Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
I. ZEHRA İPŞİROĞLU’DAN EYLEM EJDER’E
Sevgili Eylem
Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali bağlamında Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu üzerine bir sempozyum düzenlendi. Bu tam bir paket program. Festival’de ardı ardına Dostlar’ın son yıllardaki prodüksiyonlarından üç oyun sunuluyor, Ayşegül Yüksel’in yazdığı bir kitap çıkıyor, bir de belgesel yapılıyor. Bu tiyatronun benim için taşıdığı anlamı ve değeri bildiğin için ne kadar sevindiğimi tahmin etmişsindir. Program elime geçeli beri de geçmişle bugün arasında gidip geliyorum. Şimdi de sana yazacağım bu mektubu Genco Erkal’e ve Dostlar’a ayırmak istedim.
Konum Dünden Yarına Dostlar Tiyatrosu. Geçmişten bugüne ne kaldı, yarına ne kalacak düşüncesi kafamı son zamanlarda çok kurcalıyor. Dostlar deyince toplumsal tiyatro, politik tiyatro, taşlama, dramaturji, sahne yorumu, belgesel tiyatro, epik tiyatro, eleştirel bakış gibi kavramlar kafamda dans ediyor. Bunların içinde belki de en önemlisi gücünü yaşamdan alan, yani yaşamla sanatın kesiştiği noktada tiyatro. Altmışlı yetmişli yıllarda sadece bizde değil bütün dünyada parlayan hayat dolu tiyatrodan geriye ne kaldı, bugün böyle bir anlayışın izlerini görebiliyor muyuz, ya yarın ne olacak?
Gençken en canımı sıkan şey benden bir kuşak öncesinin “Bizim zamanımızda” diye lafa başlaması olurdu. Bu bana geçen kışın karı ne oldu sorusu kadar saçma gelirdi. Kendi kuşağımla benden önceki kuşak arasındaki sınırları çizmekte ve sizin zamanınız çoktan geçmiş diye düşünmekte ne kadar acele ederdim. Ama şimdi “bizim zamanımızda…” diye lafa başlarken ne kadar çok yakalıyorum kendimi. Sen de haklı olarak zaman zaman savunmaya giriyorsun. Öyleyse acaba ben de mi aynı yanlışı yapıyorum? Bu soruyu çok sordum kendime.
Ama öyle olduğunu sanmıyorum, çünkü altmışlı, yetmişli yıllar tiyatro başta olmak üzere sanatın bütün alanlarında parlama yıllarıydı. Hani tarihte yükselme ya da iniş anları olur ya, öyle bir şey işte. Altmış sekiz kuşağının getirdiği özgürlük rüzgârıyla birlikte bu sadece bizde değil bütün dünyada böyleydi. Dostlar Tiyatrosunun kurucuları Genco Erkal ve arkadaşları da gücünü yaşamdan alan bir tiyatro anlayışıyla tiyatromuzda yepyeni bir çığır açmışlardı. Ne mutlu bana ki ben bütün bunları yaşayabildim.
O dönemde yirmilerin başında bir üniversite öğrencisi olarak Dostlar’da sahnelenen oyunların Mehmet Akan’ın Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’nden uyarladığı Analık Davası’nın, Peter Weiss’ın Nazi dönemiyle hesaplaşmasını gündeme getiren belgesel oyunu Soruşturma’nın provalarına gidiyordum. Bir oyunun baştan sona nasıl birlikte konuşarak tartışarak sahneye taşındığını ilk kez orada yaşadım, diyebilirim ki tiyatronun ne olduğunu ilk kez orada gördüm. Bu açıdan Dostlar Tiyatrosu benim için bir okul oldu.
