Tülay Yıldız Akgül*
Bursa’da 23 yıldır aralıksız yapılan Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali var. İyi bir iş tutarlı ve sürekli yapıldığında toplumda değişmez sandığımız bazı olguların nasıl değişebileceği üzerine bize önemli bir fikir veriyor.
Ülkemiz çocuk tiyatrosunda sanki bir yazgıymış gibi varlığını hep aynı içerik ve biçimlerin tekrarıyla sürdüren, klişelerle yıllar içinde kireçleşip tutuculaşmış değişmez bir oyun anlayışının hâkim oluşuna uzunca bir dönem hep beraber tanıklık ettik. Hayvan kostümüne bürünmüş birkaç oyuncunun, özensiz bir müzik eşliğinde ezberlenmiş dans figürleri yaparak didaktik mesajlar vermesinin çocuk tiyatrosu olduğuna inandırılmış gibiydik.
Hatta yıllarca bu olgunun değiştirilmesi için kafa yoran Prof. Dr. Tülin Sağlam Hocanın bize çocuk tiyatrosu derslerinde üzerinde düşünmemiz için arada bir yaptığı bir espri vardı. Sevda Şener Hoca’nın “insanın insanla insanlara yaptığı insanca gösteriye tiyatro denir” tanımlamasından yola çıkarak, O da, çocuk tiyatrosunu bir öğrencisinin yaptığı, “insanın insanlara hayvanlarla yaptığı gösteri” şeklindeki tanımıyla bize yapardı. Ama bunun basit bir espri olmadığını, çocuklara ne verilirse yutturulabileceğini düşünen, onların bir estetik duygusu olamayacağına inanan, düşünsel becerilerini küçümseyen bu anlayışa karşı hocanın ironisinin, bu konuya duyarlık isteyen net bir uyarı olduğunu anlardık.
Burada iki tane kurumsal tiyatronun çok başarılı iki çocuk oyunundan söz etmek istiyorum. İlki Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda Altuğ Görgü’nün uyarladığı yönettiği “Ben Sinbad” ve diğeri Nilüfer Kent Tiyatrosunda Şamil Yılmaz’ın yazıp Tülin Sağlam’ın yönettiği “Bahçe”.
Bu iki oyunun da evrensel çıtaları yakalamış olmasının, en başta söylediğim gibi tesadüfi bir olgu olmadığını, tam tersine 23 seneden beri dünyanın çok değişik ülkelerinden gelen başarılı çocuk oyunlarını izlemiş olmayla, kurulan atölyelerde yapılan çalışmalarla ve tüm bunların yarattığı birikimlerle doğrudan bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Bu oyunlar dolayısıyla, bu şehirdeki yerleşik tiyatrolarda, eski çocuk tiyatrosu anlayışının yıkılmaya başladığını ve yerine umut dolu gelişkin bir estetiğin kurulduğunu görmenin sevincini paylaşmak istiyorum. Bunların az şey olmadığı, bu küçük gibi görünen değişimlerin bize yaşadığımız diğer kültürel yoksullaşma alanlarının da, tabiri caizse anız tarlalarının da yarın yeniden yeşertilebileceği konusunda moral ve inanç vermesinin değeri bana önemli görünüyor.
Tabi bu iki farklı oyun ayrı ayrı değerlendirilmeyi hak ediyor. Aralarındaki değer ortaklığı yalnızca çocukların zekâlarına, imajinasyonlarına saygı duymalarından, metin, müzik, dans, koreografi, reji düzenlemelerindeki özeninden ve oyuncuların sahnede zevkle terlemelerinden geliyor. Bunların dışında kuşkusuz iki ayrı bağımsız oyun var ve bunların bendeki çağrışımları ve düşündürdüklerinden söz etmeye çalışacağım.
Sinbad, herkesin bildiği “1001 Gece Masalları”ndan bir karakter ve çok kısa özetlemek gerekirse maceracı ruhumuzu anlatıyor. Aslında kendini tehlikeye atabilme kapasitesi yüksek, rızk için risk almanın zorunluluğunu kavramış ve bunu bilinmez diyarların, ıssız adaların kâşifi olarak yaşıyor. Sinbad, hepimizin kişiliğinde ortak olan bir paydanın kişileştirilmesinden başka bir şey değildir. Üstelik bu özellikleriyle çocukların oyun dünyasına girerken büründükleri en temel yanları da bünyesinde taşıyor. Şehir tiyatroları oyuncuları neredeyse hiç söz kullanmadan hareket ve dans tartımlarıyla başından sonuna bir maceradan diğerine atılan işte bu “Sinbad”ı ortaya çıkarıyorlar.
