Mimesis Haber/ Lütfü Ufuk Gönüllü’nün Cüneyt Uzunlar ile “oyunculuk sanatı” üzerine yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz.
Oyunculuk Atlası’nın yazarı, oyunculuk üzerine tartışmalı metinler üreten; bu ara “Sevim Ak Kütüphanesi”nde tiyatro atölyeleri yürüten şair, aktör Cüneyt Uzunlar’la oyunculuk ve tiyatro çevresine yönelik düşüncelerini konuştuk…
U.G : Oyuncunun enettektüelliği ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu soruyu her konuştuğum tiyatro insanı ile tartışmayı tercih ediyorum. Oyuncu entellektüel olmak zorunda mı?
C.U : Oyuncunun kendi aklı olsa iyi olur. Bedeniyle tecrübe ettiklerini süzebilecek; bedeniyle arasına gireni eleyip, bedeniyle arasını yapana yönelecek bir akıl.
U.G : Oyunculuk eğitimi bağlamında düşünürsek bunu şöyle yap böyle yap yönergelerine ne dersiniz?
Sanat Okullarımızda Konumuz Sanat Değil İtaattir
C.U : Konservatuvarların başlıca amacı uyumlulaştırmak. Sanat okullarımızda konumuz sanat değil itaattir. Bölüm başkanlarının, (müstesnaları var elbette ama durumu değiştiremezler) öğretmenlerin söylediklerine itaat edilmesi ve bunlara uyulması beklenir.
U.G : Bazı hocalar oyuncuyu sahne üzerinde birer makine gibi algılayıp onları kafalarındaki resmi tamamlayan birer robot gibi görebiliyorlar. Bu konservatuvarda da böyle olabiliyor tabi… Oyuncu daha öğrenci iken yaratma ediminden bihaber yetişebiliyor. Siz Bilsak Tiyatro Atölyesi’nde de çalıştınız. Oyuncuyu yaratıcı olarak gören bir ekolden geliyorsunuz. Şimdi bu taraftan bakınca az önce belirttiğimiz modelde eğitim alan bir oyuncu robot olmuyor mu? Nasıl bir oyuncu olacak bu kişi?
C.U : Mecazen kukla… Bir gösteri türü olarak kukla ‘estetik’tir tabi. Güdülen bir oyuncudan daha ‘estetik’tir demek istiyorum; entellektüel olmayı önemsemeyen, böylece ancak yönergelerle hareket edebilen oyunculardan…
U.G : Genç tiyatrocuları, toplulukları takip edebiliyor musunuz? Nasıl buluyorsunuz? Son yıllarda çok başarılı işler çıkartan topluluklar var.
C.U : Tavsiye olmadıkça takip etmiyorum. Genelde oyunculuklara dayanamıyorum. Yerli yabancı diziler-filmlerdeki oyunculuklara da. Dizi fragmanlarına, jeneriklerine baktığınızda bile aynı estetiğin devam ettiğini görebiliyorsunuz.
U.G : Yeni bir şeyin oluşabilmesi için de entellektüel düşüncenin yaşaması gerekiyor oyuncuda.
C.U : Öyle oyuncu istemez piyasa. Oyuncu piyasanın istediği gibi olmadıktan sonra para da kazanamıyor zaten. Eğer dediğimiz gibi entellektüel ise kendisi yapacak yapacağını, bildiğince. Genç topluluklardan da en son “YEN” i seyrettim Craft tiyatroda. O oyun hakkında da Siyah Mecmua blogunda yazdım. Firuze Engin’i Sevim Ak Kütüphanesi’nde seyrettim çocuklara tencere tavayla tiyatro yaptı. Aklıma çok eskiden festivalde izlediğim Kral Übü’nün sebzelerle yapılmış versiyonu geldi. Onun hakkında da yazdım.
U.G : “Oyunculuk Atlası”nda “oyuncu anlatıcıdır” diye bir bölüm var. Son dönemdeki yeni metinleri ve performansları hatırlatıyor bana. Yeni metinler hakkında ne düşünüyorsunuz? Klasik yapıların dışında kalan, alışık olmadığımız performanslar hakkında mesela. Önermesiz, çatışmasız belki… Anlatı biçimde sahnelenen oyunlar.