Beni orada en etkileyen şeylerden biri de tiyatrodaki dostça ve sevgi dolu atmosferdi. Sadece tiyatro oyuncularının değil, genç yaşlı herkesin bir ego firmaya dönüştüğü günümüzde kutuplaşma, yarışma ve rekabetin hiç olmadığı böylesine yapıcı bir tiyatro atmosferi bugün hayal bile edilemez. Bu yaşantı sonraki yıllarda Berlin’e gitmemi, oradaki Berliner Ensemble, Schaubühne gibi Alman tiyatrosuna damgasını vuran büyük tiyatrolarla tanışmamı sağladı. Kısaca Dostlar Tiyatrosuyla karşılaşma ve Genco Erkal’le sonraki yıllarda da onlarca yıl süren dostluk yaşamımda bir dönüşüme yol açtı.
Sonraki yılların getirdiği toplumsal ve ekonomik sorunlar Dostlar Tiyatrosundaki bu çok verimli ekip anlayışının çözülmesine yol açtı ve Dostlar Genco’nun yönetiminde bir prodüksiyon tiyatrosuna dönüştü. Ama kuruluşunda benimsediği ilkeleri büyük bir özenle sürdürdü. Genco Erkal’in sahneye taşıdığı epik, belgesel, tarihsel, tek kişilik oyunlar, taşlama gibi farklı türlerdeki oyunların her biri yaşadığımız ortam ve döneme sorgulayarak ve cesurca bakan, düşündürücü ve özgün bir hesaplaşmayı gündeme getiriyor. Bu açıdan da her birinin çok büyük bir değeri var. Sözgelimi Brecht’in seksen darbesinden kısa bir süre sonra sahne yorumunda Galile’nin Yaşamı oyunu baskılı dönemlerde aydının duruşu ne olmalıdır izleğini gündeme getiriyordu. Doksanlı yıllardaki belgesel oyun Sivas Acısı Sivas olaylarını gündeme getirerek belleklerde unutulmaz izler bıraktı. İkibinli yıllarda yükselen köktendinciliğe karşı insanların umarsızlığı konusu benim de dramaturg olarak içinde olduğum Max Frisch’in Aymazoğlu Kundakcılar oyunuyla anlatılıyordu. İkibinli yıllarda Genco Erkal’in Aziz Nesin’in metinlerinden kurguladığı tek kişilik gösterisi Birtakım Azizlikler müthiş bir taşlamaydı. Bunlar farklı dönemlerde gündeme gelen ve yaşadığımız döneme ışık tutan onlarca oyundan sadece birkaçı. Sahnelenen her oyunun belleğimizde bu kadar yoğun bir iz bırakmasının nedeni Genco Erkal’in her zaman sağlam bir düşünsel temele dayanan büyüleyici oyunculuğuydu. Galile, Puntila, Kral Übü, Şvayk ve daha nice roller belleklerde unutulmaz izler bıraktı… Bugün de tek ya da iki kişilik gösterilerle oyunculuğunu bu çizgide sürdürerek genç kuşaklara hala ulaşabiliyor.
Bana gelince seksenli yıllardan bugüne değin Genco Erkal’le birlikte yürüdüğüm, zaman zaman dramaturji çalışmalarına katıldığım, provaları izlediğim bu yolda çok şey öğrendiğim gibi akademik kariyerimde de bundan çok yararlandım. Çoğu meslektaşım kuramsal kitapların dar sınırlarını aşamazken kuram ve uygulamayı bütünleştirici, alımlama odaklı bir tiyatro anlayışıyla dramaturji, sahne çözümlemesi, sahne yorumu gibi kavramlara açıklık getirmeye çalıştım bu alandaki araştırmalarımda ve kitaplarımda. Öğrencilerimizin birçoğu Dostlar’da staj yaptı. İstanbul Üniversitesi’ndeki Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünün kuruluşunu bu çizgideki arayışıma borçluyum. Bu bağlamda da bizde Dostlar Tiyatrosundan, Almanya’da da ünlü yönetmenlerin sahne yorumlarından, Berliner Ensemble, Deutsche Schaubühne gibi tiyatrolardan çok beslendim.
