Jacques Copeau
Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 1. sayısında (Ocak 1989) yayınlanmıştır.
Çeviren: Saadet Saral
En güzel sonsuzluk, geçen üç yüz yıldan sonra hâlâ insanlara doğrudan doğruya seslenen, onlarla konuşan, onlara dokunan, en ince ayrıntıları en yüksek perdeden, ustalıkla ve tane tane söyleyen, yaşayan bir sesin sonsuzluğudur.
Aradan geçen yüzyıllara karşın bugüne ulaşan sözcükler, bu kadar uzun bir süre daha anlaşılacak, üzerinde düşünülecek ve tadına varılacaktır. Sözcükler derken anlatmak istediğim bunların soyut olarak anlamları değil, insancıllığı, bireyi belirleyen ve onu diğerlerinden ayıran kendine özgü tınısı, ardımızda yankılandığında bizi dönüp bakmaya zorlayan gücü, yokluğunda bizi yalnız bırakmayan, geri dönüşüyle de bize yaşam ve mutluluk veren ve aşk içinde bir değer taşıyışıyla sesin kendisidir.
Ölümsüz sesler pek azdır.
Molière’nin sesi üç yüz yıldan beri yaşamaya ve konuşmaya son vermedi. Elinizde yalnızca bir kitap var sanırsınız. Oysa hayır. O, size gelen bir adamdır; Sarı ve yeşil giysileri içinde, tıpkı resimdeki gibi hafifçe mumların üzerine eğilmiş ve gülümsemektedir. Dudakları oynar, duyacaklarınız sadece söyledikleri değildir. Cimri, Skapen’in Dolapları veya Hastalık Hastası’nın sayfalarını çevirirsiniz. Elinizdeki yalnızca bir kitap olsaydı ne bu imgelem gücü, ne bu ahenk, ne de onu parmaklarınızın arasında kıpır kıpır kıpırdatan bu hareketlilik olurdu. Molière şöyle bir silkinir ve konuşmaya başlar. Tüm gövdesiyle burada, yanı başınızdadır. O bir tiyatro adamıdır, seyircisine sataşan, onu eleştiren katışıksız bir tiyatro yaratıcısı. Entrikalar, kişilikler, olayların kurgusu, diyalogların akışı her zaman kendisine ait değildir ama sesinden onu tanırsınız. İşleyişi ve söyleyiş biçimidir onu eşsiz kılan.
Siz, Molière’in gülüşünü algılayamayanlar, ondaki güzelliğe duyarsız kalanlar, gücünden etkilenmeyenler, sesini duymayanlar şundan emin olun ki: ya kulaklarınız sağır ya da dinlemesini bilmiyorsunuz. Belki de üstadın varlığını, bulunmadığı yerlerde arıyor ve sessiz kaldığı yerlerde anlamını yakalayacağınızı sanıyorsunuz. İğreti biçimler altında değil de bir insan olarak görebilseydiniz eğer, onu tanırdınız kuşkusuz. Bir kez, maskeler ardına gizlenmemiş, çıplak yüzüyle konuşsaydı sesini duyardınız. Onu saptıran bütün yapmacıklardan kurtulsanız, bu Sade Ahengin size ulaştığını hissedersiniz.
“Bu sade ahenge hayran kalmıştım
Sağduyu yaratıcı gücü nasıl da harekete geçiriyor”.
Böyle diyor Musset. Bundan daha iyi de anlatılamaz, her şey bu cümlede özetli.
“Bu sade ahenk”… Başyapıtın tanımı, Molière’in sesini tanımlıyor.
Anlaşılması ve saptırılmaması gereken işte bu sade uyumdur. Onu incitmemeyi bilmek gerek. Ona yaklaşmak ve onun size yaklaşmasına akıllıca, yalınlıkla, saygı, sevgi ve içtenlikle fırsat vermek gerekir. Onu bilgiçlik taslayan ukalalardan korumalıyız. Gelenekçi ve yenilikçi ukalalar, işte bu iki kıyıcı düşmanla savaşmamız gerekiyor.
Bazıları, içinde bulundukları edilgen konumun geleneklere bağlılık, köleliğin saygı, kendiliğindenciliğin doğru yol olduğunu ileri sürerler. Molière’in oyunundaki genel anlayış ve canlılığın, bugüne ulaşmış bazı bilgilerin ışığında, o zamanki oyuncuların davranış, söyleyiş, mimik ve hatta bazı uygunsuz davranışlarının olabildiğince taklit edilmesiyle sürdürülebileceğini savunurlar. Bu hareketleri, bu mimikleri hissetmezler, bunlar üzerine düşünmezler. Bunlar içten gelmez, açıklanmaz, sadece zorla kabul ettirilir ve uyulması zorunlu tutulur. Kalıplar ve trükler evvelce ortaya konmuş düşünce ya da davranış biçimlerinin yerini alırlar. Bu yöntemlerle bir geleneğin korunduğu söylenir. Evet, tıpkı konserve kutusundaki alkolün içindeki maddeyi cansız olarak koruduğu gibi. Bunda kokuşmuş bir cesedin kokusunu andıran bir konserve kokusu vardır. Hem her şeyden önce böyle bir gelenek var olmaz, özellikle bir başyapıt söz konusu olduğunda. Vasat ya da pek önemli olmayan bir eseri on, yirmi veya elli sene sonra tekrar sahneye koyarsanız, kendinizi eserin orijinal sahneye konuş biçimine bağlı kalmak, ince ayrıntıları, kostümleri, kişiliklerin ortaya konuşunu, diyalogların akışını vs… olabildiğince taklit etmek zorunda hissedersiniz: Çünkü bu mumyaya bir zamanlar kısacık bir süre sahip olduğu canlılığı bir an için yeniden kazandırabilmenin tek yolu budur. Fakat bir eser insansal ve evrensel gerçekliği ne denli içeriyorsa, derin güzelliği zaman ve koşullardan ne denli kurtulmuşsa o denli güçlüdür. Böyle bir eser yüzyıllar boyunca yenilenecek yorumlara açık, elverişli ve hatta gereksinim içinde olacaktır. Shakespeare ve diğer birkaç yabancı yazar için, bütün duyarlılığıyla yüreğimizde ve bütün anlaşılırlığıyla yüreğimizde yer alabilmesi için her yüzyıl aşağı yukarı iki kez yenden tercüme edilmesi gerektiği söylenir. Aynı şey bütün büyük tiyatro yapıtlarının yeniden yorumlanması için de geçerlidir.
