Son otuz yıldır dünyanın göreceli gelişim süreci içerisinde, postmodernizm bir tür “tarihsel dönem ve düşünce” anlayışı anlamına gelmektedir. Ancak aynı zamanda kuşkusuz her alanda bir inkar, kırılma ve tekrar var olmadır. Perry Anderson’a göre ise “Postmodern fikir yerleştiği andan itibaren hep sağın mülkiyetinde olmuştur!”. Tiyatro için baktığımızda bu tartışmasız ikilem içerisinde kendimize sormamız gereken soru, “Modern teknolojik yeniliklerden faydalanarak kalabalıklara erişmeye çalışırken, kendi dünya görüşünü reddeder bir çizgi kaymasına maruz kalıyor muyuz ?” Acaba gerçekten yeni modernizm, eserlerini özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde genel anlamda kitleleri, özelde ise bireyleri sarsarak normları farklılaştıran, biçimleri değiştiren avangard akımların, günümüze kadar yeniden farklı biçimlere sokulup bize sunulması mıdır?
Başlarda postmodernizm, gerek neo-Marksist eleştirmenlerin gerekse haklı sebeplerden dolayı bu yapıyı eskinin yenisi sayan geçmişi silme gayreti içerisindekilerin yoğun bombardımanı altına tutuldu. Fakat zamanla gördük ki, her doğan yenilikçi anlayış, zamanla kendi panzehirini bulmakta. Silahı başlangıçta, doğrultmaya çalıştığı kavram ve kişilerin eline geçmiştir. Yıkıma uğratılmak istenenler tarafından, bilinçli ve dönüştürücü eller, kendi sahne alanında kullanmak üzere muhafazakar anlayıştan doğan postmodernizm nosyonunun genetiğini organik olmayan bir değişime uğrattı. Böylelikle bu düşünce, sistem muhalifi politik çalışmalarının üzerine oturtma eylemselliğinin merkezine getirtildiği düşünüldü. Henüz elmas olma yolundaki soba kömürünün ancak postmodernizm çabalarıyla, değerinin anlamsız ve vakitsizce ortaya konabileceğini bir an evvel gerçekleşeceğini düşünenler oluştu. Kendini ve tiyatro anlayışını geliştirip dönüştüremeden, dünyayı dönüştürmeye kalkan, kendini politik tiyatro yaparak var etme yarışındakilere sormak lazım. Acaba, sahne üzerindeki bu yenilikçi değişimler, yıllardır değişmeyen bir sistemin, değişime yanaştırılmayan bir toplum içerindeki makyaj araçlarımıdır? Yoksa ben mi çok muhafazakar düşünüyorum…
Modern dönemden insafsızca intikam almaya çalışmak amacıyla, soytarı kostümünün rengarenk elbiseleri içinde, aymaz bir tutumla kaotik atmosferden çıkış yolu bulma çabası, yalnızca ama yalnızca kendini öldüren “dev” balinaların intiharından farksızdır. Tiyatronun bir harp hali olduğunu düşündüğümüzde postmodernizm, son anda tarafı olduğu birliğe acımasızca darbe vurabilecek bir potansiyele sahiptir. Harp halinin psikolojisiyle kimse bunun farkında olamayacaktır. İçinde müthiş bir zenginlik barındırması ise, isminden ya da ideolojik doğuş şeklinden değil, tiyatro sanatının her zaman yenilikçi bir sanat olmasının aslolan gücünden kaynaklanmakta.
“Modern’in hedeflediği bütün hayallerin yıkıldığı, bilinçsiz bir sürükleniş içinde olduğumuz boş bir uzlaşmadan ibaret olan bugünkü toplumda, “us ile özgürlüğün artık ayrıldığı” inancına dayalı pasifist, nihilist bir kimliğe sınığınıyordu. Özellikle modernizmin yüksek entelektüel standartlarını bir yana bırakan, küçümseyen epigone (taklitçi) bir edebiyattan söz edip tanımlarken postmodernizme sert anlamlar yüklendi. “Ciddiyet”i aşağılıyordu postmodernizm. “Kültür ile ticaretin kesiştiği bir noktada sanatçı ile burjuva arasında yeni bir suç ortaklığı ortaya çıkmıştı.” (Levin’den aktaran P. Anderson)
Eleştirel kuram ve Amerikan pragmatizmi geleneğinin savunucularından Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas’ın 1980 yılının sonbaharında, kendisine Adorno ödülü verilmesi nedeniyle yaptığı konuşmada postmodernizmi olanca gücüyle eleştirdiğini yazılı metinlerden görüyoruz. Ancak genel olarak eleştirisine baktığımızda, biraz ayrıntılara göz atan kişi şunun farkına varmaktadır. Bu büyük düşünür aslında postmodernizmi eleştirirken aynı zamanda dünyaya onun yararına bir metin sunmuştur. Habermas konuşmasında, “Modernist kültür, sanatta yaratıcılığı besleyemeyecek hale geldikten sonra, bu kültürün çatışkıya dayalı mantığı kapitalist toplumun dokusuna işlemiş, ahlakını bozmuş, sınırsız bir öznelcilik yüzünden çalışma disiplinini aksatmış, hazcılık yüzünden düzen bozulmaya başlamıştır. Bu yozlaşmanın önüne de bir tek dinsel inancın yeniden canlandırılması geçebilir” der. Bu ölçüt 1980 yılından bu yana dediği şekilde işlemiş ve günümüzde, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun kehanet sözlerini oluşturmuştur.
hakanurcu.blogspot.com