Yetmişli, seksenli, doksanlı yıllarda tiyatro bizde olsun uzun yıllardır yaşadığım Almanya’da olsun çok heyecan vericiydi. Gördüğüm bir oyunun günlerce etkisinden kurtulamıyordum. Bugün ne Almanya’da ne de bizde beni böylesine heyecanlandıran bir oyundan söz edebilirim. Hele Almanya’da oyunculuk ve sahne estetiği açısından çok başarılı olan oyunlara zaman zaman rastlasak bile insana hiç dokunmayan, kısaca yaşamayan, ölü bir tiyatro anlayışı giderek ağırlık kazanıyor. Bu konu üzerinde hatırlayacaksın seninle uzun uzun konuşmuştuk.
Bugün senin tiyatro heyecanın zaman zaman beni şaşırtmakla birlikte hoşuma da gidiyor. Umarım yarınlar daha farklı gelişmeleri de birlikte getirir ve tiyatro yeniden canlılık kazanır. Sen de bir gün benim yaşıma geldiğinde bugünleri nostaljiyle hatırlayıp “Gençliğimde tiyatro diye bir şey vardı” demezsin.
Beni hüzünlendiren ilk kez Dostlar Tiyatrosuyla birlikte öğrendiğim, benimsediğim ve her şeyden çok önemsediğim, dahası olmazsa olmaz olarak gördüğüm ilkelerin yavaş yavaş geçerliğini nasıl yitirdiğine tanık olmak. Sözgelimi bugün çok moda olan performans türü oyunları ele alalım, bunlar iyi yapılmışsa hiç diyeceğim yok. Ama artık sadece bu tür oyunlar ağırlık kazanıyorsa, dramaturjisi sağlam bir tiyatro metni pek ilgi çekmiyorsa, ciddi bir sorun var demektir.
Biliyorsun son yıllarda ben de oyun metni yazmaya başladım. Ama çoğu kez yazdığım metinlerle kendimi yabancı bir gezegende gibi hissediyorum. Sözgelimi düşünsel bir bütünlük yaratmaya çalışan bir dramaturji yavaş yavaş geçmişe karışıyor, önemli olan sadece gelişi güzel çağırışımlar. İnce bir mizah anlayışı hiç kabul görmüyor. Sosyal ya da politik konular “politik kitsch” olarak ötekileştiriliyor, en önemlisi de eleştirel düşünme didaktik olarak reddediliyor. Klasiklerin yeni bir bakışla bugünün açısından yorumlayarak sahnelenmesi ise giderek bir kısır döngüye dönüşüyor. Bertolt Brecht, Vaclav Havel gibi büyük ustaların oyunları sahnelerde hiç yok gibi.
Bütün bu gelişmelere toplumsal ve politik bütünlüğü içinde bakacak olursak pek şaşırmamamız gerekiyor. Çünkü tiyatro da bu büyük bütünün parçası değil mi? Tabii benzer gelişmeler edebiyat için de söz konusu, çok satar yazarların kitaplarının ağırlıkta olduğu bir ortamda kitap okumanın giderek önemini yitirdiğini biliyoruz. Sadece gazetelerin çıkardığı kitap eklerine bakmamız yeterli. Sözgelimi eskiden ben Cumhuriyet kitap eklerini büyük bir özenle saklayıp ciltletirdim, şimdi beş dakika göz gezdirip bir kenara atıyorum, çünkü kayda değer hiçbir şey yok.