Bunu oyuncular somut bir sahne üzerinde yapmalarına rağmen, sonunda seyirciler olarak içimizde kabaran duygular yoluyla zihnimizdeki ortak bileşende yer alan Sinbad’a ulaşabilmiş olmamız acaba nasıl bir sihirdir! Aslında tiyatro denilen sihirle, burada- şimdi-şu anda yoluyla sahne ve seyirci arasında her defasında yeni bir doğuma tanık oluyoruz. Tiyatronun ölümsüz olduğu iddiasının kaynağı tam bu nokta olmalı. Çünkü her oyunda bu doğum yeniden gerçekleşiyor ve bu yüzden tiyatro ölmüyor.
Oyuncular (Aykan Yılmaz, Mehmet Ali Açıl, Serdar Soyer, O. Murat Erten ) birer akrobat, dansçı, sihirbaz, jonglör ve kılıç ustası olarak devinir ve serüvenler içinde yaşarken rol değişimleri yoluyla sırayla Sinbad oluyorlar. Hiç düşmeyen tempo giderek bir coşku düzeyine yükselirken sahnedeki dört oyuncunun bu rol değişimleri, sonunda rolün salondaki çocuklara aktarımına dönüşüyor. Finale gelindiğinde söz kullanmadan herkesin kendi Sinbad’ını ortaya çıkarabileceği temasının eylemsel olarak sahnede gösterilmiş olması gerçekten etkileyici. Oyunun temasıyla oyunun oynanma biçimleri arasındaki uyumun somut olarak yakalanması, seyircide dönüştürücü bir ruhsal yükselme yaratıyor.
“Ben Sinbad” oyununun çocuklar gibi (bütün başarılı çocuk oyunlarında olduğu gibi) yetişkinlerin de sonuna kadar zevkle izleyebileceği hemen söylenmeli. Eski bildik çocuk oyunlarında çocuklarının yanında sıkıntılı bir refakatçı gibi oturan velilerin acıklı durumunun ortadan kalkmış olması bu oyunun ne kadar başarılı olduğunun bir başka göstergesi. Daha yalın söylemek gerekirse; “böyle bir çocuk oyununa bir yetişkin de yalnız başına gidebilir.” Burada her yaştan izleyiciye, yönetmen ve oyuncuların yoğun emek ve becerilerinden damıtılmış, alt metni sağlam, büyülü bir dünya kuruluyor. Ancak düşünmeyi seven yetişkinlerin bu oyunda bulacağı daha derinlikli alt metinler olduğunu da kaydetmek gerekiyor. Bu konuyu biraz daha belirgin kılmak isterim.
Keşiflerin ve ‘birey’i ortaya çıkaran çok önemli o kâşif arketipinin, 15 ve 16. yy’daki insanlığın yeniden doğuşu olan Renaissance’ta sahne aldığı ve ona kapılar açtığı; meraklı, düşünen, araştıran ve arayan insanın ortaya çıkmasına neden olduğu malum bir gerçektir.
Doğu’da sözlü kültür gibi bir geçmişten gelen ama ayrıca yazılı olarak da değişik varyasyonları bulunan “1001 Gece Masalları”nın eski eser meraklısı bir Oryantalist olan Antoine Galland tarafından o zamanlar Osmanlı toprakları olan Halep’te bulunduğunu biliyoruz. Nereden biliyoruz? Antoine Galland’ın bu metinleri 1704 te Paris’te yayınlamasından biliyoruz. Bu yanıyla “1001 Gece Masalları” Batı düşüncesini zıplatan metinlerdendir. Ancak oryantalist düşüncenin temellerindeki önyargıları pekiştiren, gerekçeler oluşturan yönüyle de (örneğin; Doğunun Şehrazat gibi güzel kadınlarını, Doğunun çirkin ve tutucu Şehriyarlardan kurtarmak gerektiği düşüncesinde olduğu gibi.)hep tartışılmıştır. Ancak “1001 Gece Masalları”ndaki “Sinbad” öyküsü, çok önemli bir başka gerçeği görebilme olanağını sunar.
