Tiyatro Üzerine Mektuplar IV
Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
I. EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
4 Temmuz 2019, İstanbul
Zehra Hocam,
Mektubunuza geç cevap verdiğim için çok üzgünüm. Aslında 13 Haziran Perşembe günü İstanbul-Köln uçağındayken size bir mektup yazmaya çalışmış ama tamamlayamamıştım. Önerinizi dinlemiş ve yerden yukarıda bulutların arasında olmak, “yüksekten uçmak” yazma deneyimini nasıl etkiliyor merak etmiştim. Uçaktayken pek çoğumuza aynı şey oluyor sanırım. Birbirini tanımayan ve iki anlamda da uçucu bir yabancılar topluluğu oluşturuyoruz bu sözde “kimseye ait olmayan topraklarda”. Aşağıda insan eliyle kurulan her şey küçük görünmekle beraber orada yaşananlar da küçülüyor, önemsizleşiyor. Bizden önce, bizden sonra süregiden bir boşunalık, her şeyin eşitlendiği bir basitlik, naiflik hissi kaplıyor içimizi. Şeyler değil de hareketlerin seyrinin bıraktığı izler belirginleşiyor. Ben tam da bu iki şeyden esinlenerek mektubuma başlamıştım: Yabancılar arasında yabancı olmanın sunabileceği imkânlar ve yapıp etmekte olduklarımızın toplamının bıraktığı kalıcı, görünür iz.
Böyle hissetmemin bir nedeni daha vardı. Almanya yolculuğumun sebebi size söylediğim gibi Brecht Society ve Leipzig Üniversitesi’nin düzenlediği Brecht sempozyumuydu. Bu yılın teması ise ‘Brecht Yabancılar Arasında’ydı. İster yurttaş ister göçmen, ister sığınmacı olalım, her koşulda yabancılar arasında bir yabancı olarak birlikte yaşamak, Brecht aracılığıyla tiyatroda ve yaşamda bunun anlamı, önemi, deneyimi üzerineydi (ki bu tam da Almanya’da başıma gelecek olan ve tanıştığım insanların yaşamlarında gözlemleyeceğim şeydi). Ama bu, “yabancı olma” fikriyle, “yabancılık”la başetme, onu yaşamlarımızdan sürgün etme anlamına gelmiyor. Brecht uzmanı Günther Heeg’in konuşmasını bitirirken söylediği gibi “hepimizin içinde dolaşıp duran yabancılık duygusunun zenginliğini hissedebileceğimiz, herkesin kendi ve diğerinin yabancılığını deneyimleyebileceği bir ortaklık, yeni bir ortak yaşam biçimini deneyimlemek” demek.
Bense biliyorsunuz elde olmayan sebeplerden ötürü son dakika konuşma başlığımı ve içeriğimi değiştirmek zorunda kaldım. Genco Erkal’ın Dostların Arasında Güneşin Sofrasında: Nazım ve Brecht oyununu model alarak bir tartışma kurmak yerine Benjamin, Brecht ve BGST Tiyatro oyunları güzergahında bir kesinti dramaturgisi modeli tariflemeye çalışacaktım. Ama aklımda son bir soru daha vardı. En son ne zaman bir konferansta, dinlediğimiz bir konuşma, okuduğumuz bir yazıda gerçekten yeni bir düşünce edinmiş, bu tartışmalar sonucunda kimi önyargılarımızın, düşünce kalıplarımızın sarsıldığına, kanaatlerimizin değiştiğine tanık olmuştuk? Birbirini tanımayan insanların buluştuğu bu gibi akademik faaliyetler gerçekten bir iz bırakıyor muydu? Peki ya tiyatro? En son ne zaman izlediğimiz bir oyun güçlü bir iz bırakmış, yeni bir görü kazandırmıştı? Sizin bu soruya bir cevabınız var mı?
