlar, götürmeye çalışıyorlar, seyirci bulmaya çalışıyorlar. Her şeyle kendiniz uğraşıyorsunuz ve bu konuda çok büyük sıkıntılar yaşıyorsunuz. Büyük yayın dağıtım şirketleri diyoruz, size diyorlar ki, üç beş bin basın, her yere dağıtayım. Herkes ister dergisinin veya gazetesinin üç beş bin basılmasını, ama bunun çok ciddi mali sonuçları var ve herkes bunun altından kalkamayabilir.
Mehmet Ali Alabora: Bir de iki bin lira hava parası istiyorlar. Siz veriyor musunuz? (Mustafa Demirkanlı’ya)
Mustafa Demirkanlı: Hayır, genel dağıtıma vermiyoruz.
Mehmet Ali Alabora: Yaysat dağıtmak için baştan iki bin lira istiyor. Beş bin tane basmanız lazım. Ondan sonra da satıştan %40 alıyor toplamda. Eğer belli bir oranın üzerinde iade olursa, onun faturasını da size kesiyor.
Mustafa Demirkanlı: Örneğin dergiyi hazırlayalım CD’de verelim. Belli bir miktarı satsınlar. Ne geliyorsa onlara kalsın. Bize hiçbir şey vermesin. Ben bu şartla da dergiyi dağıtıma veririm. Bunu bile yapmazlar.
Mehmet Ali Alabora: Evet, yapmıyorlar.
Mustafa Demirkanlı: Bunu yapsa bin çeşit dergisinin içerisinde bir tiyatro dergisi çıkartır.
Mehmet Ali Alabora: Aynı sorunlar bir tek bizim alanımıza özgü değil. Ben aynı zamanda Türkiye’nin tek klasik müzik dergisi Andante’nin yayın kurulundayım ve aynı şeyi Andante’ye de yapıyor. Andante de dağıtılamıyor, üç aşağı beş yukarı aynı sorunları o da yaşıyor.
Gülsüm Odabaş: Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler Oyunu’nu ve Oyun Atölyesi’nde bu kitabın satışının çok yüksek olduğunu konuştuk. Haluk Bilginer’den kaynaklı olarak, gerçekten de çok işleyen, çok iyi prodüksiyonlar koyan ve aynı zamanda seyirci sorunu da yaşamayan bir tiyatro olduğunu düşünüyorum. Her gösterime sunulan oyunun kitabını basmak mümkün mü bilmiyorum. Tv’de bir dizi yayınlandığı zaman, örneğin Binbir Gece, onun kitabını izleyici gidip bir kitapçıdan alabiliyor. Tiyatro izleyicisinin, ben bu oyunu izledim, kitapçıdan kitabını alayım, diyeceğini düşünmüyorum. Dergiyi çıkarırken, Devlet ve Şehir Tiyatrosu oyuncuları alsa götüreceğiz bu dergiyi, maddi açıdan çok sıkıntı yaşamayacağız dedik. Bunun konservatuarı var, yazar kesimi var, eğitmen kesimi var, hem de İstanbul’da. Sanki bu başka bir sorun, bu satış sadece dağıtımla ilgili olan bir sorun değil.