Batı kendini varetme ve büyük bir atılım yapma şansını İ.Ö 5. Yüzyıl’da Antik’te, Yunan limanlarında ve daha sonra 17. Yüzyıl’da Amsterdam’ın (zamanına göre iki milyon gibi devasa bir nüfusa sahip) limanlarında filozof ve tüccarın yan yana gelmesiyle yapıyor. Bu karşılaşmanın ilkinden çıkan Yunan düşünürlerini saymaya gerek var mı? İkinci karşılaşma için ise aklı bugün bile erişilmesi zor bir yere çeken Spinoza’yı tek başına anmak yeterli olacaktır.
“1001 Gece Masalları”ndaki “Sinbad”, rızk için risk alan, macera seven, keşif meraklısı bir tüccardır. İbn-i Rüşd, Gazâli, Farabi, İbn-i Sina gibi Doğuda ortaya çıkmış filozoflara Mısır’dan Yunan’dan Çin’den sürekli yeni bilgiler taşıyan en önemli unsur kuşkusuz bu gezgin tüccarlardır.
Felsefenin, Antik Yunan’da doğmuş olması bir tesadüf değildir. Bugün artık bunun nedenlerini biliyoruz. En baştaki neden, Doğu’daki “ Tanrı Kral”lar yerine burada değişik yönetim biçimlerinin denenmiş olmasıdır. Bütün Antik Yunan sitelerinde Anayasa hep geçerli olmuştur ve en az bunun kadar önemli bir başka neden de, bu coğrafyada din yerine, insansı özelliklere sahip kahraman ve tanrıların mitolojik panteonunun benimsenmiş olmasıdır. Antik Yunan’ın tarıma elverişli topraklarının olmaması da ‘felsefe’nin doğumunda şansa dönüşen bir başka unsurdur. Yunan toplumları, o dönemde topraktan verim alamadığı için sürekli koloniler kurmak zorunda kalıyor ve bu yüzden gemicilik yoluyla ticaretin peşinde koşmak durumunda kalıyorlar. Bu bileşenler (ve özgürlükte zorunluluk, her zorunlulukta özgürlük yasası gereği) Batı’nın daha sonra benimseyip kendine temel alacağı muhteşem bir kültürün doğmasına ve felsefenin sorgulayıcı anlayışının hâkim olmasına neden oluyor.
Tekrar Sinbad’a dönmeden önce, Batı’nın Dünya Egemenliği ya da “muasır medeniyet” olma yolunda Doğu’ya karşı pek sık yararlanacağı ve temel alacağı Antik Yunan’daki bu özgün akıl ışıldamasının Tüccar ve Filozofun karşılaşmasından doğduğu iddiasını tekrar edebiliriz. Bu mirasının, Sinbadlar yoluyla Antik Yunan’dan Doğu’ya taşınıp bütün bir Batı orta çağı boyunca saklanması ve sonra özellikle Aristoteles külliyatının Doğu’nun filozoflarınca şerhlerle genişletilip tekrar Rönesans’a taşınması da ayrı bir ironidir. Bütün bu gidiş gelişler gemici Sinbadlar eliyle gerçekleşmiştir.
Görüldüğü gibi “Sinbad” sarığıyla sahnede düşüp kalkan, kılıç sallayıp, gemi süren basit bir doğulu figürü değildir. Uygarlık Tarihinin oluşumu sırasında tarih sahnesinde yer almış önemli bir arketiptir. Gezgin, kaşif, tüccar karışımı kültürlerarası nesne, bilgi, yiyecek-içecek taşıyan yanıyla insanlığın önemli bir oluşanı ve oluşturucusudur. Bu yüzden “yeryüzünün Doğu ve Batı’sıyla artık tüm insanlarının içinde ‘Sinbad’ özellikleri bir arketip haliyle vardır” diyebiliyoruz.
Oyunun çağrışımlarını bırakıp tekrar oyuna dönersek, kuşkusuz onun içimizde tekrar ortaya çıkarılmasına yönelik katkı ve estetiğin, değişik kültürlere saygıyı ve birbirini içine alıp geliştirmeye dönük bir tavır olduğunu görebiliyoruz. Bu kuşkusuz aynı zamanda insanlığın ortak uygarlığına katkı yapmak anlamındadır.
“Ben Sinbad” oyunundaki oyuncuları, emek veren adını sayamadığım herkesi ve rejisörü kutluyorum.