Kafamda bu tuhaf sorular gezinip dururken bir şey oldu. Uçakta iki yaşlı adam arasında bir koltuk kavgası başladı, bir Türk bir Alman’ı bastonuyla tartakladı, derken uçak karıştı. Bu olay üzerine yanımda oturan Irak kökenli Alman genç kızla sohbete başladık. Sorularına nasıl, nereden başlayarak cevap vereceğim, verebilecek bir cevabım var mı onu da bilemiyordum açıkçası. “Türkler, Kürtler’i neden sevmiyor? Sizin ülkenizde Arap düşmanlığının sebebi nedir? Suriyeliler’i neden sevmiyorsunuz? Neden İstanbul’daki erkekler- taksi şoförlerinden havaalanı memurlarına dek- her gördüğü yabancı kıza asılıyor? Haberlerde okuyoruz çok kadın cinayeti oluyor orada, neden?” Sorular çok, cevaplar yok. O yüzden uçakta mektup yazma hayalim “kesintiye” uğradı.
Bu sorular on günlük Almanya seyahatim boyunca gittiğim her şehirde, girdiğim her farklı ortamda çoğalarak yankılandı durdu. “Seçimleri kazanabileceğinize inanıyor musunuz gerçekten, bence yine iptal olacak”, “sen hangi taraftansın? Susup köşesine çekilen, suya sabuna dokunmadan tiyatroyla uğraşanlardan mı yoksa iktidarı eleştirenlerden misin?” diyen yeni tanıştığım siyaset bilimci arkadaşların soruları karşısında zor da olsa bir diyalog kurabiliyorsunuz. Beni en çok şaşırtan ve biraz da sinirlendiren -şu an adını, işlerini bile hatırlayamadığım- Alman bir oyuncu/ yönetmeninin şu yorumu olmuştu: “Bu durum aslında sadece size özel değil, Avrupa dışında bütün ülkelerde benzer bir demokrasi sorunu var (Avrupa dışında???)”.
Neyse ki Leipzig’teki Brecht konferansında bu tür sorularla pek karşılaşmadım. Orada daha ilginç bir şeyle karşılaştım ama. İsrail’den birkaç akademisyen Brecht Society’e bir sonraki konferansın “Brecht ve Yahudiler” başlığıyla İsrail’de düzenlenmesini önerdiler. Fakat bu öneri, tahmin edersiniz biraz gizli bir huzursuzluk, korku ve kaygıyla karşılandı. Almanya’daki etkinliğe bile Ortadoğu ülkelerinden katılım azken İsrail’de yapılacak bir Brecht konferansının sadece vize sorunu ve güvenlik tehlikesini doğuracağından değil Brecht’e yönelik önyargıları da artıracağından endişe edildi. Sonucun ne olduğunu bilemiyorum ama kimi Amerikalı, Alman akademisyenler İsrailliler’in toplantıyı provoke ettiğini bile düşünüyorlardı içten içe. Aramıza örülen bir duvar daha. (“Hiç şaşırma, İsrailliler bunu hep yapıyor” diyordu arkadaşım o sırada) Benim önerim ise – Alman yönetmenin dediğinin aksine sadece Avrupalı olmayan ülkelerde değil- bugün dünyanın pek çok bölgesinde insanların korku, depresyon, kaygı, baskı ortamında yaşadığı ve bu yüzden hepimizin her zaman en çok ihtiyaç duyduğu şeyden konuşmaktı: Umut. “Brecht ve Umut” ya da “Brecht’ten ve Brecht ile Umutlanmak” başlığıydı. Bir sonraki Brecht konferansı hangi ülkede, hangi tartışma başlığıyla düzenlenecek gerçekten merak ediyorum.