Bülent Sezgin: Boğos Bey’in söylediğine şöyle bir şey diyebilirim. Ana akım medyaya, egemen sanat kurumlarına bağlı bir yayıncılık bana hayal gibi geliyor. Birçok kişi ifade etti, Türkiye’de tiyatrocular okumuyorlar. Tek bildikleri oyun çıkarmak, oyun çıkardıktan sonra Beyoğlu’nda içmek, yani biraz uca çekerek söylüyorum, gerçekten tiyatro dünyasında ciddi bir entelektüellik krizi var. Bir yozlaşma durumu var. Konuşmamın başında da tiyatro yayıncılığını Türkiye’deki bu gelişmelerden bağımsız düşünemeyiz dedim. Tiyatro yayıncılığı doğası itibariyle bu ülkede alımlayıcısı az olan bir alan. Bana kalırsa biraz sanatçıların ve yayıncıların kendini sorgulaması, doğru projelerle akademileri zorlamak, amatör tiyatro, alternatif tiyatro bölgesine açılım göstermek, çok da umutsuz olmamak gerekiyor. Yılmaz Bey bahsetti. İstanbul dışına ne kadar açılabiliyoruz. Ege Üniversitesi, Diyarbakır, Mardin, Denizli nereye gidersek gidelim turnelerimizde yayınlarımızı sergiliyoruz. Seyircinin oyun kitaplarımızı oyunla birlikte alması için uğraşıyoruz. Tiyatro yayıncılığı sadece İstanbul’da yapılamayacağı gibi, tiyatro yayıncılığının ulaştığı kesimleri genişletmesi için egemen medyadan beklenti içine girmek de mümkün değil. Fiyat politikalarının da halkın alım gücü gözetilerek belirlenmesi gerekiyor. Konumuzla bağlantılı olduğu için söyleyeceğim. Geçtiğimiz günlerde akademi ve konservatuarlarda tiyatro eğitimi konulu bir paneldeydim ve oradaki tiyatro eğitimi veren akademik kurumların temsilcilerine tiyatro yayıncılığı yapıp yapmadıkları soruldu. Öğrencilerin çıkardığı bir fanzin, dergi veya akademisyenlerin ürettiği bir proje var mı? Cevap sıfıra yakındı. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji ve bir de Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafyayı belki ayırmak gerekir. Bence tiyatro camiası içinde de bir tartışma başlatmak gerekiyor. İstanbul’da beş yüze yakın tiyatro topluluğu olduğu söyleniyor. Bu yaklaşık on bine yakın tiyatrocunun varlığıdır. On bin kişinin olduğu bir ortamda Mitos Boyut bin baskı yapıyoruz diyor. Çok az bir rakam. Biraz iç tartışma yapmak, tiyatroda aydınlanma meselesini gündeme getirmemiz gerekiyor. Ben oradan bağımsız düşünemiyorum.
Fırat Güllü: Bülent’in söylediklerine katılmakla beraber bir örneği paylaşmak istiyorum. Geçenlerde bir panelde Yeni Tiyatro dergisinin editörü Erbil Göktaş’la sohbet ederken, kendisi şunu çok net birkaç kez tekrarladı: Dergi zarar edecek bir şey değildir, ben bunu ispatlamaya çalışıyorum. İki ayda bir, 500 basıyorum, abonelerim var. Çeşitli yerlere de gönderiyorum. İnsanların telifini de ödüyorum, çeviri yapanın çeviri parasını da ödüyorum ve zarar etmiyorum. Hiç kimse hayrına yapıyoruz, ilerde kıymetimiz anlaşılır diye tiyatro yayıncılığı yapmıyor. Bu böyle yapılıyorsa da yanlıştır zaten. O dergiyi döndürebilmek için, daha iyi hale getirebilmek için, belli bir gelir oluşturmak gerekir. Ben de Agop Ayvaz örneğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Orada bir aktivist sanatçı kimliğiyle karşı karşıyayız. Belki o bu işi bir elektronik alet satmak için yapsa zengin olurdu. Hayır, dergi için yapıyor. Kapı kapı gezip abone yapıyor. Bazı aboneleri o kadar netleşmiş ki, çıkmayan sayının parasını bile gönderiyorlarmış, kendisinin anlattığı hikayeler var. Bu okuyucuyla kurulan bir ilişkidir. Bence dürüst bir ilişkidir. Bu aktivist kimliği de boşlamamak lazım. Ana akım medyadan kesinlikle bir şey beklememek lazım. Özellikle tiyatro yayıncıları için. Agop Ayvaz örneğinin verilmesi o açıdan önemliydi. Bu iş aktivist bir kimlik istiyor. Gideceksiniz, gerçekten, ulaşacaksınız, ilişki kuracaksınız. Bu kanallara ihtiyaç var. Ne zaman değişik üniversitelerden tiyatrocularla bir araya gelsek hep bunu duyuyoruz. İnsanların ihtiyacı var. Birikim arıyorlar, eğitim almak istiyorlar, ama bu kanallara ulaşamıyorlar. Biz bir tiyatro dergisini bir metadan ibaret göremeyiz. Aydınlanma perspektifi eksikliği çok önemli bir eksiklik. Derginin amacının aslında belli bir birikimi birileriyle paylaşmak olduğunu, bunun sadece baskı yoluyla değil, yüz yüze ilişkiyle de olabileceğini unutmamak gerekiyor.
