Hasip Akgül
İyi sanatçıların yaşamları da sonunda bir sanat eserine dönüşüyor. Ancak bunun için iyi belgecilere ve sabırlı tarih yazıcılarına ihtiyaç oluyor. Tahir Yüksel’in Yılmaz Güney için yazdığı kitabı buna örnek gösterebiliriz.
Yılmaz Güney’in bir filmini 1966’da ilk kez kasabanın sinemasında gören Kütahya’nın Simav’a bağlı orman köyü Kiçir’den Tahir Yüksel sekiz yaşında bir çocuk olduğu halde adeta bir büyünün etkisine girer. Film Kanlı Buğday adını taşımaktadır ancak Tahir Yüksel’in çocuk gözü, çok az konuşan, yürüyüşü, duruşu, bakışı ile insanı değişik bir etki alanına sokan başrol oyuncusunda belli ki bir aktörden çok daha fazla bir şey görmüştür.
1974’e gelip de delikanlı olduğunda tutkulu bir seyirci olmanın ötesine geçerek neredeyse hayatını onun film çektiği, hapis yattığı, senaryo yazdığı yerlerin izini sürerek geçirmeye başlar. 1974’te Yılmaz Güney’in filmlerinin gösterildiği sinemalara saldırılar olmuştur. Bu olaylarla birlikte Tahir Yüksel bir gün onun filmlerinin tamamen yok edilebileceği kaygısıyla bir arşiv yapmaya karar verir.
1960’ların sonundan başlayarak 1970’lerde büyük bir kitlenin idolü haline gelen Yılmaz Güney de bir süre sonra kendisine gelen on binlerce mektup arasından onu fark eder. Ona kısa bir not yazar. Böylelikle aralarında diğer hayranlarının bir adım önüne geçen bir ilişki de başlamış olur.
Afişleri, filmden fragmanları gösteren lobi denilen basılı kartları, basın haberlerini, imzalı fotoğraflarını, film eleştirilerini, mektuplarını, film kopyalarını, jenerikleri, kurgu atıklarını ve Yılmaz Güney’le ilgili hemen her nevi belgeyi toplamak, biriktirmek bir tutkusu olur Tahir Yüksel’in.
Yılmaz Güney, gittiği (Kayseri, Isparta, Toptaşı, Selimiye, İmralı, Bursa, Konya, Nevşehir gibi) her hapishane ve sürgün yerine istisnasız ziyarete gelen, baba mesleği nakliyat işiyle haşır neşir bu sarışın, güler yüzlü delikanlının içtenlikli dostluğunu geri çevirmez. Ona siyasi tansiyonun yükseldiği Türkiye ortamında, içeriden filmler yazıp yönetmek zorunda kaldığı o zor koşullarda bazen ufak tefek işler, görevler verdiği bile olur. Tahir Yüksel de her zaman yapabileceği kadar iş alıp, üstlendiklerini her zaman dürüstlükle yapar. O, hem sınırlarını bilen hem de özveri konusunda tıpkı Yılmaz Güney karakterleri gibi sınırsız olmaya çalışan bir genç adamdır. Güney Filmin bürosunda Nihat Behram’ın, eşi Fatoş’un, kardeşi Leyla’nın ya da annesi Güllü Pütün’ün evlerine gönderildiği olur. Ancak onun hayatının amacı o anlarda bile tutkuyla belge biriktirmek olduğundan hep aklının bir kısmına gördüklerini ve bunları teyit edecek nesneleri, fotoğrafları toplayarak, diyalogları, mekanları not etmeyi ihmal etmez.
Zaman içinde Yılmaz Güney’in yeğeniyle aynı yerde askerlik yapmak gibi tuhaf kesişmeler ailenin diğer fertleriyle yakınlaşmasını da getirir. Güllü Pütün’ün uzunca bir süre onların evde kalmışlığı bile vardır.
Yılmaz Güney onun bu arşivinden haberdar olduğunda “Git Güney Film’in bürosunda işe yarar gördüğün her şeye el koy” der. “Zamanı gelince ben senden alırım.” Tahir Yüksel’in durumu zaman içinde Yılmaz Güney’in bir siyasi harekete benzeyen çevresinde yarı resmi bir durum kazanır. Yokluğu varlığı üzerinden çok zaman ve yıkımlar geçtikten sonra anlaşılan bir tür “kara kutu”ya dönüşür. Güvenilirdir. Ama o anlarda varlığının, yokluğunun, anlamının kimse farkında değildir.