Bursa Büyük Şehir Belediyesi’ni hem “Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali” hem Şehir Tiyatrosu kurumsallaşması gibi önemli hizmetler gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Ancak Şehir Tiyatrosu’nda kadro ve maaş yapılanması ile ilgili olarak oyuncularına içtenlikle sahip çıkması ve onlara daha özgür yaratım olanakları sunması gerekliliğini de hatırlatmak istiyorum. Belediye üst yönetiminin, çoğu bu işe hayatını vermiş meslekten arkadaşımız ve öğrencilerimiz olan sanatçıların böyle ürünler ortaya koymuş olmalarındaki toplumsal yarara bakarak düşünmeleri elzemdir. Artık tiyatroların, kanalizasyon ve yol hizmetlerinden daha önemsiz olmadığını anlamış bir belediye bürokrasisinin oluştuğunu sevinçle görüyor ve bu yüzden bu dileğimin (ya da dilekçemin) de dikkate alınacağını umuyorum.
Şimdi, 23 yıldır Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Festivali yapılan Bursa şehrinde, ikinci yerleşik belediye tiyatrosuna geliyoruz. Nilüfer Belediyesinin, yeni kurulmuş genç ve dinamik Kent Tiyatrosunun, Konak sahnesindeki “Bahçe” isimli çocuk oyununa.
“Bahçe” oyunu da dünyanın her yerinde göğsümüzü gererek oynayabileceğimiz evrensel bir oyun olmasına karşın tıpkı “Ben Sinbad” gibi tamamen “yerli ve milli” bir kadroya sahip. Yazarı Şamil Yılmaz, Rejisörü Tülin Sağlam oyuncuları Fırat Üste, Özgür Özyılmaz ve Eda Nur Tuzlacı. Nilüfer Kent tiyatrosu yöneticileri müthiş güzel ve uyumlu bir ekibin oluşmasını sağlamışlar. Bu oyun için de, tıpkı Ben Sinbad oyunu gibi, yetişkinlerin de zevkle izleyebilecekleri bir oyun demek istiyorum. Ben, birinde oğlumla, ikincisinde eşimle gidip izleyecek kadar çok sevdim “Bahçe” oyununu. Buradan iyi çocuk oyununun neredeyse bütün yaşları kapsaması gibi bir sonuç çıkıyor ve bunu yazı boyunca tekrarlamak istiyorum. Yazının sonunda bir tek bu cümle kalsa önemli bir iş yapmış sayacağım kendimi.
Bana göre bu olguda, hem yeni kuşak çocuklarının algısı ve zekâlarındaki artık evrimsel değil devrimsel olarak açıklayabileceğimiz büyük dönüşümün, hem de çocuk tiyatromuzdaki niteliksel değişimin payı olmalı. Bunu tiyatro filozofu Özdemir Nutku çok daha güzel anlattı 23. Bursa Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festival açılışındaki konuşmasında: “İmgelem sınırlarını zorlayan bir gelişim içindeyiz. Çocuklarımız, gezegenlerarası yaşamın kurucuları olacak insanların ataları durumunda. Gelecek için planlanan hedefler, bilim kurgu yazarlarının bile tasarlayamadıkları boyuttadır. Bugün dört yaşındaki bir insan yavrusu söz dağarcığına en azından ‘uzay modüler’ terimini kattı bile. Yarının dedeleri olacak bu minikler için artık uzay olağan konulardan biridir. Bu minik insanlar, gelecekteki uzay yaşamının belki de ilk kuşağı olacaklardır. Giderek sayıları artan bu geleceğin kuşağını, dededen kalma eski çantadan çıkardığımız kalıplarla, hap haline getirilmiş, dondurulmuş eski fikirlerle, cam toplar, büyü kazanları, hayvan taklitleri ve cadısüpürgeleri ile doyuramayız! Onların duygularını düşüncelerini anlayabilmek için yine onlara başvurmalıyız!”
“Bahçe” oyunu, iyi ve kötü ya da ak ve kara gibi karşıtlıklar üzerine kurulmuş bir oyun değil. Günümüz dünyasının daha karmaşık hale gelmiş gerçek kişilerinden hareket ediyor. İyi yanları içinde zor ve dirençli yanları; kötü yanları içinde dönüştürülebilir geliştirilebilir yanları bulup şakacı bir şekilde sahne üzerinde görünebilir kılmaya çalışıyor. Bunu gerçekleştirebilmek adına hareket noktası ve sahne düzenini bahçe temasına odaklıyor. “Bahçe”, herkeste karşılığını bulabilecek derinlikli bir imge. Gerçekten de “bahçe” yazarların bir düzen, bir ad, bir metafor, bir çerçeve ya da anlatacağı meseleye yatak oluşturma konusunda derinlikli olduğu gibi kuvvetli de bir imge.
