İbrahim Yusuf Yavuz
“İnsan” olarak anılan varlığın, salt bir bilinç öznesi olmayıp yalnızca akıl ekseninde anlaşılamayacağını ilk fark eden filozof Platon olmuştur. Platon, hocası Sokrates’in görülerine karşın, insanın hem bedenine hem de akıldan pay almayan “iştiha” yönüne yaptığı vurguyla bu varlığın “çatışmalı” bir ruha sahip olduğunu keşfetmiştir. Platon, özellikle Devlet’te ortaya koyduğu biçimiyle insan ruhunu “akıl, tin ve iştiha” olarak üç parçalı bir biçimde kavramış ve bunlardan özellikle iştihanın, ruhun akıldan hiç pay almayan kısmı olarak tanımlamıştır. Bu kavrayışa göre insan, erdemlerini gerçekleştirmek üzere aklın peşinden gidebilir, buna muktedirdir fakat kimi zaman iştiha tarafından meşgul edilerek hatta “rahatsız edilerek” bu yoldan sapabilir. Bu bakımdan, aklı ile ruhunun diğer kısımlarının zorlaması arasında kalan insan, ruhunda çatışmaların olduğu karmaşık ve bu bakımdan da eylemleri öngörülemeyen varlıktır. İnsanın orijinalliği “eylem” denen etkinliğinde ortaya çıkar ve insan eyleminin en önemli özelliği ise öngörülemezliğidir. Bu öngörülemezlik, insan ruhunun çatışmalı doğasından, yani her karar anında insanın ruhunun parçaları tarafından zorlandığı yönlerden birini seçme potansiyeli olmasından kaynaklanır.
İnsan, her zaman aynı yönde eylemde bulunacak sabit bir varlık değildir. Bu sebeple bir insan ne hayatı boyunca tamamen kötü ne de tamamen iyi olamaz. Aristoteles’in en önemli eserlerinde ifade ettiği üzere böyle bir varlık, ya tanrı ya peygamber ya da insandan daha aşağı bir varlık olmak durumundadır. Çünkü form olarak insan gibi görünse de onda ya bir fazlalık ya da eksiklik söz konusudur. İşte insan doğasına dair bu en temel belirlenim, 20. Yüzyılda Freud çıkıp da tüm düşünce tarihini altüst edene kadar kesintilere uğrayarak gelişmiştir. Fakat edebiyatçılar hariç hiçbir filozofun, Freud’un teorisinde olduğu kadar gerçekçi bir insan anlayışı ortaya koymadığını ifade etmek abartılı olmayacaktır. Zira Ortaçağ’ın tanrısal hakikat peşinde koşan insanı da, Aydınlanmanın salt bilinçli akıl varlığı olarak kavradığı “insan” da, çoğunlukla tek yanlı olarak ele alınmıştır. “İnsan”ın gerçekte kim olduğu, doğasının ne olduğuna dair soru hakkında yüzyıllardır birçok teori ortaya konmuş ve günümüz dünyası da bu sorunun peşindeki çabasını sürdürmüştür. Felsefi antropoloji bugün teorinin en önemli alanlarından birisi haline gelmiştir. İnsanı araştıran bir başka etkinlik olarak sanat ise bildiğimiz üzere farklı yöntemiyle ön plana çıkarak “insan doğası nedir?” sorusuna bir tanımla cevap vermek yerine, onu “göstermeye”, evrensel formunu ortaya koymaya dolayısıyla kavram değil ama yaşamın taklidini kullanarak hakikate bir adım daha fazla yaklaşmayı amaçlamıştır. Bu çalışmanın konusunu teşkil eden Shakespeare’in “insan” anlayışı ise insanın rasyonel, pasyonel ve irrasyonel yanlarını ortaya koymak bakımından bu varlığın çatışmalı ruhunu gözler önüne sermektedir.
Bilindiği üzere her sanat eserinin arkasında, bu sanat eserinde dışa vurulan, o konuya ilişkin teorik bir düşünce vardır. Bu bakımdan sanatçı sadece yaratıcı eser ortaya koymakla kalmaz, bir düşünceyi de eserinde cisimleştirmiş olur. Dolayısıyla sanatçı, belki bilim ve felsefenin yöntemiyle değil yani deney, gözlem, kavram ile değil ama doğrudan göstermek yoluyla var olanı eleştirmeyi ve hakikate ulaşmayı amaçlar. Bu çalışmanın amacı da, Shakespeare’in insan anlayışını, tam da sanat ve sanatçıya dair bu görüşten hareketle bir düşünce adamı olarak ele almak, eserlerinin incelenmesi yoluyla onun insan anlayışını genel hatlarıyla ortaya koymaktır. Çalışmada bu amaç doğrultusunda Shakespeare’in eserleri incelenecek, insan doğası hakkında görüş bildirmiş önemli miheng taşlarını ifade eden filozofların görüşlerine de yer verilecektir. Dolayısıyla bu ödev, çeşitli filozoflar ve Shakespeare’in görüşlerini kimi zaman karşılaştıran disiplinler arası bir metin olmayı amaçlamaktadır.