Birkaç ay önce, Gülhan Kadim’in Heidelberger Festivali Konuk ülke küratörü olarak yazdığı yazıyı okuyup aramızda tartışmıştık hatırlıyor musunuz? (https://www.mimesis-dergi.org/2019/04/duvarlarin-ardindan-bakmak/) Türkiyeli biri olarak benim de katıldığım uluslararası etkinliklerde hissettiğim şey benzer. Türkiye’de tiyatro deyince fikri olmayan pek çok insan ülkenin dışarıdan görünen siyasal manzarasına bakınca burada nasıl bu kadar zengin ve dinamik bir tiyatro yaşantısı olduğuna şaşırıp duruyorlar. Bazen Çin’den, Mısır’dan, Brezilya’dan akademisyenler gelip seninle duygu ortaklığı kurmaya çalışıyor. “Sanki Türkiye’den değil de benim ülkemden bahsediyor gibiydin” diyorlar. Bu hoşuma gidiyor tabii. Ama bu tür etkinliklerde benim şöyle bir ikilemim oluyor, en azından ilk başladığım zamanlarda. Diyelim bir Ibsen ya da Brecht konferansına mı gittiniz. Sanki sizin oraya yapabileceğiniz en iyi katkı kendi ülkenizde bu konu ya da kişilerin nasıl alımlandığı, yapılan uyarlamalardan söz etmek. Daha fazlası ya sizi aşar ya da bilineni tekrar edeceği için can sıkar. Birkaç yıl önce Oslo’daki Ibsen Araştırmaları Merkezi’ne misafir araştırmacı başvurusu yaptığımda Dil Tarih’ten bir hocam “proje önerini yazarken Türkiye’yle bağlantısını kur. Onlar başka ülkelerde kendi yazarlarının nasıl alımlandığı, sahnelendiğiyle daha çok ilgilenirler” diye öneride bulunmuştu. Başka bir hocam ise bu öneriye hak vermiş ama ardında yatan sebebi de eleştirmişti. “Sanki Avrupa dramı ve tiyatro tarihi üzerine ancak onlar önemli tespitlerde bulunabilir, ancak onlar yeni bir teori ortaya atabilir, sanki biz Avrupalı olmayan tiyatro akademisyenleri ancak kendi yerelimizden doğru bir söz söyleyerek o alana ayak basabilirmişiz” gibi. Bunlar elbette bir yerde yazılı kurallar değil ama başımıza gelenler, çoğumuzun aşağı yukarı hissettiği şeyler. Geçen sene, örneğin, IFTR’ın Belgrad’daki toplantısında Türkiyeli genç bir akademisyen Almanya’da yer aldığı bazı performatif işlerden söz etmişti, yani bildiri konusu Türkiye değil çağdaş Alman tiyatrosuydu. Dinleyiciler ise soru cevap kısmında konuşmacıya Türkiye’yle ilgili sorular sormuş, buradaki performans çalışmalarını sorgulamaya çalışmışlardı. Oysa konuşmanın içeriği bu değildi ve konuşmacıdan Türkiye’deki örnekleri iyi bilmesi ve tartışabilmesi beklenmişti. Bunları rahatsız olduğum için söylemiyorum aslında, sadece gözlemlerim. Yaklaşık üç yıldır katıldığım etkinliklerde ya da uluslarası dergiler için yazdığım yazılarda Türkiye tiyatrosundan, güncel performanslardan söz etmeyi tercih ediyorum. Yukarıdaki varsayımlar yüzünden değil ama gerçekten bugünün tiyatrosundan heyecanlandığım, tartışmaya, üzerine düşünüp fikir üretmeye ve başkalarıyla paylaşmaya değer çok fazla şey bulduğum için. Bunun karşılığını görmek de çok hoş. Üç yıl önce Teb Oyun dergisindeki bir dosya vesilesiyle iletişim kurduğum Freddie Rokem’le orada karşılaştık. Freddie, Avrupa tiyatro ve performans teorisi, tarihi çalışmalarının en önemli isimlerinden biri. Çalışmalarından çok esinleniyorum, hatta “tarihi canlandırmak” (performing history), Benjamin ve Brecht’te yabancı ve kesinti kavramları gibi teorik çalışmalarının izini Türkiyeli bir tiyatro topluluğunda, BGST oyunlarında görmek, hatta Bgst oyunlarının onun çalışmalarına sunacağı katkıları fark etmek onu da çok mutlu etti. Birlikte bir akşam yemeğine çıktık, uzun uzun “tiyatro, tarihyazımı, geçmiş, bellek” konularından, biraz ondan, biraz benden sohbet ettik. Unutamayacağım bir akşamdı. Yüz yüze iletişim kurmak, temas kurmak gerçekten çok başka. Yakın zamanda İstanbul’a gelmek, burada bir konuşmak vermek ve bir tiyatro topluluğunun çalışmalarını izlemek istiyor. Ben kendisine BGST’yi önerdim. Umarım önümüzdeki bahar dönemi için söz verdiğim gibi bir organizasyon ayarlayabilirim.