“Bahçe”; doğanın sürekli birleşimler yoluyla eskiyi yok edip yenileri geliştirdiği, rastlantıların kuralsız esinlerini insanlara düş gücü olarak armağan ettiği vahşi ortamını anlayabileceğimiz; içinde oynayabileceğimiz, eğlenebileceğimiz ve öğrenebileceğimiz laboratuvar halidir.
Oyunumuz çevreye karşı kendini izole etmiş bir bahçe sahibinin bahçede doğanın armağanı düşleri kalıplaştırmış, gerçekten de bir laboratuvarda yaşar gibi yaşayan halleriyle başlıyor ve oyuncusunun da ustalığıyla (biz bir yandan yadırgayıp bir yandan gülerken) bizi hemen oyunun içine alıyor. Fırat’ın canlandırdığı oyun kişisinde bireyci, yılmadan çalışan, nekes, komşu düşmanı halleri görüyoruz. Sonra bu bahçenin yanındaki boş bahçe ile arasına çekilen çitler, örülmüş duvarlarla gelişecek olaylar dizisi başlıyor. Çünkü boş bahçelere dayanamayan tecimselleşmiş günümüz hâkim zihniyeti bir başka oyuncu olarak beliriyor sahnede. Mülkü esas alan virüs benzeri bir oyun kişisini tiyatronun bütün oyunsu olanaklarıyla ve naif bir eğlence içinde tanırız. Sonra Eda ile birlikte boş bahçenin yeni sahibi olarak bahçeye bir başka türlü yaklaşılabileceğini görürüz. Onun şakacı, dans ve müzik tutkunu halleri belirir sahnede. Dans ve hareketlerin bazen sözcüklerin tanım getiren doğasından daha çok şeyi daha güzel anlattıklarına tanık oluruz. İki komşu bütünüyle uygarca birlikte yaşamaya yarar sağlayan şeyleri keşfetmeye başlarlar ve bu konuda harcanmış enerjilerin kendilerine mutluluk olarak döndüğünü anlarlar.
Bu oyunda bir çocuk gibi eğlendikten sonra, çıkışta aklıma (ne yazık aynı zamanda bir yetişkin de olduğumdan) ünlü aydınlanma düşünürü Voltaire’in “Kandid” isimli eserinde bahçe için söyledikleri geliyor. (Usanmayalım ve bir kez daha tekrarlayalım: iyi çocuk oyunları yetişkinlerin de zihnini açıyor.) “Candide oul’optimisme” (Candid ya da iyimserlik üzerine) adlı eserinde Voltaire, kahramanına iyimserliği bulması ve anlaması için bütün dünyayı dolaştırır. Sonra nihayet İstanbul’a sevgilisiyle gelirler. Kandid ve sevgilisi burada karşılarına çıkan, derviş ruhlu bir bahçıvanla konuşmalarında “dünyanın sırlarını çözemeyeceklerini ama dünyayı yaşanılır ve katlanılır kılmak için yapılabilecek şeylerin olduğu” gerçeğini algılarlar: “Bu araziyi çocuklarımla eker biçerim; çalışma, bizden üç büyük eksikliği, can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu uzaklaştırır.”
Yoksulluğun nedenleri konusunda Voltaire’den farklı düşünüyor olsam bile, insanın kendi bahçesiyle de uğraşmasının dünyaya katkıları konusunda uzlaştığım kesin. Üstelik dünyadaki yoksullaşmayı bitirecek bir bilincin yeşermemesi için ortaçağa benzer yeni bir dinsel karanlık döneminden geçerken buradaki iyimserliğe ihtiyacımız olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Bu kitabı yeniden okurken “Bahçe” oyununu izleyecek ortaokul öğrencilerinin de okuyabileceğini düşündüm. Çünkü bizim lise ve üniversite yıllarında okuyup anlayabildiklerimizi (Özdemir Hocanın söylediği gibi) onlar artık muhteşem zekâlarıyla daha erken yaşlarda kavramaya başladılar bile!