C.U : Bütün alışılmadık yapılar, alışıldık yapıların yapamadığı şeyi yani yaşantı yaratmayı sağladıkları sürece iyidirler herhalde.
U.G : Farklı atölyelerde genç oyuncu adayları ile oyunculuk çalışmaları yapıyoruz. Katılımcıların geneli kendilerine rol tarif edilmesine alışmış yada bunu bekleyen kişiler oluyorlar. Rol mutlaka tarif edilmeli. Nerede nasıl duracağı ona mutlaka söylenmeli gibi… Buna şöyle bakıyoruz. Oyuncuyu bir hamur olarak ele alıp kendi şeklini kendisinin almasını sağlamak. Ondan gelen malzeme ile. Mutlaka şöyle bakıp, şöyle yürüyen, şöyle tonlayan, şöyle kızan yada ağlayan oyuncular olmasını istemiyoruz. Mümkünse hiçbir şeyi tarif etmeden çalışmaya çalışıyoruz. Kendi malzemesinin farkına varan oyuncular olmasını istiyoruz.
C.U : Ama burada önemli olan oyuncudan o malzemeyi nasıl alacağın? Bir yöntemle.
U.G : Bu biraz süreç içerisinde çıkmıyor mu?
Türkiye’de konservatuvarlar, tiyatro okulu olma iddiasındaki çoğu kurum akademik değil
C.U : Yok. Söylediklerime ters görünebilir ama yöntemin bir formüle dayanması gerekiyor sanki. Hedef haline gelebilecek, eleştirilebilir, dönüşebilir bir yöntemimiz olmalı. Yani biraz kervan yolda düzülür yada yapa yapa öğreniyoruz gibi çalışılınca olmuyor. Doğaçlamacıyım. Ama doğaçlamadan anladığım şey bu değil. Türkiye’de konservatuvarlar, tiyatro okulu olma iddiasındaki çoğu kurum akademik değil. Ne demek akademik? Belli bir metodu olan, belli bir yönetmi olan dolayısıyla bu yöntem ve metod ile ilerleyen ve değerlendirilmeye açık olan. Ne görüyoruz? Bir usta bir çırak. Kimin ne anlattığı ne dinlediği belirsiz. Usta, ejderha yavrularının üstüne çökmüş gibi çökmüş talebelerin üstüne. Görünüşte çok bir şey gibi. MSÜ Konservatuar, benim okulum mesela. İçine girince öyle değil. Öte yandnan hükümet kapatmaya çalıştı okulu geçen yıl, savundum. Bu eleştirilerde savunudur, öyle bilinsin lütfen.
U.G : Peki oyuncunun bir yandan kendi yaratıcılığını araştırırken diğer yandan sizin kalıp bir yöntem ile ona yaklaşmanız nasıl olacak?
C.U : Açayım: Kartal Sanat İşliği’ndeki arkadaşlarla çalışırken formüle dayalı bir yöntem geliştirdik bir yandan da bunun kitabını yazmaya başladım,
H+F+K = İ
‘H’ Hayal etmek. İmgelem. Neyi hayal ediyorsun? Yaşadıklarımızı (tanıklıklar dahil) hayal edebiliriz. Seyirci sözcüğünün iki anlamı var: Birincisi oturup izlemek diğeri ise yolculuk. İyi bir seyirci sadece durup izlemez, kurguyla ve/ya anlatıyla yolculuk eder. ‘H’ bu yüzden önemli; izliyorsunuz hem de yoldasınız… Biz genellikle beş (altı, yedi de var) duyumuzla yaşantımıza soktuğumuz şeyleri tecrübe etmiş sayılıyoruz. Bir kitabı okurken beş duyumuz var mı? Var. Kitabı okuduğumuz ortamın havası, kokusu var. O anda yediklerin ve içtiklerin var. Yanında duran canlılar ve mekan var. Var da var. İşte bütün bunlar okuduklarımıza dahil. Eğer o metni unutmuyorsan bütün bunlarla hatırlıyorsun. Oyuncunun malzemesi budur: Beş duyusuyla çağırabileceği tecrübeler. Oyuncu hayal eder; beş duyu, hormonlar, kaslar uyarılır ve dev, kıpırdar. Oyunculuk eylem sanatı. Mesele de bu. Eylem nasıl çalışıyor, ona bakıyoruz.