Mustafa Demirkanlı: Burada hemen aklıma geldi. Hep kötü örnekler geliyor aklıma. Çok yorgun olduğum için herhalde. Sadık Aslankara vardır. Değerli bir arkadaşımız. Bütün Anadolu’yu dolaşır. Dolaştığı zaman da kentler ve tiyatroları diye çok güzel bir yazı dizisi yapmıştı. 5-6 sayfa, bazen 7 sayfada o kentin, o kent tiyatrosunun bütün tarihini, o günkü durumunu belgelerdi. Bence çok kıymetli çalışmalardır. Bir gün başıma şöyle bir şey geldi. Allah kimsenin başına getirmesin böyle bir şey. Antalya Şehir Tiyatrosuyla ilgili bir yazı çıktı. Bir süre sonra Antalya Şehir Tiyatrosu’ndan telefon açtılar. Biz dergiye abone değiliz, takip etmiyoruz, hiçbir şey yapmıyoruz, ama bizimle ilgili bu sayıda bir yazı çıkmış, acaba rica etsek iki tane, üç tane ödemeli gönderir misiniz dese o kadar üzülmeyeceğim. Şunu dediler, bizle ilgili sayfaları faks geçer misiniz. Ne oluyoruz, bu insanı bitiriyor işte. Yere yapışıyorsunuz böyle pestil gibi. Yaptığınız işe, kendinize hiçbir şeye saygınız kalmıyor. Bir tane al bari arşivine koy. Sizin sorularınız çok doğru da, bu gerçeklerle birlikte ne yaparız.
Boğos Çalgıcıoğlu: Ben aslında bunu birlikte konuşmak istedim ve tatmin oldum şimdi.
Fırat Güllü: İsterseniz başka bir konuya geçelim. İzleyiciler arasında yayın çıkaranlar olabilir. Sahne dergisi dinleyici olarak katılacaktı. Sanıyorum bir tek BÜO var. BÜO bir yıllık yayınlıyor. Yayın çıkaran başka gruplar varsa, onlar da söz alırsa seviniriz. Tiyatro yayını çıkaran insanlar için orası da kürsüdür. BÜO’dan gelen arkadaşımız söz alır mı?
İzleyici (BÜO): BÜO Yıllık sekiz sayı çıkmış durumda. BÜO’da sene boyu çıkan oyunların, yapılan eğitim araştırma çalışmalarının belgelenmesi ve bunların öğrenci kulüpleri ve tiyatro toplulukları arasında yaygınlaştırılmasına hizmet ediyor. Birçok üniversite grubu oyunlar çıkartıyor, araştırmalar yapıyor, fakat bunlar arşivlenemiyor veya amatör tiyatro camiasında paylaşılamıyor. BÜO, kendi açısından bu ihtiyacı karşılamak amacıyla Mimesis’in Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi çatısı altına girmesinden sonra Yıllık yayınlamaya başladı. Dağıtımı Boğaziçi Üniversitesi içinde, turnelerde ve İATP-G içinde oluyor. Kendini profesyonel bir yayın olarak tanımlamıyor.
Fırat Güllü: Başka görüş bildirmek ya da söz almak isteyen var mı?
İzleyici: Ben yayıncı değilim, ama yazı denemelerim var. Deminden beri tiyatro camiasının okumadığı söylendi. Bence de öyle bir durum var. Bu durum, mesela BGST’nin de yaptığı gibi, tiyatro eleştirisi ya da çağdaş gösteri sanatlarının eleştirisini disiplinler arası bir çerçeveden yaparak, dramaturjik eleştiriyi de, metnin bütününü de ele alarak, aşılabilir mi. Tiyatro dergilerinde çıkan eleştirilerin yazar, yönetmen, izleyici iletişimini kurabildiğini düşünüyorsunuz. Bir tartışma alanı yaratılabiliyor sizce?
Mehmet Ali Alabora: Sorunuzu anlayamadım.
İzleyici: Ben aslında edebiyatçıyım. Dolayısıyla ister istemez hep metin üzerinden düşünüyorum.
