Shakespeare iki çağın arasında bir sanatçıydı. Ufukta beliren cesur yeni dünyanın rüzgarını erkenden hissetmiş, geçiş döneminin çelişkilerini ve değerlerini ortaya sürmüştü. Eski günlerin bir daha geri gelmeyeceğini iyi bildiğinden, geçmişe bakışı kimi zaman özlem dolu, kimi zaman da alaycıydı.
Onun kralları bugünün iktidar sahiplerinin prototipleriydi. Kendi sonlarını kendi elleriyle hazırlayan, kendileriyle birlikte tabaalarını da yıkıma götüren figürlerdi. Macbeth, 3. Richard, Hamlet’in amcası Cladius…
Asalarını elinden, taçlarını kafalarından atın, üstüne birer takım elbise giydirin… Hiç fark etmez… Dört asır olsa da aramızda çağdaşımızdır Shakespeare.
Uzatmayalım efendim, İngilizler ne kadar gururlansalar azdır ozanlarıyla.
Bir misal verelim: Pasaportlarının her bir sayfasında devlet büyüklerinin resmi vardır. Ama her sayfasında tek bir kişinin resmi vardır: Shakespeare… Tabi, Shakespeare ilk bakışta gözükmez… Sayfaları yukarı kaldırıp, ışığa tutmanız gerekir. İşte o vakit Shakespeare’in sureti yavaşça belirir. Mesaj açıktır. Shakespeare’i görmeniz için onu yukarı kaldırmak ve ışığa tutmanız gerekir. O hiç şüphesiz İngilizler için her sayfadaki devlet büyüklerinden daha büyük bir yere sahiptir.
Neden bugün Shakespeare’den bahsediyoruz peki?
Malum cumhurbaşkanımız Londra’ya gitti. Ve orada şu sözleri sarf etti. “Shakespeare yaşasaydı Hamlet’e yine dünyanın çivisi çıkmış dedirtirdi.”
Evet, dünyanın çivisi çıktı. Katılmamak ne mümkün bu sözlere. Shakespeare’in o bize çocuksu gelen geçmişe özlemini “her nedense” pek çok Türkiye vatandaşı hissediyor bugün.
Ne diyelim, Shakespeare’i anlamak için içinde bulunduğunuz karanlıktan dışarı çıkmak, ışığa tutmanız gerekir… Dahası, oyunlarını izlemek ve onun aynasına bakıp suretlerinizi görmek…