Berlin’de İrem Aydın’la buluştum. Hatırlarsınız Türkland’ın yönetmeni. Bir süredir sanatçı vizesiyle Berlin’de yaşıyor ve orada yeni bir oyun üzerine çalışıyor. O da benzer bir şeyi anlatıyor. “Senden illa kendi coğrafyanda yaşanılan bir durumu (acı, trajedi, politik olan, vs) alıp işlemeni” bekliyorlar, bu da senin eleştirel duruşun, ürettiğin içerik ve estetiği etkiliyor. Bir projeye, fona mı başvurdun, neyi yaparsan kabul alacağını biliyorsun ve bu da Türkiyeli bir sanatçı olarak buradaki üretimimi sınırlıyor” diyor tıpkı “tiyatrocuların ürettiklerinde illa ki ‘görülmek istenen’; karşı durma ve eleştirme [politikacıların yarattığı ilişkiler yüzünden ve ona karşı] bir noktadan sonra tiyatronun o uçsuz bucaksız sınırlarını, sınırlandırmaya başlıyor” diyen Gülhan Kadim gibi. (Mimesis, “Duvarların Ardından Bakmak”) Öte taraftan uluslararası alanda bir başarı elde ettiğinizdeyse kimi Türkiyeli dostlarınız bunu “Ortadoğu ülkelerine tanınan ayrıcalıklı kotaya” bağlayabiliyorlar, bu da ayrı bir sorun. Bu mesele bir tarafıyla bana hep şu bitmeyen “yerellik-evrensellik” tartışmasını hatırlatıyor.
Gülhan Kadim’in yazısında söylediği gibi “bu duvarları biz koymadıysak, o duvarların ardına bakabilir, o duvarlarda delikler açarak hikâyelerimizi paylaşabiliriz”. Ama bunu başarabilmek kolay değil, farkındayım. Siz, biliyorum, karşılıklı birbirine acıyarak bakmanın gerçek bir empati ve dayanışma olmadığını ve ancak sanat aracılığıyla ortak üretimlerde bir araya gelerek kalıcı adımlar atabileceğimizi önereceksiniz. Haklısınız. Gerçekten bunun çözümü nerede bilemiyorum. Şimdilik buna verebilecek bir cevabım yok. Belki bu “duvar”, sınır, boşluk, adına her diyeceksek bu farkı ortadan kaldırmak yerine varlığını kabul edip onu üretici bir güce, kanala dönüştürmeliyiz. Şimdilik elimden kolektif çalışmayı, kolektif üretim ve çabayı artırmaktan, gerek yurt içinde gerek yurt dışındaki tiyatrocu arkadaşlarımla diyaloğu ve dayanışmayı arttırmaktan başka bir şey gelmiyor. Belki, bu bile yeterlidir.
Eminim, merak ediyorsunuzdur Köln’de birlikte geçirdiğimiz ilk iki günden sonra neler oldu diye. Köln’ü gerçekten çok sevdim. Bonn’da birlikte izlediğimiz Elektra operası hariç her şey harikaydı. O oyun hakkındaki yorumları size bırakıyorum eğer yapmak isterseniz tabii. Nehir kenarında yürüyüşlerimiz, her fırsatta yaptığımız dondurma kaçamaklarımız, Özgürlük Yolları kitabınıza da ilham olan eski öğrencilerinizle (“Duvargeçenler”) birlikte çıktığımız akşam yemeği sohbetimiz hâlâ belleğimde taptaze. Mirza’nın (Metin) Köln’de sahneleyeceği yeni tek kişilik oyunu Acht’ın provasını izleyemedik ama benden sonra siz görebildeyseniz haberlerini almak isterim doğrusu. Umarım oyun çıkmıştır.