Yılmaz Güney’in 1958’de geldiği İstanbul’da yurtlarda kalacak parası yoktur. Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdığı halde okuyamaması, kendini bir öykü yazarı saydığından (O yaşta yayınlanmış bir öyküden komünist propaganda yapma hükmü giymiştir) Yaşar Kemal’i bulması, kendisine iş ayarlamasını rica etmesi, daha önce Adana’da film dağıtımcılığı yaptığını söylemesi üzerine, Yaşar Kemal de onu arkadaşı Atıf Yılmaz’ın yanına gönderir. Ve Yılmaz Güney’in büyük yükselişi Atıf Yılmaz’ın yanındaki çıraklığıyla başlar. Beyaz tenli salon çocuğu jönlerin egemenliğini darmadağın eden yeni bir sinema yıldızı bu kısa süre içinde doğar.
Ancak yılda yirmi film çekerek vurdulu kırdılı, yiğitlik lümpenlik karışımı, kadını iyi seven, kötüleri fena döven bu adam kendi çelişkilerini de yakalayacak kadar zeki ve dürüsttür. Komünist propaganda suçundan hapse girdiğinde kendisiyle yüzleşmek için bu kuytuyu iyi değerlendirir. “Boynu Bükük Öldüler” romanını burada yazar. Oradaki inziva döneminde karşı olduğu sistemin sanatını yaptığını kendine itiraf eder ve Çirkin Kral dönemini geride bırakarak iyi ustalara dikkat kesilir. Atıf Yılmaz’dan sonra Lütfü Akad’la çalışır. Beraber Acı’yı, Hudutların Kanunu’nu çekerler. Onun içinden çıkıp geldiği dünya zaten Türkiye’nin, Anadolu’nun gerçekliğini yakalayan karakterler, konularla doludur. Bütün sıcaklığını, anlama gücünü, anlatma tutkusunu ve aktörlük gücünü buna yoğunlaştırır.
Aslında aynı anda Türkiye’de büyük bir sosyal değişim geçirmektedir.
Türkiye’nin ve Yılmaz Güney’in geçirdiği bu büyük dönüşüm sırasında Tahir Yüksel de bu efsanenin yakınına sokulma şansı bulmuştur. Yılmaz Güney 47 yıl süren yaşamının yalnızca dokuz yılında dışarıda sinema yapma şansı yakalamıştır. Politik cezalarını, hapishane isyanlarından dolayı aldığı sürgün cezaları izlemiş sonra özgürlüğüne kavuşmuş, ne var ki bu yeni döneminde henüz ikinci filmini çekerken Yumurtalık savcısını öldürmek suçundan bu kez adi bir mahkum olarak hapse konmuştur. Sonrasında gelen 12 Eylül’le ve siyasi yazılarına açılan yeni davalarla onun serbest bırakılmayacağı anlaşılmıştır. Ancak en önemli filmlerini yapmayı bu koşulları yaşarken başarabilmiştir. Sürü ve Yol dünya sineması otoritelerince hâlâ bu sanata en büyük katkılar taşıyan filmler olarak değerlendirilmektedir.
Yapaylık ve sahteciliğe karşı tiksinti duyan bir dünya görüşünden gelen, yaşadıklarıyla oynadıklarını iç içe geçirerek keşfettiği üslubuyla seyircisiyle bütünleşen Yılmaz Güney, zaman içinde bir efsaneye dönüştüğünün kendisi de farkındadır. Yılmaz Güney’in önce “Bayram”, “İzin” gibi isimlerle ve yirmiyi aşkın karakterle yazdığı film aslında onun yaşadıkları ve çektiklerini iç içe geçirerek gerçekleşmiştir. Kendisi hapishaneden kaçarken, hapishaneden kaçanların öyküsünün anlatıldığı bir filmin de aynı anda çekildiği bir efsane olarak kurgulamıştır olayları ve aynıyla da yaşamıştır. Yılmaz Güney dahi bir sanatçıdır.