‘F’ Fizik kısmı. Oyuncu eğer birisini canlandırıyorsa, o canlandırdığı kahramanın bir fiziksel görüntüsü, formu olmak zorunda. Bu fiziksel görüntü genellikle postür ile çıkıyor karşımıza. Hakim bir duruştan bahsediyorum. Eğer ben Ufuk’u canlandırıyorsam onun postürünü edinirim. Fakat hayal gücümü de kullanacağım. Yani? H+F. Rolden bağımsız olarak şu var. Farklı ‘duruş’lardayken hormonlar değişiyor. Ne acayip! Sırf duruşla beceri artabilir; düşünmeler demek ki hisler değişebilir.
U.G : Boal’in imge tiyatrosu temrinlerinde de buna benzer, bunları deneyimleyecek çalışmalar var. Dediğiniz gibi insanın bu postürü değiştikçe bütün düşünce ve eylemleri, his dünyası farklılaşıyor.
C.U : Bunlar da düşüncelerimizi değiştiriyor. Bu fiziksellikle kendi malzememi bunun içine koyarsam ne olur? Benim herhangi birine bir şey göstermem için bir çabalamam gerekmez. Nasılım acaba, diye düşünmem bile. Sadece yaparım! Ben bu yolla zaten bir imajı kaygı faktörünü de ekleyerek hareket ile birlikte bir hikâye içerisinde göstermeye başlamış oluyorum.
U.G : Buraya da metinden aldıklarımızla gidiyoruz öyle değil mi?
C.U : Elbette.
U.G : İşte bu da metod oluyor.
C.U : Bunu istersen kukla oynatırken kullan, istersen pantomim yaparken kullan, istersen göstermeci bir oyun sahnelerken kullan, hepsinde çalışır. Ama diyelim ki göstermeci bir iş yapıyorsun ve bu metodu kullanmıyorsun, son derece sahte ve yavan şeyler göreceğiz demektir. Öyle olmayan yok mu? Var, iyi oyuncular var. Onlar nasıl yapıyor? Bu yolla.
‘İ’ İmge, oyuncunun ürettiği şey. İmaj. Bulut gibi bir şey değil yani (keşke olsa). Bir imaj üretiyoruz. Kimi ayakkabı üretiyor, kimi tablo. Biz de bedenimizle ve sinir sistemimizle ve biyokimyamızla bir imge üretiyoruz. Peki bunu neden seyredeceğiz? Geldik ‘K’ faktörüne. Bu imge bizi kendisine neden çekecek ona bakacağız. ‘K’ Kaygı. Bütün varlıklar varolma kaygısı yaşarl ve buna göre bir amaçları olur. Varolabilmek, var kalabilmek için kaygı duyarlar. Kaygı duydukları için de varolurlar. Onların varlıklarını tehdit eden şeylere karşı kaygı duyarlar. Varlıklarını tehdit etmeyen şeyleri edinirler ve o şeyleri kaybetme kaygısı yaşarlar sonra. Varlıkları tehdit altında değilse insanlar can sıkıntısından kurtulma kaygısı yaşarlar bu sefer. Sürekli bir şeydir kaygı, bilhassa bizim için. Kaygı etkinleştirici güçtür de. Bize amaç aratır, verir, yön verir; davranış verir. Neleri ve nasıl yapıp edeceğimizi kaygı renklendirir, vurgular, tonlar.
U.G : Oyuncunun kaygıdan kurtulması için güçlü olması, güçlü insan, güçlü aktör olması gerekir değil mi?
C.U : Kaygıdan kurtulamazsın. Kurtulmamalısın da. Ama mücadele etmek zorundasın. Mecburen güçlü olmak da zorundasın. Şu masayı çekmek, kaşığı kaldırmak, pilavı kaşıklamak güç ister… Bunu doğallıkla yaptığımız için zindeyiz. Bunu bir doğallık içerisinde yaptığımız için farkında değiliz ama bu bir güç istiyor. Kaygı seviyesi çok ama çok yüksek kişilere bakalım. Bazıları pilavı kaşıklayamaz, döker. Kaşığı düzgün tutamaz. Kitabı okuyamaz, filmi seyredemez, seni dinleyemez. Kaygıya kaos da diyebiliriz karanlık da. Bir belirsizlik hali. Belirsizliği derecelendiren, değişken bir şey.