Berlin’de başıma ilginç bir şey geldi hocam. Norveç’te tanıştığım Iraklı bir arkadaşımın akrabaları bizi Berlin’de bir gece misafir etti. Üç çocuklarıyla birlikte üç yıl önce Berlin’e yerleşmişler. Evleri, orada kurdukları yaşam, çocukların neşesi, ailenin mutluluğu ve misafirperverliklerini unutmam imkânsız. Görseniz bayılırsınız. Çok uzun zamandır bu kadar güleryüzlü, sevgi dolu, mutlu bir aile görmemiştim. Oradan ayrıldığımız sabah evin genç oğlundan botla Ege denizini geçtikleri, bir yolunu bulup Amanya’ya girdiklerini öğrendim. Beni şaşırtan bu genç çocuğun geldikleri botta sekiz kişinin gözleri önünde boğularak öldüğünü gayet soğukkanlılıkla ve gündelik bir şeymiş gibi laf arasında söylemesiydi. Ona değil ama arkadaşıma sordum. Bu genç aileyi yanlarına üç çocuklarını alıp botla Avrupa’ya kaçmaya zorlayan sebepler neydi diye? Politik baskı, iç savaş, yoksulluk… Hangisiydi? İnsan gerçekten çok büyük bir sebep arıyor ardında.“Yok, bunların hiçbiri değil” dedi arkadaşım.“Irak’ta gayet güvenli bir bölgede yaşıyorlardı. Hayatları normaldi. Sadece Avrupa’da yaşama, çocuklarına ‘daha iyi bir gelecek’ kurma hayalleri vardı. Bunu bu kadar abartma bence, daha iyi bir yaşam uğruna yaşamlarını tehlikeye atan yüzlerce aileden biri sadece onlar. Birileri malesef öldü, birileri kurtuldu, Avrupa’da yaşam kurdular. Onlar da ölmüş olabilirdi, bu kadar basit” dedi. Daha fazla sormak, deşmek istedim nedense ama yapamadım. Bir noktada onları yargılıyor, kararlarını sorguluyor, belki kapanmış görünen açık bir yarayı deşiyormuşum gibi hissettim. “Bu kadar basit” olduğuna inanmıyordum çünkü.
İstanbul çok sıcak. Geldiğimden beri çalışamıyorum. Umarım siz Girit’te serin ve verimli birkaç gün geçirebilmiş, yeni projenize başlayabilmişsinizdir. Mektubunuzu her zamanki gibi merakla bekliyor olacağım.
İstanbul’dan sevgiler,
Eylem.
II. ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
8 Temmuz 2019, Köln
Eylemcim merhaba,
Girit’den yeni geldim. Adanın güneyinde deniz kenarında in cinin top oynadığı bir köydeydik. Kendi halinde, yoksul, aynı zamanda doğal bir yer. O kadar ıssız ki kuşlar ve balıklar bile uğramıyor buraya. Sadece cırcır böcekleri ve rüzgârın uğultusu…
Yaz başı ve sonu güneyde hep böyle yalnızlık mekânları arıyorum. Gündelik yaşamın hayhuyunun dışına çıktığım anda kendimi yapmak istediğim işlere verebiliyorum. Her yeni projenin tohumları ıssızlıkta atılıyor, sonra zaman içinde farklı mekânlarda, farklı boyutlarda gelişiyor. Otuz yıldır bu böyle. Ama ilk kez bu sefer tuhaf bir tıkanma yaşadım. Yaşadığımız ortamla hesaplaşan eleştirel ve sorgulayıcı bir projenin peşindeydim, malzeme toplamak ve araştırmakla geçti oradaki günlerim. Sonra dönüşte gazete okurken birden kolumun kanadımın kırıldığını hissettim. Işıl Özgentürk gazeteci biliyorsun, Cumhuriyette yazıyor, feminist, yazılarını hep yol açıcı bulurum. Bir yazısından dolayı bir buçuk yıl hapis aldığını çok ama çok büyük bir üzüntüyle okurken, son yıllarda içimde ne biriktiyse su yüzüne çıktı, yani bu bardağı taşıran son damla oldu sanki. Sana anlatamayacağım bir hüzün, hiçbir şeyin anlamı yok duygusu, şiddet karşısında çaresizlik…Oysa hiç de depresif değilimdir, en olmayacak zamanlarda bile umut yaratanlardanım.