Yeniden yorumlama, ama anlamına, ruhuna ve geleneğine bağlı kalarak.
Bu nedenle, bütün gelenekleri ayaklar altına alarak Molière’i “yeniden yaratmak” iddiasında olanlara da güvenmemek gerekir. Bunlardan bazıları, doğallık, gerçeklik, daha modern, daha gerçekçi bir gerçeklik adına, diğer bazıları daha yeni ve daha yürekli, kendi deyimleriyle “sentezci” bir sanat adına, hem ukala, hem çocukça bazı yeni yöntemler adına, hasta Molière’e kendi arzularının ve imgelem güçlerinin ürünü olan ilacı verdiklerini iddia ederler. Yöntem ve kuramları ne olursa olsun bu kişilerin gözü bundan başkasını görmez. Bu konuda inatçıdırlar. Bunun üstünlüğünü kanıtlamak için her şeyi altüst edeceklerdir. Daha sonra da bu felaketin ortasında durup kendilerini ve üstün yeteneklerini hayranlıkla seyredeceklerdir.
Bunların hiçbirine gerek yoktur. Molière buradadır, sapasağlam, capcanlı, ne lapaya ne de koltuk değneklerine ihtiyacı var.
Molière’i iyi oynamak için, en azından kendi biçeminde, kendi doğallığında -bence onun arzu ettiği gibi- oynamak için biraz alçakgönüllülüğe ve sadeliğe sahip olmak, bir parça sessiz kalıp onun bizimle konuşan sesini dinlemek yeterlidir: Bu sade ahengi…
Molière’i ilk kez sahnelediğimizde sanat yaşantımızda çok yeni ve deneyimsizdik. Bununla birlikte ne bizden öncekileri taklit etmeye uğraştık ne de gelecek kuşakları hayrete düşürmeye. Ne birtakım bilgilenmelere giriştik ne de özentilere kapıldık. Kendi kendimize 1643′ de L’llustre Theâtre topluluğunu oluşturan Denis Beys, Germain Clerin. Jean-Baptiste PoqueIin, Joseph Bejart, Bonenfant ve diğerleri Jeu de paume de la Tour de Nesles Tiyatrosu’nda “Aile Çocukları”nı sahnelemeye kalkıştıklarında öküzün altında buzağı aramamışlardır herhalde diyorduk. Gençlikleri, cesaretleri, inançları, yaşama sevinçleri ve eşsiz bir üstadın onları canlandıran sesi, hala susmayan, dinlemeyi bilirsek bizim de duyabileceğimiz, üç yüz yıldan sonra hâlâ gerçek yeteneğin ne olduğunu içimizde duyumsatabilecek sesi onlara yetti.
Molière’in sesine kulak verdik. Tek önemli olan o olduğundan ondan başkasını duymak istemiyorduk. Molière’in bu harika oyunu, soğuk bir çalışma odasında gaz lâmbasının ışığında değil, sahne ışıkları altında tasarlanmış, yazarının yaşadığı tiyatro salonunda, oyuncuların, dekorun ve aksesuarların arasında öleceği bu sahnede geliştirilmiş bu kusursuz oyun kendisini dinleyen oyuncuya her şeyi söylüyor. Bütün sırlarını ona açıyor, bütün vücut hareketleri, yürüyüş ve jestlerin ritmi, konuşmaların saptanmış bütün anlatım biçimleri, bütün tonlama ve nüanslar orada belirtilmiş. Şundan daha kesin bir gelenek yoktur: Oyunun metni ve Metnin genel anlayışı.
On plana çıkmak isteyen ölçüsüz ve utanmaz bir oyuncu, düşünce inceliği ve ahenk kavramından yoksun bir yönetmen yazarın sesine kulak vermeyip, metnin aslından uzaklaşarak, onun yanında veya tam tersinde, kendilerinin “gelenekler” dedikleri oysa sırf zevkleri ve gösterişleri için yarattıkları şeyleri ortaya koyabilirler. Bunlar, birkaç soytarının alışılmış gösterisi olmaktan öte yaşamayacaklardır. Güçlü bir el gelip de ırzına geçtikleri eserden bunları silkip attığında, bu yanlış yorumların ardında eserin esas hatlarının ve soluğunun tekrar belirdiğini görürüz.
Ocak 1922