Bu çok katmanlı yapıyı en dışarıda naif bir göz, tıpkı bir kamera gibi ama bu kez kurgusuz salt gerçeği kaydetmek ve tarihe belge bırakmak adına çalışmıştır. Tahir Yüksel, Yılmaz Güney’in yaptığı filmler ile yaşadıkları iç içe geçen dünyasını adeta koca bir yaşam süren dev bir kamera gibi izlemiş ve onu uzun metrajlı bir film gibi tasnif etmiştir. Bu Tahir Yüksel’in çalışmasını paha biçilmez kılmaktadır. Belki bu topladıklarını 625 sayfalık dev bir esere dönüştüremeseydi kendisinin sinema yıldızlarına özenmiş, onun gibi olmayı arzulamış, kendisi olamamış bir yaşamı olacaktı. Ancak önümüze koyduğu büyük eser, Yılmaz Güney’in eşi, yakınları, sanat ve siyaset arkadaşları dahil hiçbirinin yapamadığı derinlik ve büyüklüktedir. Yaşam boyu sürmüş tuhaf bir özgecilik taşıyan bu karakterinin sabrı sonunda ortaya koyduğu bu eser kendisini yaratıcı bir sanat tarihçisine dönüştürmüştür.
Tahir Yüksel’in kitabını, kendi öyküsü, Yılmaz Güney’in öyküsü ve filmlerinin öyküleri olarak yazılmış üç bölümüyle, yüzlerce fotoğraf, afiş, sulu boya, gazete kupürü ve lobi kartpostalları eşliğinde bir belgesel roman tadıyla okuyoruz. 25 yıllık bir sinema mücadelesinin yalnızca 9 yılı “dışarıda” geçtiği halde bunun içine tam 104 filmin başrol oyunculuğu, 24 filmin rejisörlüğü, 50 filmin senaryosu sığmıştır. Kitapta katkı yaptıklarıyla beraber Yılmaz Güney imzasının geçtiği film sayısının 111’e ulaşmış olduğunu görüyoruz.
Kitabın güzel baskısında Tahir Yüksel’in topladığı materyalleri yıllar içinde dijital ortamlara yüklemek için en pahalı teknolojileri tercih etmesi, yüklenen görsellerin örselenmiş yanları üzerinde fotoshop öğrenerek uygulamasını da ayrıca belirtmeliyiz ki onun adanmışlığı daha iyi anlaşılsın. Ve kuşkusuz bunu bir ticari meta olarak hangi büyük yayınevine götürse büyük paralara satabileceği halde onu Altın Koza’yı düzenleyen Adana Büyükşehir Belediye’sine bastırması da Tahir Yüksel’in yaptığı işe nasıl bir niyetle yaklaştığını ayrı bir yerden gösteren bir başka olgudur.
Tarihte bireyin rolüne ilişkin birçok önemli kişiyi örnek gösterebiliyoruz. Ancak yaşarken bunun farkına varanların ya da bu farkındalıkla davranmaya başlayanların insani sıcaklıklarını yitirmeye başladıkları, en azından yakın çevrelerinde bunun tamamen yok olduğunu da birçok biyografiden biliyoruz.
Tahir Yüksel buralara ilişkin hiçbir yargıyı, özel yaşam sınırları içinde kalan hiçbir dedikoduyu bize taşımadan, sevgisini hiç yitirmeden büyük bir portreyi çizmeyi başarıyor. Olan bitenlerde kalarak, şahit olduklarıyla, topladıklarıyla oluşturduğu kitabında bu yaşamın artık bir sanat eserine dönüştüğünü bize gösteriyor.
Sanat eseri hatasızlık anlamına gelmemektedir. Tıpkı “Çirkin Kral”ın yanlışlığını anlaması gibi yaşamının son yıllarındaki bazı yanlışları da kavrar Yılmaz Güney. Gergin kişiliği, yüksek üretkenliği ve zor hapislik koşulları yüzünden çevresinde ona en yakın olmuş (Eşi Fatoş Pütün, kızı Elif, can arkadaşı Nihat Behram gibi, çalışma arkadaşı Erden Kıral gibi) birçok insanı acımasızca hırpalamış olduğunu anlamıştır. Ancak ölmeden hemen önce hepsinin gönlünü yeniden kazanmış bütün yaşamı boyunca insanlara gösterdiği sıcaklığa yeniden ulaşmayı başararak adeta çıktığı dizgeye dönerek ömrünü tamamlamıştır. “Karanlıktaki Işık: Yılmaz Güney” kitabında tüm bunları hissediyoruz.
Tahir Yüksel, iyi yaşanmış bir hayatı bir efsane değil de bir gerçek olarak anlatmayı tıpkı Yılmaz Güney’in olgunluk dönemi filmlerinde olduğu gibi başarıyor. Sevmeyi, saymayı, hak yememeyi, hak aramayı, adaletli olmayı, boyun eğmemeyi ve vicdanlı olmayı içeren o duruşlar ve bakışlar hepimizde yaşamayı sürdürecek.