Hani sana “Sen hangi taraftansın, fildişi kulende tiyatro yazıları mı yazıyorsun, yoksa eleştiriyor musun?” diye soran Alman yönetmen var ya merak ettim bu kim, nasıl bir yönetmen, ne tür işler yapıyor? Yani onun duruşu nedir fildişi kulede mi oturuyor, yoksa yaşadığı ortamı sorguluyor ve eleştiriyor mu, bunu sormadın mı ona? Demokrasinin hiçbir ülkenin tekelinde olmadığını, yaşaması için çaba harcanması gerektiğini biliyoruz. Acaba Almanya’da tiyatro bu çabaya nasıl bir katkı sunuyor?
Şimdi diyebilirsin ki tiyatronun görevi dünyayı değiştirmek değil. Tabii ki değil. Ama yaşadığımız toplum üstünde düşünmek, belli bir duyarlılık yaratmak bunu ben hala sanattan bekliyorum. Ve bizler hangi toplumda, hangi koşullarda yaşarsak yaşayalım durmadan yeni yeni sorunlarla karşılaşıyoruz, bütün bunlar beni ilgilendirmiyor diyemeyiz ki. Sözgelimi onca göçmenin yaşamını kurtardığı için İtalya’da tutuklanan, bin bir güçlükle kurtarıldıktan sonra dünyanın tehdidini alan, korumasız iki adım bile atamayan Alman Kaptan Carola’yı düşün, bu bile sanata konu olabilecek yeterli bir konu değil mi? O gemide kimler var, niye böyle tehlikeli bir yolculuğa çıkmışlar, onları ölüme terk etmeye hazır olanlar kimler, bürokrasi insan hayatını nasıl böylesine hiçe sayabiliyor, gencecik kaptan Carola bu insanları kurtarmak için yasaları çiğnerken neler hissetti? İşte tiyatroya, romana, sinemaya, dizilere konu olabilecek bin tane soru…
Yani demem o ki: Alman yönetmen sana bu soruyu seninle kendi arasında duvarlar örmek için değil de ortak bir noktayı keşfetmek için sormuş olamaz mı? Sen onun sorusunu aşırı bir duyarlılıkla yanlış anlamış olabilir misin?
“Hep bizden kendi ülkemizle ilgili bir şeyler anlatmamız bekleniyor” diyorsun. Ama Eylemcim bu da çok doğal değil mi? Tabii ki geldiğim ülke, toplum, geçmişim, tarihim, yetiştiğim çevre hepsi beni belirleyecek. Dünden Bugüne Bertolt Brecht kitabımı yazarken Alman tiyatrosunu kendi bulunduğum noktadan irdelemeye çalıştım. Brecht bize ne söylüyor bu sorunun izini sürdüm. Bu açıdan da kitabımı tabii ki bir Alman gibi yazmadım ama ben bunu bir eksiklik değil tersine büyük bir zenginlik gibi yaşadım. Sen de eminim bunu Ibsen çalışmalarınla başaracaksın. Biliyor musun Almanca bir kitabım var “Eine Andere Türkei” (Başka Bir Türkiye) diye, o kitapta “Kenar Avrupalı” olarak tanımlıyorum kendimi, yani merkezde olmamayı vurguluyorum. Bir Kenar Avrupalı Avrupa’nın ortasında yaşayanlardan çok daha farklı şeyler görebilir öyle değil mi? Bu söylediğim tabii yaratıcı çalışmalar için de söz konusu. Sözgelimi Haldun Taner bir Kenar Avrupalı olarak Brecht’den yararlanarak ne güzel oyunlar yazmış.