Seninle son mektuplaşmamızda kavramlara dünya görüşünüze ya da günün modasına göre tek yönlü bakmamızı haklı olarak eleştiriyordun. Evet Eylemcim bu açıdan da sorgulayıcı ve eleştirel düşüncenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız dönemi eleştirel bir açıdan irdeleyen bir bakışın ya da yorumun neden didaktik olarak küçümsendiğini, sosyal konulara yönelmenin neden sosyal ya da politik kitsch olarak ötekileştirildiğini, belli bir düşüncenin izini süren sağlam bir dramaturji anlayışının neden görmezden gelindiğini, mizah ve taşlamanın neden geri plana itildiğini, insan hakları, kadın hakları gibi konulara sahip çıkmanın neden taraf tutma olarak yargılandığını, belgesel tiyatronun neden tiyatro bile sayılmadığını sorgulamamız gerekmiyor mu? Bütün bu gelişmelerin ardında nasıl bir ideoloji ya da dünya görüşü olduğunu anlamaya çalışmamız önemli değil mi?
Bence kuşaklar arası kutuplaşmayı aşabilmemiz tarihsel gelişmeleri inişleri çıkışlarıyla akış içinde bütüncül bir bakışla irdelemeyi koşulluyor. Bizler olumlu ve olumsuz yönleriyle bizden önceki kuşaklardan beslendik. Sözgelimi Brecht’in tiyatroya getirdiği yenilikler, bugün hala geçerli olan belgesel tiyatro benim için çok yol açıcı oldu. Aynı şeyi bugünkü kuşağın da yapması gerekmiyor mu? Sözgelimi bir tiyatro hala yaşama dair, insana dair bir şeyler söyleme iddiasındaysa o zaman Dostlar Tiyatrosunun yakın tiyatro tarihimize katkısını çok iyi bilmesi gerekir. Ama ben bugüne ışık tutan böyle bir hesaplaşmayı genç tiyatrocularda pek göremiyorum. Nitekim böylesine çığır açmış bir tiyatro üzerine yapılan sempozyumda genç tiyatrocu arkadaşlarımdan hiçbirinin olmaması çok düşündürücüydü.
Öte yandan bugün yaşadığımız baskılı ortamda toplumsal ve politik sorunlardan kaçıyoruz, oto sansür de bizi giderek ele geçiriyor. Yine de gücünü yaşamdan alan tiyatronun izlerini Boğaziçi Tiyatrosu başta olmak üzere bazı tiyatrolarda yer yer görebiliyoruz değil mi? Senin de bir önceki mektubunda vurguladığın gibi bugün toplumsal cinsiyet, feminist tiyatro gibi konularda da giderek bir duyarlık oluşuyor. Sonuçta dün, bugün ve yarının birbirinden ayrılmaz bir bütünü oluşturduğunu düşünüyorum. Ancak geçmişle verimli bir hesaplaşma bugünün tiyatrosuna da yeni bir değer katabilir. Bu süreçte de sanırım Dostlar Tiyatrosu’ndan öğrenilecek çok şey var hala.
Çok sevgiler
Zehra
II. EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
Sevgili hocam,
Mektubunuza cevap yazmadan önce bahsettiğiniz sempozyuma katılmayı istedim. Program oldukça ilgi çekiciydi çünkü. Geçmişten bugüne Dostlar Tiyatrosuyla ilişkisi olan pek çok kişi konuşacaktı. Sizden dinlediğim Dostlar Tiyatrosu’nu bir de Dostlar’ın diğer üyeleri ve ‘dostları’ndan dinlemek istedim. İyi ki katılmışım. Gerçekten çok etkileyiciydi. Ayşegül Yüksel’in sunduğu Dostlar Tiyatrosu inceleme ve tarihçesi çatışmalar, darbeler ve baskılarla dolu Türkiye tarihinin de bir dökümü gibiydi. Bugün yaşananları, unuttuğum, hiç bilmediğim ya da belki göz ardı ettiğim pek çok tarihi referansla yeni bir gözle görmemi sağladı. Şimdiyi geçmişin içinden geçerek yeniden görmeme vesile oldu. Yanan, kapatılan, saldırılan, ortasına mescit yapılan tiyatroları hatırladım. Üzüldüm, öfkelendim. Dünyanın bir daha hiç barışmayacakmış gibi nefretle bölündüğü, kutuplaştığı soğuk savaş yıllarında politik tiyatro yaparak bir başka dünyanın mümkün olduğuna inanan bir grup genç insanın önü ardı kesilmeyen baskılar, sansürler, gözaltılar ve ekonomik imkansızlıklar karşısında nasıl direndiğini, neleri başardığını gördüm. Bugün için umutlandım, cesaretlendim.