Şimdi burada bir formül ortaya koymuş oluyoruz kendimizce. Doğru olması şart değil. Eylemi (act) çalıştırıyor mu çalıştırmıyor mu, prize takınca çalışıyor mu ona bakıyoruz. Bu eleştirilebilir, sağından solundan çekiştirilebilir, ilerletebilir ve/ya çöpe atılabilir bir formül. Genel Çekim Kanunu gibi bir formül değil. Kutsal kâse peşinde değiliz zaten. Birisi çıkıp kaygı neden bu kadar önemlidir diye eleştiri getirebilir mesela. Neden bu kadar kaygıyı önemsedin, Stanislavski’nin ‘Amaç’ kavramı neyine yetmiyor, diyebilir… Mesela Mikael Çekov’u benimsemiş biri diyebilir ki hayalgücüne bu kadar gerek yok, sadece fiziksellikle halledilebilir, sadece postür kullanarak yapılabilir oyunculuk. Gelenekselden gelen birisisi de çıkıp diyecektir ki sadece timingle, aparla bir sürü şey yapabilirsin. Oyuncu hünerli olmalıdır, iyi konuşmalıdır, takla atmalıdır, kılıç kullanmalıdır, ata binmelidir vs. Bunları yapsan yeter diyebilir birisi de. Konservatuvarlar güzel konuşmacı yetiştirirler mesela. Güzel duran, güzel konuşan ve sürekli sahnede güzel miyim değil miyim diye düşünen adamlar ve kadınlar. Bu düşünmeyi aşanları vardır herhalde tek tük. Ama çoğunluk, çoğunluktur işte. Çoğunluk filmi de güzeldi bu arada.
Kendimiz Olmak Üzere Sahnede Değiliz
U.G : Dolayısıyle onu seyreden, ona özenen oyuncu adayları da onun gibi duran ve konuşan oyunculara dönüşebiliyor. Böyle tonlamalıyım, böyle konuşmalıyım diye. Oyuncunun sahnede kendisi gibi olma durumuna ne diyorsunuz? Böyle metod çalışmaları da var.
C.U : Biz kendimiz olmak üzere sahnede değiliz ki. Kendimizden mutlaka bir şeyler katılacaktır. Ne yaparsak yapalım. Hamlet de oynasak, Quasimodo da oynasak mutlaka bizden bir şeyler katılacak. Raskolnikov’un melankolisine bakarsanız Dostoyevski’nin melankolisine ne kadar benzediğini görürsünüz. Bu kaçınılmaz. Ama bir oyuncu sahnede kendisi değil. Kendisi olmamalı zaten. Bir imaj bir ‘İ’ üretiyor orada. Bir imge. Bunun bilincinde olması lazım. Heykeltraş gibi yontuyorsun aslında. Canlı, hareketli bir heykel imal ediyorsun. Ama heykeli geleneksel halk tiyatrosundaki gibi sadece fizikselliğe bağlı yapmıyorsun. Buna hayalini yani tecrübeni yani kendini ekliyorsun. Stanislavski’nin bize önerdiği şeyi. Suat Taşer’in pek güzel çevirisiyle ‘imgelem’i. Sonra teferruatlar çoğalıyor. Bi de şu var, hangi kendimiz? Alıştığımız bir postürümüz var falan ama insan haller içinde bir varlık. Ben bir başkasıdır. Öyle mi? Öyle. Bir de ‘cast’ olayı var dizi-sinema piyasasında. Ne yapıyor casting, role yakışanı buluyor. Ne demek bu? Aranan oyuncu değil, role yakışan biri. Role yakıştıktan sonra oyuncu olması çok da önemli değil sinemada. Oyuncu olmayan fakat role yakışan kişilerle çekilen ve uluslararası başarılar kazanan filmler var.