- Shakespeare’in Yaşamı ve Eserleri
Söz konusu William Shakespeare olunca, edebiyat, tiyatro ve insanlık tarihi açısından önümüze birçok harikulade eser ve belki de cevabını bilemeyeceğimiz onlarca sorunsal ortaya çıkmaktadır. Cinsel tercihinden, kimliğine, adından, var olup olmadığına kadar uzanan iddialara karşılık Shakespeare incelemesi yapmak “Yapmakla olup bitseydi bu iş, hemen yapardım, olup biterdi.”[1] cümlesi kadar ağır bir duruş ile karşımıza dikilmektedir.
23 Nisan 1564’de Stratford-Upon-Avon’da dünyaya gelen William Shakespeare şiire meraklı bir genç olarak yaşarken 1576’ta James Burbage tarafından Londra’da ilk “Tiyatro” binası kurulmaktaydı. Bu bina ilk önce “Liecester Kont’u Adamları” isimli tiyatro grubu için hazırlanmış olup Liecester Kont’unun vefatının ardından “Lord Chamberlain’in Adamları” tarafınca 22 yıl süreyle kullanıldı ve daha sonra bina yeniden inşa edilerek 1599’da “The Globe” adını aldı. 43 yıl ülkenin her yanında “En iyisi” olarak anılacak olan “Dünya” tiyatrosu, Püritenlerin iktidarıyla “Şeytan Yuvaları” olarak adlandırılıp sanat ve insan düşmanı zihniyete boyun eğmek zorunda kalacaktı.
Shakespeare’in nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde bu binayla iletişime geçmesi –ki şiir ve yazma merakının onu yönelttiğini söylesek yanlış olmayacaktır- hem kendi hem de bu bina adına bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Öyle ki William Shakespeare sanat yaşamı boyunca hep aynı kumpanyada kalacak ve sırasıyla: VI. Henry, 2. ve 3. Bölüm (1590-1591), VI.Henry, 1. Bölüm (1591-1592), III. Richard ve Yanlışlıklar Komedyası (1592-1593),Titus Andronicus ve Hırçın Kız ( 1593-1594),Veronalı İki Centilmen, Aşkın Boşa Giden Emeği ve Romeo Ve Juliet (1594-1595),II. Richard ve Bir Yaz Gecesi Rüyası (1595-1596),Kral John ve Venedik Taciri ( 1596-1597),IV. Henry, 1. ve 2. Bölümler (1597-1598),Kuru Gürültü ve V. Henry (1598-1599),Jül Sezar ve Beğendiğiniz Gibi (1599-1600),12. Gece, Hamlet ve Windsor’un Şen Kadınları (1600-1601),Troilus ile Cressida ( 1601-1602),Yeter Ki Sonu İyi Bitsin ( 1602-1603),Kısasa Kısas ve Othello (1604-1605),Kral Lear ve Macbeth (1605-1606),Antonius ve Cleopatra (1606-1607),Coriolanus ve Atinalı Timon (1607-1608),Pericles ( 1608-1609),Cymbeline (1609-1610), Kış Masalı ( 1610-1611),Fırtına (1611-1612),VIII. Henry ve İki Soylu Akraba (1612-1613), eserlerini kaleme alarak otoriteler ve halk nezdinde en büyük oyun yazarı olarak anılacaktır. Bununla birlikte William Shakespeare’in, yazdığı oyunlardaki ana karakterleri James Burbage’nin oğlu Richard Burbage canlandırmış ve bu konudaki başarından olsa gerek tüm ülke çapında en iyi oyunculardan biri olarak tanınmış ayrıca III. Richard, Hamlet, Kral Lear, Othello ve Macbeth rollerini ilk kez oynayan oyuncu olarak kayıtlara geçmiştir. İlk oyunu olan VI. Henry’yi 1590’da yani 26 yaşındayken yazmaya başladığı dönemde, Londra’da patlayan tiyatro ilgisine ve ardı ardına açılan kumpanyalara, bu kumpanyaların oyuncu, yönetmen, yazar açlığını doyurmak için bir anda türeyen insan kitlesine ve sermaye sahiplerinin destekleriyle şahlanan gruplara karşılık William Shakespeare, metinsel üretkenlik ve özgün temalarıyla kendisini ön plana çıkarmayı başarmıştır. Her ne kadar günümüzde Shakespeare içinde Christopher Marlowe etkisi veya ortaklığı araştırılmaya devam ediyor olsa da bu araştırmanın nedeninin metinsel üretkenliğin ve üslubun bir kişiye atfedilemeyecek kadar Tanrısal bir yanının olduğu gerçeğidir.