Ama benzer eleştirel ve özeleştirel bir duruşu ben de Avrupa’nın merkezinde yaşayanlardan, sözgelimi Almanlardan bekliyorum, kendi toplumlarında her şey güllük gülüstanlık gibi bir duruşu benimsemişlerse, kendileriyle hesaplaşmadan, sorgulamadan, eleştiriden, özeleştiriden kaçınıyorlarsa o zaman ne oluyor biliyor musun sadece duvar örmekle kalmıyorlar, kendilerini de duvarların içine hapsediyorlar. Bu açıdan sanırım bizim öncelikle yönetmenin sorunun altında yatan düşünceyi anlamamız gerekiyor bu kolay değil. Ama başarırsak o zaman ‘duvarlarda delikler açarak’ ortak sorunları, noktaları keşfetmemiz de kolaylaşır. Görüyorsun ya Gülhan Kadim’in duvarlarda delik açarak hikayelerimizi paylaşmak metaforunu gerçekten çok beğendim. Sanırım bizler demokrasinin yeterince gelişmemiş olduğu bir toplumdan geldiğimiz için bu tür konularda aşırı alınganız. Alınganlık da belki de kendi içimize kapanmamıza yol açıyor. Yani kaç kere kendimi de gözlemlemişimdir karşımdakinin duvar ördüğünü düşünerek ben de hemen duvar örmeye başlıyorum. Bence duvarları oluşturan sadece önyargılar değil, yaşadığımız olumsuz bir deneyimi kolaylıkla genelleştirmemiz ve tabii ki kendimizi, kendi gizilgücümüzü yeterince de tanımamamız. Ama farkındalığımız gelişmişse bunu büyük oranda önleyebiliyoruz. Boğaziçi Tiyatrosu’ndan Aysel Yıldırım geçenlerde Köln’e bize gelmişti. Berlin’de Duvarlar izleğini ele alan bir tiyatro yönetmenliği seminerine katılmış. Çok güzel geçmiş, öyle heyecanla anlatıyordu ki. Sanırım şu sırada Almanlar duvarlar üstüne çok düşünüyorlar, en azından duvarlar üzerine bir farkındalık yaratmaya çalışıyorlar. Ben de Essen Üniversitesi’nde yaratıcı yazma projem kapsamında “Kafamızdaki Duvarlar” diye bir yarışma yapmıştım, öyle güzel metinler çıktı ki. Sonradan onları kitap olarak yayınladık, okuma günleri yaptık. Hepimiz için harika bir deneyim olmuştu.
Eylemcim Irak’tan ölüm pahasına kaçarak küçük çocuklarıyla Berlin’e gelen bir aileden söz ediyorsun. Acaba onları kaçmaya yöneten olaylar nelerdi? Onları tanıyan arkadaşına olayların içyüzünü sorduğunda arkadaşının “kendilerine daha iyi bir gelecek kurmak istiyorlardı” diye soruyu geçiştirdiğini söylüyorsun. Oysa Irak’da büyük sorunlar yaşamıyorlarmış. Bir insan neden kendi yurdunu ölümü bile göz alarak terk eder? Eylemcim keşke bu soruyu doğrudan onlara sorabilseydin. Sanırım senin soru sormaktan çekinmenin bir nedeni de Almanlarla yaşadığımız olumsuz deneyimler, yani onların bizlere sürekli soru sormaları. Haklısın ben de bundan rahatsız oluyorum. İyi de sorular bizleri neden bu kadar tedirgin ediyor hiç düşündün mü? Eğer soru sorma ya da bize sorulan soruyu yanıtlama cesaretini bulamazsak birbirimizle nasıl iletişim kuracağız? (Bunlar da benim sorularım).
Soru nasıl sorulduğuna bağlı değil mi? Yani tek bir soru koca bir duvar da örebilir, duvarda delikler de açabilir. Seninle benim sanırım ortak yanımız dünyaya açık olmamız, soru da bir kiliti açan bir anahtar sadece öyle değil mi? Yine senin mektubunda sözünü ettiğin yabancı kavramına dönelim. Bize yabancı geleni anlamamız, belki de yabancılığı aşmamızda bir sürü etken söz konusu, soru sormak da sadece bunlardan biri.