U.G : Bugün burada Cüneyt Uzunlar olarak sizde çalışan ve işe yaradığından bahsettiğiniz bir metoddan söz ediyorsunuz. Her oyuncunun kendine göre böyle bir metod geliştirme kaygısı olmalı mı? Oyuncular böyle bir yolun peşine düşüyorlar mı? Ya da şöyle soralım böyle bir kaygısı olmayanlar ne yapıyor?
C.U : Kopyalıyorlar. Böyle bir yolun peşine düşmeyenler kopyalamak zorundalar.
U.G : Ayla Algan kimseyi taklit etmeyin diyor. Özellikle duygularını.
C.U : Taklitten farklı şeyler anlayabiliriz tabi. Taklit kopya değil bende. ‘F’yi taklit edebiliriz. Amacımız ‘F’ yi taklit etmek. Ama bunu bilinç ile yapacağız. Kendimizi kaptırarak değil. Bile bile yapacağız. Çünkü biliyoruz ki biz bu ‘F’ yi taklit ederek biyokimyamızı, demek ki düşüncelerimizi, hislerimizi değiştiriyoruz. Ulus Baker’in çok yerinde tarif ettiği gibi A’yı B cinsinden, analoji ile yeniden üretmektir taklit. Mimesis işte.
U.G : Eğer III. Richard oynuyorsak onun bedenine yani postürüne gireceğiz mesela.
C.U : Daha şiirsel söyleyelim, postuna gireceğiz.
U.G : Brecht’in gestus olarak anlattığı şeyden farkını açıklayabilir misiniz?
C.U : Brecht’in bahsettiği ‘göstermek’ için yapılan bir şey. Hatları daha kalın, çerçeveli; daha tanımlı. Ki amacı çok açık. Seyirciye “Bu ne yahu!!!” dedirtmek. Bizim burada bahsettiğimiz ‘F’ hem bir form oluşturmak hem de içsel dönüşüme yol açması için. Tanımsızla, belirsizle, bilinçsizle tanımlı, belirlenmiş, bilinçli içiçe. Eldeki formülle, herhangi birisine bir saat içerisinde bir ‘İ’ yaratabilme olanağını hediye edebiliriz. Küçük bir ‘İ’ ve eskiz belki ama ‘İ’.
Eğer Beni Saçma Bir Dizide Görürseniz Bilin Ki Çok Parasız Kalmışımdır Yahut Role Tav Olmuşumdur
U.G : Şimdilerde ne yapıyorsunuz?
C.U : Bu aralar Sevim Ak Ev Kütüphanesi’nde mesleği tiyatro olmayan mahalleli ile çalışıyorum. Herhangi bir tiyatroda çalışmayı düşünmüyorum. Yönetmenlik yapmadığım gibi bir yönetmenle de çalışamıyorum. Ansambl, kolektif varsa ordayım.
Eğer beni saçma bir dizide görürseniz bilin ki çok parasız kalmışımdır yahut role tav olmuşumdur… Orada çok kalmam ayrıca.
U.G : Bütün bu konuştuklarımızı yazıya dökünce okuyan olur mu diye düşünüyorum.
C.U : Formüle dönersek kendi kaygımızın peşinde devam etmeliyiz. Aşılanmış kaygılar öte dursun.
U.G : Aradığınız tiyatroyu bulabildiniz mi peki?
C.U : Buldum, kaybettim, buldum… O tiyatro bitmeyen bir oluşma halinde. Bir formülden bahsettim ama bu formül bitmemiştir. Üç ay sonra bu formülü dönüştürebilir yahut bütünüyle silerek başka bir formül koyabiliriz yerine. Burda anlattıklarımı anlatan kurmaca bir metni tamamladım: ‘Martı’. Blogtaki tefrikası sona erdi. Kurmacada bir grup oyuncu göl kenarında, derme çatma bir sahnede Çehov’un Martı oyununu sahneliyor; Treplev’i oynayan Refik çalışma yöntemine itiraz ediyor ve işler bambaşka bir hâl alıyor. Ya patates olacaklar ya devam… Oyunculuk Atlası’nın genişletilmiş versiyonu bu. Blogda şimdilik duruyor. Kitap olarak da basılacak üç vakte kadar.
U.G : Sohbet için çok teşekkür ederim.
C.U : Ben teşekkür ederim.