William Shakespeare, 23 Nisan 1616’da Startfort’ta, Ben Jonson ile birlikte katıldığı bir balonun ardından doğum gününde hayatını kaybetmiştir.
- Atinalı Timon’da İnsan: Timon ve Apemantus
İnsanın, iktidar ve para hırsının hangi statüde olursa olsun etkileyebileceği, koşullara ve entelektüel bilgisine bağlı olmaksızın, varlığını asalak şekilde devam edebileceğini fark ettiği noktada kendinden geçebilecek bir varlık olduğunu gözler önüne seren bir eserdir Atinalı Timon. Öyle ki “Düşeni kaldırmak yetmez, kaldırınca da desteklemek gerekir”[2] diyen bir karakterin dostluğu parayla satın almayı istemeyecek kadar temiz, dostluğun parayla biteceğine inanmayacak kadar naif tutumunu anlatan eser, Timon’un cömertliği karşısında bu cömertliğe hâsıl olan ve olmayan insanların hikâyesini barındırmaktadır. Timon’un cömertliğinin büyüklüğünü düşündüğümüzde oyunun tüketime yönelik emellerle yapıldığını düşünmek bir çok komplocu zihniyet için mümkün gözükse de oyunun okunmasıyla bu sorunsal ortadan kalkacaktır. Giriş, gelişme ve sonuç bağlamında ayıracak olursak, Timon’un cömertliği ve müsrifliğiyle süslenmiş, giriş, bu cömertliğin müsriflik noktasına ulaşmasından doğan iflas ve arkadaşlarının onu yalnız bıraktığı, gelişme, son olarak Timon’un tüm dünyaya küserek dağa çıkması ve ölümü, sonuç seklinde yapabiliriz.
Timon, her şeyden önce insan olmanın birlik olmaya eşdeğer olduğuna, yardımlaşmanın kutsallığı ve paylaşmanın evrenselliğine inanç besleyen bir karakter olarak karşımızda dururken, onu metin sonunda öldürecek olan ise tüm insanların onun gibi düşündüğüne inanmasıdır. Yaptıklarıyla tüm ahalide cömert olarak ün salan Timon, -ki bu cömertlik bazen müsriflik boyutuna kadar ulaşmaktadır- yaptığı iyiliklerin ve paylaşımların bir gün ihtiyacı olduğunda kendisi için de yapılacağını düşünmesi bakımından “saf kişi” olarak gözümüze çarpmaktadır. Öyle ki bir ziyafet sofrasında Timon’un arkadaşları ona ne kadar bağlı olduklarını göstermek için bir şans istediği sırada “Aman, canım dostlarım, ben hiç şüphe eder miyim dostluğunuzdan sizin?”[3] cümlesi oyunun sonunda yine bir ziyafet – ama bu sefer su ve ekmekten oluşan –sofrada “Dost yüzlü kurtlar, tatlı dilli ayılar sizi! Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri! Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar, kalleş kuklalar! Bütün insan ve hayvan hastalıklarına tutulasıcalar!”[4] cümlesine evrilmiştir. Ayrıca yanında çalışanlara, dostları kadar ilgi göstermemesi ve onların beyanlarını dikkate almaması bakımından bir nevi soylu olan ve olmayan çatışması da göze çarpmakta, ancak oyunun sonunda dostlarının onu yüz üstü bırakmasına karşılık hizmetçilerin hala onun sağlığı ve selametine olan merakını, Timon hayretle karşılamaktadır.
