Tiyatrocu Mehmet Emin Yalçınkaya’nın vefatı ardından, Nurhak Yılmaz’ın Gazete Karınca’da yayınlanan izlenimlerini paylaşıyoruz.
Gidenler, kalanlar, gitmeler ve kalmalar arasında en şiddetlisinden depremlerle sarsılırken, bir sanatçı öldü geçen gün. Mehmet Emin Yalçınkaya…
Emin’i o söz öldürdü
Daha o henüz doğmadan söylendi söz. Yok hükmünde geldiği dünyada “yoktur”u “vardır” etmekle geçti ömrü. El yordamı, dil yordamı, sanat yordamı ile yarım asır. 50 yaş… Başedebildi mi? Belki edemedi ama zamanın girdaplarında yitip gitmekten kurtardı hikâyesini…
Bir gün çok yorgun gelmiş tiyatroya. “Git evde dinlen” demiş arkadaşları. Hastaneye gitmiş. Pankreatit diye bir hastalık demişler. Teşhisle ölüm arasında sadece 30 küsur gün geçmiş. Diyarbakır’da başlayan tedavi, İzmir’de yarım kalmış…
Emin’i yoksulluk öldürdü
Yoksulluğunun cebindeki paranın miktarıyla yoktu ilgisi. Tek kendi yoksulluğu olsa illa ki bulunurdu bir çaresi. Konuştuğu dile, nefes aldığı şehre, anasının entarisine, babasının bıyığına, uzaydan bakıldığında koskoca bir coğrafyaya fatura kesilmişti. Bunu her unuttuğunda hatırlatırdı ceketin sağ üst cebinde dolaştırdığı mavi renkli.
İzmir’de hastanede yatarken, yaşama ihtimali çok düştüğünde vasiyet etmiş. Toprakla buluşmadan önce bedeninin son bir kez Amed Şehir Tiyatrosu’na uğramasını istemiş….
Emin’i o kalem öldürdü
Bir kalem bir kağıda bir imza attı bir gün. Kağıdın gerisi sürgünler, dar ağaçları, susturma, bastırma niyetleriyle dolduruldu. Bir ferman, bir ilan, bir duyuru oldu. Her çağda borazancısı, tellalı, çığırtkanı da boldu. Emin hakkında son imza bir mekândan sürülmeyle ilgiliydi. Sürüldüğü mekândan çıkarak sanat, emek, estetikle yürüdüğü bu yolda kulağı yüz yıl öncesinden bir dengbej klamındaydı. O yüzden menzilden şaşmadı…
Emin’in vasiyetinin yerine getirilmesine tanıklık için oradayız. Kayyumdan sonra belediyeden atılan Emin ve onlarca tiyatro sanatçısının elleriyle kurdukları Amed Şehir Tiyatrosu’ndayız. Emin’i ve ailesini bekliyoruz. Tiyatronun sanatçılarının bazıları ellerinde paspaslarla etrafı temizliyor. Vakur ve sessizler. Her gelenle tek tek ilgileniyorlar. Çok uzak değil, daha 2 yıl önce anfi tiyatrolarda binlerce insana oyunlar sergiliyorlardı. Şimdi dar, ışıksız ve dışarıdaki cehennem sıcağının her derecesini hissettiren bu mekândalar. Umurlarında değil. Onlara bakınca bizim de umurumuzda değil. Ortaya bir masa konulmuş. Yüksek ihtimalle o masanın çivilerinden en az bir tanesini Emin çakmış. Masanın üzerinde fotoğrafı, mum ışığı aydınlatıyor yüzünü. Duvarlarda birkaç ay önce Sur’dan Bağlar’dan gelen çocukların atık malzemelerle yaptıkları gülen yüzler, rengarenk bebekler var…
Emin’i o dil öldürdü
Kendisini dünyaya getiren anneden sebep Kürttü. İlk iş “oradan” başladılar. Anneyle çocuğu arasına sokuşturuldu o dil. Hepimizin annesiyle, özle, kimliğiyle arasına giren o mesafeyi azaltma yürüyüşüyle geçti ömrü. Yarım asır yürüdü getirildiği yollardan geri. 50 yaş boyu. Başarabildi mi? Belki çok parlak zaferler kazanmadı ama, 4 çocuğuna kendi ana diliyle sanat yaptığı bir tiyatro sahnesinde veda etmeyi başardı. O sahnede son kez huzurla yatarken, annesinin Kürtçe ağıtlarını dinledi ve dinlettirmeyi başardı hepimize.
Peki kim yaşatacak Emin’i?
Emin nasıl yaşayacak?
Tiyatronun üyelerinden Berfin Emektar konuşuyor. Kim bilir birlikte neler yaşadığı Emin’in tabutunda bir eli. Başını okşar gibi. “Diyarbakır’da Kürtçe tiyatronun yaratılmasında, seyircinin Kürt tiyatrosunu sevmesinde büyük emeği vardı. Yazdığı Mala Dina oyunu, Diyarbakır’da ilk Kürtçe tiyatro oyunuydu. Emeği, Kürt tiyatrosuna katkısı çok büyük. Bu sahnede hep rol yaptık, şaka yaptık, ilk kez böyle bir gerçeği yaşıyoruz. Son isteği yerde kalmasın istedik. Bundan sonra bu sahnede ve kalbimizde yaşayacak” diyor. İki elini birleştirip şükranlarını sunuyor ve sahneyi yol arkadaşına bırakıyor.
Diğer arkadaşları birer birer hatır istiyor. İsyan edip “Gurbette ölüm olur mu Emin” diye bağırıyor biri. Yıllardır sahnede neredeyse her rolde gördüğümüz emektar başka bir sanatçı “nasıl veda edeyim” diye bakıyor şaşkınlıkla. Belki de sahnede ilk kez gerçekle bu şiddette çarpışıyor. “Yoldaşa veda” rolünü başaramıyor. Ağlaya ağlaya çıkıp gidiyor.
Tüm vedalar edilip yolculuk vakti geldiğinde alkış kopuyor küçücük tiyatronun küçücük sahnesinde, salonunda, koridorlarında. Her yaştan, meslekten, gruptan insanlar var alkışlayanlar arasında. Arada koşturup oynayan çocuklar bile var. Bir çocuk, üzerinde kırmızı gemi, ev, ağaç olan buruşuk bir kağıdı diğerleri almasın diye, Emin’in tabu arkasından yürüyen kalabalığın arasından koşuyor. Keder gençlerin yüzünden daha net okunuyor. Orta yaş üstü olanlar “yaşanmışlığın eseri ustalıkla” hüznü saklamayı daha iyi başarıyor. Kimse konuşmuyor. Sadece herkes 50 yıllık ömrün, 30 yıllık emeğin, bir Kürdün, bir sanatçının kendilerini o küçücük tiyatro sahnesine davet ederek verdiği emaneti taşıma telaşında. Kaleme, kağıda, fermana, tellala, borazancıya inat…