Mehmet Ali Alabora: Ben de tiyatrocuyum ve gösterim metni üzerinden düşünüyorum.
İzleyici: Sahnedeki prodüksiyona bakalım, ışık, oyuncu vb. dendi.
Mehmet Ali Alabora: Bugüne kadar yapılan eleştiriler hep edebiyat üzerinden yapıldı. Yeni eleştirinin bence gösterim metni üzerinden yapılması gerekiyor. Tiyatroyu yazılı metin üzerinden okumak gibi bir alışkanlık var.
İzleyici: Sırf metin üzerinden demiyorum zaten.
Mehmet Ali Alabora: Ama genel olarak hep metin üzerinden okundu. Şimdilerde değil, ama bundan 20-30 yıl evveline kadar, eleştiri yazısı bir sayfa uzunluğundaysa, genellikle büyük kısmı oyunu anlatır, bir iki cümlede de oyuncularda iyiydi, rejisörler fena değildi, dekor tasarımı çok güzeldi der biterdi. Türk tiyatro tarihini araştırın Dormen Tiyatrosu’nun, AST’ın, Ankara Birlik Sahnesi’nin, Şehir Tiyatrosu’nun farkı ne anlamazsınız. Repertuar seçimi hariç, repertuar seçimlerinde bir fark var. Birileri solcu oyun oynuyor, birileri bulvar komedisi oynuyor. İyi de bunların sahneleme biçimleri, sahneleme estetikleri, estetik bilgileri, gösterim metinleri böyle bir bilgiyi bugün fazla edinemiyoruz. Buradan yeni bir eleştiri modelini çıkarmaktan söz ediyordum ben. Disiplinler arasılık bence de açılım sağlayacak. Farkındaysanız, konuştuklarımız hep tiyatrocuların sorunları, tiyatro da tiyatro, üzerimize ağırlık yapıyor tiyatro. Hepimiz tiyatrocuyuz evet. Tiyatro oyunları yapıyoruz, ama onu başka alanlara açabildiğimiz ölçüde, başka alanlarla alışveriş yaptırabildiğimiz ölçüde, başka alanların yazarlarıyla ilişki kurdurabildiğimiz ki, herkes de bu açılımları yavaş yavaş yapıyor benim de gördüğüm kadarıyla bir açılım yakalayabiliriz. İkincisi sorunuzla ilgili olarak o alanı dergilerin, yani yayınların tek başına yaratamayacağını düşünüyorum. Tiyatroda bir şeyler olmalı. Deniz yükselecek, üstündeki bütün gemiler de yükselecek.
İzleyici: Böyle bir ortam var mı demek istedim.
Mehmet Ali Alabora: Tuhaf bir geçen yıl geçirdik. Yeniden oyunun, tiyatro demek istemiyorum, dans, performans, oyun, oyun yapma durumu, birebir olma durumunun yeniden zamanının geldiğini düşünüyorum. Geçen yıl gazetelerde, merkez medyada hiç olmadığı kadar, oyun, tiyatro, performans yer aldı. Bu bize çok etki etmemiş olabilir. Kurumlarımız ihya olmamış olabilir, dergilerimiz hala satmıyor olabilir, ama bir şeyler oluyor. Belki de dünyada yeniden zamanı geliyor. Bu dergiler olmasa bu alanın yazınsal birikimi ya da entelektüel tartışması devam edemezdi. Yeterli olmayabilir, ama Tiyatro Tiyatro dergisi olmasaydı, Oyun dergisi çıkmazdı. Tiyatro Tiyatro dergisi diye bir dergi olmasa kimse cesaretlenip de, bir tane dergi çıkaramazdı. Birbirini takip eden, birbirlerinin içinden çıkan, aynı denizi yükseltmeye çalışan mecralarız hepimiz. Deniz yükseldikçe üstündeki gemiler de yükselir. Aslında denizi yükseltmek istiyoruz. Bunu ne kadar yükseltirsek, Yılmaz Abi o kadar kitap satar. Ne kadar kitap satarsa tiyatro dergisi daha uzun yaşar. Bir şeyler oluyor. İyi bir şeylerin olma ihtimalinin olduğu bir zamandayız. Herkesi birbirine bağlayacağım bir anda, ama Bülent’in de söylediği kapitalizmin üretim ilişkilerinin tuzağına düşmeden, kapitalizmden yani düşmandan öğrenebileceklerimizi de öğrenip, hareket etmek, denizi yükseltmek durumundayız. Mesela ben Microsoft kullanmıyorum. Örgütlenme modeli açısından açık kaynaktan öğrenebileceğimiz çok şey var. Açık yazılım bize bir yeni bir örgütlenme modeli öneriyor. Bana ulaştı ve benim Windows’la ilişkimi kopardı. Microsoft’la hiçbir ilişkim kalmadı. Hayatımın içinde Microsoft yok. Herhangi birinden gelmiyorsa yok, ama hayatım aynı keyifle devam ediyor. Belki bu örgütlenme biçimleriyle, açık yazılımla açık kaynakla ilişki kurmamız bir işe yarayabilir diye düşünüyorum.