Sempozyumdaki bütün konuşmalar farklı bir gözle Dostlar’ı görmemi sağladı. Bugün “yeni”, “orijinal”, “daha önce böylesi yok” dediğim(iz) pek çok şeyin zaten orada, hele de böylesi bir zamanda yapılmış olduğunu görmek beni heyecanlandırdığı kadar bunlardan bihaber olmak beni mahcup etti. Sizin bakışınız ise şu bakımdan farklı ve önemliydi: “Dostlar Tiyatrosu dün nasıldı, geçmişte bize neler söyledi, şimdi ne söylüyor ve geleceğe/yarına ne söyleyecek?” diye sordunuz. Bu soru bence de çok önemli. Aksi halde, etkinlik geçmişi yad etmeye dönük nostaljik bir girişim olarak kalacaktı. Dostlar deyince “toplumsal tiyatro, müthiş bir dramaturgi çalışması, araştırma, tartışma, taşlama, mizah, politik tiyatro, epik tiyatro, eleştirel bakış, tiyatroda kutuplaşma ve rekabetin hiç olmadığı dostça, sevgi dolu kolektif bir atmosfer geliyor aklıma” dediniz. “O tiyatro anlayışından, o günlerden bugüne ne kaldı” diye soruyorsunuz. Haklısınız. İnsan ilk gençlik yıllarını böyle bir ortamda geçirmişse, unutması çok zor. O deneyimi özlemesi ve bugün ondan geriye ne kaldı diye sorgulamasından daha doğal ne olabilir ki? Sunumunuzda da söylediniz, hatta Zeliha Berksoy da sizi doğruladı: “Bugün insana dokunmayan, her şeyin sahnedeki birtakım materyallere indirgendiği, performansın ve performatif olanın yüceltildiği bir tiyatro anlayışı var ve bu bana göre yaşamayan, ölü bir tiyatro. Oysa Dostlar Tiyatrosu gücünü yaşamdan alan bir tiyatro”.
Dediğiniz gibi tüm bunlara toplumsal ve politik bütünlüğü içinde bakacak olursak pek şaşırmamız gerekiyor. Bütün bunların ardında nasıl bir ideoloji ya da dünya görüşü olduğunu anlamaya çalışmamız bence de önemli. Brecht’in epik ve politik tiyatrosunda olduğu gibi Dostlar’ın tiyatro anlayışının ardında ortak paylaşılan güçlü bir dünya görüşü vardı. 68’in ruhu vardı. Sömürüye, toplumsal eşitsizliklere, sanatın ve yaşamın üzerindeki siyasal baskılara meydan okuyan, daha iyi, özgür bir toplumun mümkün olduğuna ve bunu birlikte yaratabileceklerine inançlı insanlar vardı. Bugün bu insanlar yok mu? Elbette var. İkincisi; Ayşegül Yüksel, Seçkin Selvi ve Zeynep Oral’ın vurguladığı gibi Dostlar “yumruk havada, sloganvari bir politik muhalefet peşinde değildi”. Dostlar’ın politik tiyatrosu “resmi ideolojiye seçenek olacak, dekorundan müziğine bize ait bir tiyatro estetiği geliştirmek üzerine araştırmaya dayalı bir tiyatro” anlayışıydı? Bugün böyle bir tiyatro yok mu? Elbette var. “Politik tiyatro yapıyoruz” diyen BGST, tiyatroda feminist yaklaşım ve dramaturgi çalışmasının artışı, sahnede görmeye pek alışık olmadığımız konuların işlenmesi bunun örnekleri. Burada yeni dönem politik tiyatroyu ya da “yeni politik tiyatro”nun kendini önceki dönemin politik tiyatrosundan