Timon borcu yüzünden hapse düşen Ventidius’un kefaretini ödemiş, Ressamın tablosuna, Kuyumcunun mücevherine, Tüccarın kumaşına değerinin on katını bahşetmiş, ayrıca ziyafet sofraları kurarak yemek bitiminde her misafirine mücevher veya küheylan hediye ederek onlarla dostluğunu pekiştirdiğini düşünmüştür. Öyle ki ona getirilen en pespaye en değersiz hediyeye bile, verebileceği en değerli hediyeleri sunmuştur. Bu yüzdendir ki “…..Har vurup harman savuruyor hala. Bu böyle gitmez, gitmeyecek de. Altın mı istiyorsun? Çal bir dilencinin köpeğini, Ver Timon’a; köpek şıkır şıkır altın getirsin sana. Atını satıp yerine daha iyi yirmi tane satın almak ister misin? Ver atını Timon’a; hiçbir şey de isteme; Atın başlar hemen daha iyi atlar doğurmaya sana.”[5] Cümlesini Senatör söylerken Timon varlığının nasıl eridiğinden habersiz dağıtmaya devam etmektedir.
İşte Shakespeare’in Timon karakteri “kusurlu” bir insandır. Çünkü Shakespeare insanların kusuru yani her zaman aklı ve basiretiyle ortayı bulamayan hatta çoğunlukla erdemleri değil arzu ve iştihaların peşine giden eksikli bir varlık olduğunu farkındadır. Shakespeare’in Timon karakteri cömertliği müsriflikle karıştırdığı için bize basiret ve orta olanın önemini telkin eden Antik Yunan filozoflarını hatırlatır. Bildiğimiz üzere Platon ve Aristoteles için erdemler “ölçülülük” ve basiret ile doğrudan ilişkilidir. İki filozofa göre de cömertlik yapılması gereken bir erdem olsa da müsriflik ile cimriliğin ortasını aklı ile bulmayan kişi cömert olamaz dolayısıyla erdemsiz olur. İşte Timon’un gösterişli bir biçimde verme isteği aklına galip gelir. Timon antiklerin telkin ettiği ölçülülüğe ulaşamadığı için yok olmaya mahkûmdur. Shakespeare’in gösterdiği bu durum en temelde iki şeyi fark etmemizi sağlar: ilkin insanlar salt iyi ya da kötü değildir. Timon genel olarak kötü bir insan olmasa da cömertliğin mevzu bahis olduğu yerde erdemli bir kişilik de değildir. İkinci olarak da Timon’u okurken aslında kendi yok oluşunu hazırlayan bir karaktere, hiç de erdemli olmayan bir karaktere, sempati duyduğumuzu fark ederiz. Shakespeare’in insan anlayışı tam da bu sempatide gizlidir. Çünkü Timon kusurlu fakat kusurları mükemmelen insani olan bir karakterdir. Bizler farkında olmasak da insanın kusurlu olduğunu bildiğimiz için kimi zaman sanat eserlerindeki “kötülük yapan” karakterleri bile severiz. Böylelikle bu nokta Shakespeare’in insan anlayışı hakkında fikir vermekle birlikte sanatçının ve sanatın gücü hakkında da çok şey söyler.
Bir diğer karakter Apemantus ise metinde filozof olarak geçmekte ve Timon ile çatışma halindedir. Apemantus, Timon’u müsriflik, gösteri budalalığı, hoyratlık ve kendini bilmezlikle itham ederken arkadaşlarını da hiç sözünü esirgemeden dalkavuklukla yargılar. Apemantus’un Timon’nun onu sofraya daveti üzerine söyledikleri, Apemantus karakterinden Timon düzlüğüne bir sonraki adımda da Shakespeare’in insanına uzanan ibareler barındırmaktadır.
“Apemantus – Yemeklerin senin olsun; boğazımda kalır yersem,
Çünkü ben dalkavuklarından değilim senin.
Ey Tanrılar, bakın nice insan yiyor Timon’u,
Ve Timon nasıl görmüyor kendisini yiyenleri.
Acı veriyor bana bunca aç kurdu,
Bir tek insanın kanına susamış görmek.
Timon’un bütün deliliği de şurada ki,
Çağırıyor, kışkırtıyor yiyicilerini kendisini yemeye.
Şaşırıyorum insanların insanlara nasıl güvendiğine.
Bence bir insan başkalarını evine çağırdı mı,
Bıçaksız, hançersiz gelmelerini şart koşmalı;
Böylece hem daha az yiyicisi olur,
Hem de canını daha az tehlikeye atar.
Çok örnekleri görülmüştür bunun, çok:
Şimdi o tam yanı başında oturan,
Aynı ekmeği onunla bölüşen,
Aynı bardaktan dostça şarap içen davetlisi
Onu öldürmekte herkesten önce davranabilir.
Denenmiş, yaşanmış şeyler bunlar.
