[Bu yıl 26 Nisan-5 Mayıs tarihleri arasında 36. kez düzenlenecek Heidelberger Stückemarkt’ta konuk ülke küratörü olan Gülhan Kadim’in festival kitapçığında yer alan yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]
Türkiye tiyatrosu ikinci kez Heidelberger Stückemarkt Festivali’nde. Festivalin yapımcılarının konuk ülke olarak ikinci kez Türkiye’yi seçmesinin elbette gözle görünür bir sebebi var.
Türkiye’de neler oluyor? Türkiye’de nasıl yaşanıyor? Aman tanrım olanlara nasıl katlanılıyor? Peki bu şartlarda nasıl tiyatro yapılıyor? Olanlar akıl alır gibi değil!
Türkiyeli insanlar uluslararası ilişkilerinde, arkadaşlıklarında -özellikle Avrupa’da- bu sorularla çok sık karşılaşıyorlar. Hatta belki de cevaplamaktan bıkacak kadar çok…
Aslında cevap kısa. “Evet, zor.” Bu cevap ne soranı tatmin ediyor, ne de cevaplayanın ruh halini açıklıyor. Kendi penceremden baktığımda, 20 yıldır varlığını sürdüren bağımsız bir tiyatro grubunun kurucularından biri olarak biliyorum ki, Türkiye’de yaşamak da tiyatro yapmak da hiçbir zaman kolay olmadı. Hiçbir zaman; Avrupa’daki kadar özgür, finansal olarak desteklenen, kültür üretimine katkı sağladığı için kolaylıklar sağlanan bir konumda olmadı tiyatro. Peki şimdi geriye dönüp baktığımızda, bugünü nasıl görüyoruz?
Eskiden konuşamadığımız, sahneye taşıyamadığımız konular vardı. Şimdi bu konular kat kat fazla. Eskiden muhafazakar toplum yapısını gözetme gereğini üzerimizde hissederdik, şimdi bunu “yapmak zorundayız”. Eskiden bazı oyunları yapmak cesaret isterdi ama yapanlar olurdu, şimdi yapmayı aklımızdan bile geçiremiyoruz. Bunları çoğaltarak yazmak mümkün…
Bu noktaya; kanunlarla ya da yazılı uygulanan kurallarla gelinmedi. Öyle örnekler yaşandı ki, artık herkes her konuda daha dikkatli olmak zorunda hissediyor.
Tüm bunlara karşılık özellikle İstanbul’da her sezon yüzlerce yeni oyun seyirciyle buluşuyor, çok sayıda yeni metin yazılıyor ve bir çok yeni tiyatro grubu kuruluyor. Yani; tiyatro dünyası capcanlı ve üretken, genç seyirci kitlesi de sürekli çoğalıyor.
Bir başka ülkeyi, kendi standartlarınız üzerinden değerlendirmek ne kadar doğru?
Türkiye’ye, Almanya’nın sahip olduğu demokrasi üzerinden baktığınızda; Türkiye yaşanması imkansız, adım attığınızda tutuklanabileceğiniz bir yer haline dönüşebilir hayalinizde. Benim düşüncem şöyle; muktedirler Almanya halkının Türkiye’yi nasıl görmesini istiyorsa, o şekilde gösteriyor. Bunun tersi de geçerli ve ülkelerin isimlerini istediğimiz kadar değiştirebiliriz, sonuç aynı olacaktır.
Yani gerçekte olanlar, yansıtılan kadar büyük olmayabilir.
Bir anda dehşet verici bir ülkede dehşet verici şartlarda yaşayan bir topluma dönüştü Türkiye. Sevdiğim Alman meslektaşlarımı görmeye gittiğimde yaşadığım bir diyaloğu parantez içinde kendi hislerimle yazarsam, belki çok daha iyi anlatabilirim.
- “Nasılsın? (çok üzgün bir yüz ifadesi ve acımayla karışık bir bakışla, hatta omuza dokunan bir el)
- İyiyim. (neden bana öyle bakıyor?)
- Sizi çok merak ettim fakat mail bile atamadım, belki cevap yazarsanız sorunla karşılaşırsınız diye. Sizi zor durumda bırakmak istemedim. (aynı acıma ifadesi devam ediyor, fakat biraz da düşünceli bir davranış eklenmiş)
- ……….
İşte bu davranış hiç yardımcı olmuyor ve ben tiyatro yapan bir insandan çok, Türkiye’den gelen acılar içinde bir tiyatrocu olarak görüldüğümü ve insanlık namına bana ilgi gösterildiğini hissediyorum. Türkiye’de olan bitenle ilgilenmek, Türkiye’deki sanatçılara acımakla ölçülmemeli.
Politikacıların yarattığı duvarlar ilişkilerin her anlamda giderek politikleşmesine neden oluyor. Özellikle tiyatrocuların ürettiklerinde illa ki “görülmek istenen”; karşı durma ve eleştirme bir noktadan sonra tiyatronun o uçsuz bucaksız sınırlarını, sınırlandırmaya başlıyor.
Bu duvarları bizler koymadıysak, o duvarların ardına bakmayı başarabilmeliyiz.
Irk, din, dil, ahlaki değerler ve politik çıkarlar gözetilerek; aramıza iktidarların yerleştirdiği duvarların ötesinde, paylaşacak çok hikayemiz var. O duvarlarda delikler açabiliriz, birbirimize fısıldayabiliriz, birbirimizi seyredebiliriz, birbirimize dokunabiliriz, birbirimizi alkışlayabiliriz.