Son dönemde Almanya’da yeni bir eğilim var. Kimse kimseye karşısındakini aşağılama ve küçümseme kaygısıyla nereden geliyorsun diye soramıyor. Bu çok absürt değil mi? Bu eğilim neden ortaya çıktı biliyor musun, soru sormayı bilememelerinden, yani insandan insana iletişimde ciddi sorunlar yaşamalarından. Bu sorunun üstüne gideceklerine sorulardan kaçmaya karar vermeleri bence yeni duvarlar örme anlamına geliyor. Yabancı olmaya gelince ben kendimi yabancı hissediyorum, o kendini yabancı hissediyor, demek ki ortak bir şeyler deneyimliyoruz, oh ne güzel diyerek rahat edebilir miyiz sence? Yabancı olma bir hedef değil, bir süreç bana göre, sen bu konuda ne düşünüyorsun? Ayrıca görece bir kavram; farklı uluslar, kültürler, cinsiyet, din, sosyal katman hepsi önemli yabancıyı değerlendirmemizde. Sözgelimi ben kendi çevremden gelen diyelim Bir Almana, kendi ülkemden gelen ve kendini muhafazakâr olarak tanımlayan bir işçiden çok daha yakınım. Ya da kadın erkek eşitliğine inanan ve bunu yaşayan bir erkek arkadaşıma, ataerkilliği içselleştirmiş bir hemcinsimden çok daha yakınım. Yani yabancılık durağan bir kavram değil bakış açısına göre sürekli değişiyor, öyle değil mi?
“Birbirini tanımayan insanların buluştuğu bu gibi akademik faaliyetler gerçekten bir iz bırakıyor muydu? Peki ya tiyatro? En son ne zaman izlediğimiz bir oyun güçlü bir iz bırakmış, yeni bir görü kazandırmıştı? Sizin bu soruya bir cevabınız var mı?” diye soruyorsun. Doğrusunu istersen bu o akademik etkinliği ya da izlediğim oyunu, okuduğum romanı nasıl alımladığıma bağlı, iz bırakabilir de bırakmayabilir de. Sözgelimi seninle mektuplaşma bana yaşadıklarım, gözlemlediklerim, okuduklarım üzerine düşünme fırsatı verdiği için üzerimde çok iz bırakıyor. Birbirimize sorduğumuz soruların, içten bir diyaloğun olumlu etkisi çok. Ama benzer bir diyaloğu bir kitap okurken, dahası bir TV dizisi izlerken bile yakalayabilirim, bu bence benim o konuya nasıl baktığıma, kısaca bana bağlı.
Mektubumu burada kesmek zorundayım. Az sonra Duvargeçenlere gidiyoruz, kağıt ve tutkaldan renkli kaseler ve heykelcikler yapmaya. Bakalım başarabilecek miyiz? Duvargeçenleri sen tanıdın İşçi Edebiyatı ödülü alan “Özgürlük Yolları, Göç Öyküleri” kitabımın kahramanları. Duvarları geçtiler, çünkü Türkiyeli olmanın getirdiği ataerkil yapılanmayı da Almanların yabancılarla aralarında duvarlar ören duruşunu da kırarak kendi yollarını keşfettiler. Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’ndeki hocan Fakiye Özsoysal da onları iyi tanır, çünkü iki yıl Essen Üniversitesi’nde benimle çalışmış, onlarla o da benim gibi arkadaş olmuştu. Onlar bugün öğretim üyesi, öğretmen, radyo programcısı, yaratıcı drama uzmanı, sanat eğitimcisi olarak çok başarılılar. Bu tabii kolay bir süreç değildi. Düşünüyorum da ben akademik ve sanatçı bir ailenin çocuğu olarak ne çok şeyde hazıra konmuşum. Oysa benim yolum da hiç kolay değildi. Ama onların yolu çok daha engebeliydi, çok farklı bir mücadeleyi ve direnişi koşulluyordu. Duvargeçenlerden Nurten Kum’la en son Cumhuriyet yayınlarında çıkan imece kitabımız Kadınların Gözüyle, Yazmak ve Yaşamak’ta birlikte çalıştık. Ataerkilliğin kıskacındaki yaşamını öyle güzel anlatıyor ki, zamanın olursa okumanı öneririm. Birbirimizin öykülerini dinlemek, birbirimizin öykülerinde kendimizi bulmak, bize yakın ya da uzak gelen sorunlar üzerine düşünmek insanı öyle zenginleştiriyor ki.
Köln’den çok sevgiler
Zehra