nasıl ayırdığını incelemeye kalkmak mektuplaşmamızın sınırlarını aşıyor. Ama şunları söyleyebilirim. Tiyatroda, ele aldığı konular itibariyle politikleşme yaşanıyor. Bugün yaşanan politikleşmede, en sıradan eylemlerimizin bile politik olduğunu idrak etmemizde “kadın cinayetleri politiktir” diyen kadın hareketlerinin payı büyük değil mi sizce de? Politik tiyatro ya da belki tiyatroda politik olanın boyutları feminist yaklaşımla buluştuğunu görüyoruz. BGST, Tiyatro Boyalı Kuş örneğinde olduğu gibi. Sadece politik tiyatrodan değil “feminist politik tiyatrodan” söz edebilmenin güçlü örnekleriyle karşılaşıyoruz. Şimdi olmasa da yakın bir zamanda bu tiyatronun politik boyutlarına dair bir teori değil belki ama bir kavram çerçevesi geliştirebileceğiz. Feminist teori, ekoloji, fragman estetiği, occupy siyaseti, yeni seyircilik biçimleri bu anlama çerçevesi için kilit kavramlar gibi duruyor.
Brecht’in ve Piscator’un yaklaşımını “olduğu haliyle” devam ettirmek zaten Brecht’in bilimsel tiyatro yaklaşımına ters düşen tarih-dışı bir yaklaşım olurdu. Değişimleri görmek lazım. Brecht’in epik tiyatrosunun temel motivasyonu sosyalist bir dünya görüşünden aldığını biliyoruz. Bugün her şey tepe taklak olmuş durumda. Bir belirsizlik, “tedirginlik çağı”nda yaşıyoruz. “Proleterya”, “işçi sınıfı” gibi öncenin devrimci muhalefetinin anahtar sözcükleri bugünün kilitli kapılarını açıyor mu? Şimdi proletarya denen sınıf yerini Guy Standing’in ortaya attığı “prekarya” denen, güvencesizlerden oluşan eğitimli eğitimsiz, milliyetçi, solcu çok geniş ve amorf bir kitleye bırakmış durumda. Gezi’de ortaya çıkan kitle bir bakıma bu yeni sınıfın üyelerini ve muhalefet etme biçimini oluşturuyordu. Benzer şekilde eskiden devrimci muhalefetin mücadele ettiği “faşizm” kavramı yerini Trump, Erdoğan, Putin gibi popülist liderlere, yani “sağ popülizm” tartışmalarına bırakmış durumda. Bugün “yeni bir politik tiyatro” tanımlanacaksa önce bu değişen dünya düzenini, yeni sınıf düzenini konuşmamız gerekmiyor mu, sizce de. Anlatıya bu denli sarılmamız, birbirimize hikâyelerimizi anlatmamız, bu hikayelerin çoğunun fragmanter, parçalı, kesintili oluşu bir dünya algısının, yaşadığımız dünyayı algılama, deneyimleme biçimimizin de tezahürü olsa gerek. Bu açıdan Brecht’in epikleştirmesinin çok uzağında değiliz.
Sizin kimi zaman hoşnutsuzluk duyduğunuz, oyunlardaki melankolik, nostaljik ögeler belki bu belirsizlik, bu arada kalma tedirginlik, şaşkınlığın yarattığı bir duygudur. Ama dediğiniz gibi geçmişe kaçıp sığınmak yerine, geçmişle olduğu kadar bugünle yüzleşmek ve bunun için geçmiş, şimdi ve geleceği bütünlüğü içinde görmek gerekiyor. Bir başka mektubumuzda bu konuları tartışmaya devam edelim isterim.
Sevgiler,
Eylem.