Gülsüm Odabaş: Tiyatro oyuncuları veya tiyatro gösterimleri ne kadar farklılaşır, değişir ve gelişirse, dergilerde aynı ölçüde gelişip, değişip, farklılaşacak. Geçen yıl bir bir eleştirmenle bir diyaloğumuz oldu. Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın bir gösterisi var. Çok çok önemli bir eleştirmenden bununla ilgili bir kritik yazmasını istedim. Çağdaş gösteri alanında yazan fazla eleştirmen yok. Eleştirmenimiz bana bu tür amatör gruplarla ilgili hiçbir şekilde yazı yazmadığını söyledi. Amatör grup dediği grup da, çağdaş dans alanında Türkiye’de çok önemli bir grup. Varolan söylemler yeni yeni ve güçlükle değişiyor, ancak iki üç yıldır bu değişim yaşanıyor. Bunun dergilere de yansıyacağını umuyorum. Oyuncu, yönetmen ve eleştirmen üçgeninin nasıl kurulduğu sorulmuştu. “Bir Oyun Üç Bakış” adlı bölümümüzde seyirci, yönetmen ve eleştirmenden oluşan üç farklı görüş, üç farklı anlatım biçimine yer veriyoruz. Bu bölümümüzle ilgili çok iyi geri bildirimler aldık.
İzleyici: Bu üç unsur beslenebiliyor mu birbirinden, eleştiri aracılığıyla, tiyatro yayıncılığı aracılığıyla, onu merak ediyorum.
Yılmaz Öğüt: Ben eleştirmenlerle ilgili bir örnek vermek istiyorum. Geçmişte olan bir şeyden örnek vereceğim. Kitabını önceden yayınladığımız, gösterimde olan bir oyunla ilgili bir eleştirmen yazarın fazla küfür kullandığını yazmış. Halbuki metinde öyle bir şey yok. Yani eleştirmen okumadan gelmiş, ne gördüyse onu eleştirmiş. Gördüğünü eleştirecek, ama bunun yazarla kitapla bağlantısını kurması lazım, bu da okumakla olur. Bir başka örnek daha vereyim. Kitabını bastığımız iki kişilik bir oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu yirmi kişi sahneye koydu. Bu seferde eleştirmen, kitapta olmayan, fakat yönetmenin eklediği bir sahne için yazarı methediyor. Bunlar yanlış şeyler. Eleştirmenlerin bu tür yazıları, insanı tiyatrodan bile soğutuyor. O üçlü ilişkiye bence kitabı veya yazarı da katmak gerekiyor.
İzleyici: Biz Oyun dergisini kurma aşamasında seyirciye çok büyük rol vermeye karar vermiştik. Bunu yapmak için tiyatrolara gidip, oyunlardan sonra, seyirciyle kısa söyleşiler yapmayı teklif etmeyi düşündük. Ne anladıklarını soracaktık. Önce biraz sessizlik olacağını, ama bir kişi ortaya çıktıktan sonra, yavaş yavaş seyircinin açılacağını ve bir platform oluşacağını tahmin ediyorduk. Bunu dergiye nasıl aktarabileceğimizi epey tartıştık, fakat bir türlü pratiğe geçiremedik. Seyirciye öncelik verme arayışımızdan “Bir Oyun Üç Bakış” çıktı. Asıl amacımız seyirciyi beslemek, seyirciyle iletişim kurmaktı, onunla aynı yerde olmaktı.