Çağrışımlardan tekrar “Bahçe”ye dönecek olursak oyundaki karakterlerin ağızlarından çıkan replikler onların bedenlerinin bir yankısı olduğu ve seyircisini buradan yakalayıp oyunun içine almasını başlangıç yapabilirim. Çoğu zaman yetişkin oyunlarında bile ağızda yama gibi duran repliklerden, son derece yaşamsal, basit ama bir o kadar şiirsel konuşmalara geçildiğini duymak da insanın imajinasyonunun ipininin çözülmesine yardım edebiliyor. Yönetmen ve oyuncuların bulduğu devinimler ise bazen hiç söze gerek bırakmayacak şekilde karakterleri anlamamızı sağlıyor. Örneğin Fırat’ın titiz bahçe sahibi rolünde kesik ve köşeli ritmi, Eda’nın yuvarlak ve esnek figürleriyle karşıtlanıyor. Özgür ise bu ilişki tahterevallisini bozan artık günümüzün değişim sevmeyen tüccarı. Sinbad’ın torununun torunu ama belli ki günümüz rantiye tüccarı, bulmak ve keşfetmekten, öğrenmek ve serüven yaşamaktan epey uzaklaşmış. Emeği, yaratıcılığı hor görüyor, ama Özgür karakterini çok güzel bir şekilde mizah açısıyla gösteriyor. Abartısızca, bulduğu kötü adam gülüşü bile yumuşacık, tuhaf ve komik. Gerçekten de kötülükle koalisyon yapanlar da bu özellikleri taşımıyorlar mı? İdeolojileri, Turgut Özakman Hocamızın deyişiyle “manda tersi gibi dalga dalga yayılan” bir yumuşaklıkta çok tuhaf ve bu tuhaflık yakından baktığımızda aslında gülmemizi tutamadığımız bir komiklikte değil mi?
“Bahçe” oyununu izledikten sonra kitaplığımda okumamı bekleyen bir kitabı daha fark ettim. Güzel bir oyun nelere kadir: Hemen alıp onu da bir solukta bitirdim. Can Yayınları’nın ‘Kırkmerak’ dizisinden çıkmış Mark Crick’in “Machıavelli’nin Bahçesi”adlı kitabının bir de alt başlığı vardı: Büyük yazarlardan bahçe kılavuzu. Bu sevimli kitabı bir gün okurum diye almıştım. “Bahçe” oyunu bana o günün bu gün olduğunu hatırlattı. İçinde Brecht’in Cesaret Ana’sının bahçesinde patates yetiştirdiği sahneyi, İbsen’in Helder ve Julia karakterlerinin ağaç diktiği sahneyi, Zola’nın bahçedeki yolunan otları ve anlamını anlatışını, Neruda’nın gülleri budamasını ve daha pek çok yazarın bahçe metaforunu nasıl kullandıklarını gösteren, çok değerli, antolojik küçük bir derleme. Bitirdikten sonra, yazarı bu kitabı şimdi derleseydi, Şamil Yılmaz ve Tülin Sağlam’ın “Bahçe” oyununun tamamını alırdı diye düşünüyorum.
Başlarken ve daha sonra yazıda sürekli Bursa’daki Çocuk ve Gençlik Tiyatro Festivali’nden söz ettiğimi biliyorum. Bu önemli festivalin kurumsallaşmasında büyük pay sahiplerinden birinin de Prof. Dr. Tülin Sağlam olduğunun unutulmamasını diliyorum. Çocuk ve Gençlik Festivali’nin 23.sü henüz bitti ve başka bir yazıda toplu bir değerlendirme yapmayı istiyorum. Harika oyunlar izledik. Ama ben şehrimizde repertuvar tiyatrosu olarak hizmet veren bu iki kurumun iki başarılı oyununu çok sevdim ve bu sezonun başlangıcında “Ben Sinbad” ve “Bahçe” oyunlarının düşündürdüklerini anlatmak istedim. Kendisi ve çocuğu için bir şey yapmak isteyenler yanlarına eşlerini, arkadaşlarını da alarak bu oyunlara mutlaka gitmeliler diye düşünüyorum. Bu bahçede isteyen bitkilerin kısa ömründen yola çıkarak bahçıvanın ölümsüz olduğunu düşünerek de izleyebilir; ancak dünyayı da bahçıvanları da güzelliklerin değiştirdiği bir gerçek. Oyunumuz bunların hiçbirini söylemiyor. Ama gördüğünüz gibi tüm bunları düşündürtüyor.
Tiyatro düşünme ve hissetme kanallarımızı temizleyip geliştiriyor, yüreğimize iyi geliyor. İşte bu da Ernst Fischer’in dediği gibi “tiyatronun salt büyüsünün de en az anlattıkları kadar önemli olduğunun” ve bu yüzden hiç bitmeyeceği ve bitirilemeyeceğinin bir kanıtı oluyor.
* Uludağ Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Öğr. Gör. Dr.