Mehmet Ali Alabora: Benim Türk tiyatrosunda gördüğüm en başarılı kitaplardan bir tanesi, Kumpanya’nın 10. yılını anlatan o koca kitaptır. Bir tiyatronun nasıl metinler oynadığına dair değil, nasıl tiyatro yaptığına dair inanılmaz bir bilgi sahibi oluyorsunuz. O kitabın başlığı bir seyircinin bir oyundan sonra yazdığı bir cümleydi: Ne Bileyim Kafam Karıştı. Çağdaş alanda üretim yapmış on yıllık bir tiyatronun kitabının başlığını seyircilerin oyun hakkındaki yorumları arasından seçmesi bile farklı bir tavrın göstergesidir. Doğru söylüyorsunuz, seyirciyi, okuyucuyu sürecin, sorumluluğun içine katmamız gerekiyor.
İzleyici: Seyirci dramaturjisinden bahsediyorsunuz.
Mehmet Ali Alabora: Tam da bu. Bunu yapmaya çalışmak gerekiyor. Atölye çalışmalarıyla, seyirci geliştirme projesiyle ve diğerleriyle bunun imkanlarını yaratan mecralar oluşturmaya çalışıyoruz. Ankara’ya dört prodüksiyonumuzu götürdük. Garajistanbul Ankara’da diye. Biz sabah onda Akün sahnesinin fuayesine gidiyorduk. Oraya bütün dergilerimizi, basılı materyallerimizi, videolarımızı koyduk. Bilgisayarlarımızı oraya kurduk. Orada çalıştık. Akşama kadar orada çalışıyorduk. Oyundan evvel Garajı anlatan bir sunum yapıyorduk, oyundan sonra kalıp insanlarla sohbet ediyorduk. Bir de o sırada Ankara’daki bütün sivil toplum örgütleriyle ve kamu kuruluşlarıyla ilişkiler kuruyorduk. Onların bazılarıyla da uzun süreli seyirci geliştirme projeleri yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla seyirciyi de sürecin içine katmaya çalışıyoruz.
İzleyici: Sadece dergiyle, yayınla seyirciye ulaşmak gerçekten mümkün değil. Seyirciyi bir şekilde geliştirmek, olayın içine katmak gerekiyor.
Gülsüm Odabaş: Gündemlerini meşgul etmeliyiz. Şu anda nasıl TV’ler onların gündemini meşgul ediyorsa, tiyatroyu onların gündemine sokmalı ve o zamanlarını tiyatroya yönlendirmeliyiz.
Mehmet Ali Alabora: Ben iki üç gündür sanat yönetimiyle ilgili kitaplar okuyorum. Orada çok önemli bir doneye rastladım. ABD’de bir araştırma yapılmış ve insanlara bir yere, bir sanat kurumuna niye bağış yapıyorsunuz, yardım ediyorsunuz diye sormuşlar. Sorulduğu için demiş insanlar. Geri kalanı da sorulmadığı için yapmıyorlarmış. Orada bir tane şifre cümle var diyor ki, sormadığınız yardımları beklemeyin diyor. Çoğu insan telefon edildiği, bir yerde bulunduğu, şuna abone olur musun ya da bunu bize bağışlar mısın denilince yardım ediyormuş. Biz de kendimize çok ders çıkardık, onun için burada da paylaşayım dedim.
İzleyici: Türkiye’de bir tiyatro müzesi yok. Oyun dergisi olarak bir tiyatro müzesine önayak olsak mı diye çok düşündük. Hiç paramız yok, grafikere verecek paramız bile yok şu anda. Üç, dört kişi bu dergiyi çıkarıyoruz, ama böyle hayaller kuruyoruz. Acaba Oyun dergisi aracılığıyla Türkiye’de bir tiyatro müzesi diğer kurumlarla ortaklaşa yapılabilir mi? Yani sadece yayın değil derdimiz. Bunları paylaşmak istedim, teşekkür ederim.
Mehmet Ali Alabora: Beyoğlu Belediyesi bu proje için çok heyecanlanabilir.
Fırat Güllü: Teşekkür ederiz. Başka söz almak isteyen yok sanırım. Hepinize katıldığınız için teşekkür ediyoruz.