Ben böylesi kodaman kişilerden olsam,
Sofrada şarap içmekten korkardım,
Gırtlağımın zayıf yerini görürler diye.
Büyük adamlar boğazlarına zırh geçirmeli
İçki içerken.”[6]
Bu tiradın ardından Timon’un tepkisi onu başka bir yere göndermek yönünde olsa da oyun sonunda dostlarının ihanetiyle Apemantus’un söylediklerinin doğruluğunda Timon ve Apemantus arasında şöyle bir diyalog geçecektir:
“Timon – ……. Yine mi insan? Lanet olsun! Lanetler olsun!
Apemantus – Beni başkaları yolladı buraya; dediklerine göre,
Benim davranışlarıma özeniyormuşsun,
Düpedüz bana benzetiyormuşsun kendini.
Timon – Köpeğin yok da ondan; olsa ona özenirdim!
Vebalar tutsun seni!
Apemantus – Senin bu halin bir hastalık sadece;
Talih dönmesinden gelen pısırıkça bir bunaltı.
Nedir bu kürek? Burada işin ne senin.
Bu köle kılığı, bu tasalı, kaygılı haller de ne?
Dalkavukların ipekliler giyiyor hala,
Şarap içiyor, yumuşak yataklarda yatıyor,
Kokular sürünmüş hastalıklı gözdelerini kucaklıyor.
Timon diye birinin varlığını unuttular bile.
Acı bir karamsarlıkla dünyaya çatıp
Bu ormanlara saygısızlık etme.
Sende şimdi bir dalkavuk olup
Seni batıran yoldan geçimini sağlamaya bak.
Kır dizlerini ve bırak uçursun şapkanı
Önünde eğileceğin adamın soluğu.
En kötü yanını öv, aman ne olgunluk de.
Sana da öyle derlerdi, sende kulak verirdin.
Her geleni selamlayan meyhaneciler gibi,
O aşağılık heriflere, bütün o sülüklere
O alçaklara dönmelisin ki hak yerini bulsun.
Yeniden zengin olsan, yine soyar o alçaklar seni.
Vazgeç benim gibi olmaya özenmekten.
Timon – Senin gibi olsam yok ederdim kendimi.
Apemantus – Kendin gibi olduğun için yok ettin kendini.
Delinin biriydin şimdi de zırdelisin.
Ne sanıyorsun? Soğuk rüzgar, ateş gibi bir uşağın olup
Sıcak gömlekler mi giydirecek sana?
Kartallardan çok yaşayan bu yosunlu ağaçlar
Elini eteğini öpüp hizmetine mi kaçacaklar?
Buz tutmuş soğuk dere sıcak sabah salebi olup
Gece fazla kaçırdığın içkiye merhem mi olacak?
Çağır bakalım, çıplak yaradılışlarıyla
Amansız göklere kafa tutarak yaşayan varlıkları,
Evsiz barksız yalın gövdeleriyle,
Birbiriyle çatışan güçlerin ortasında
Doğanın keyfine ayak uyduran yaratıkları;
Çağır da pohpohlamaya gelsinler seni!
Hehey! Sen görürsün….”[7]
Shakespeare’in en büyük oyun yazarı olarak anılmasının ölçülerinden biride oyundaki karakterlerin, özgün olmasına ek olarak her bir karakterin bireyselliğiyle ön plana çıkıyor oluşudur. VI.Henry’den Alonso’ya, Hamlet’den Kral Lear’a kadar tüm karakterlerin şahsına münhasır oluşu ve eylemlerindeki tutumlar göz önüne alındığında Atinalı Timon eseri tüm bunların yanında “sıfatlar” çatışması olarak görülebilir. Olaylar karşısında gelişen, değişen ve psikolojik bağlamda tutarlı karakterlerin yerini bu oyunda, başlı başına temsil ettiği kavramın eşiğinde hareket eden tipler almaktadır. Timon, oyun başında müsriflik, oyun sonunda insan düşmanlığıyla hareket ederken Apemantus, filozof olarak yer aldığı metinde sinizm öğretileriyle dikkatimizi çekmektedir.
Apemantus, oyun boyunca diğer tüm karakterlerle çatışma halinde bulunurken, Timon ve arkadaşlarına söylenmekte ve onların yaptığı eylemleri en ağır şekilde eleştirmektedir.
“Apemantus- Ölümsüz Tanrılar, para dilenmiyorum sizden;
Tek dileğim kendim için olacak yalnız:
Kimsenin sözüne, yeminine
İnanacak bir insan olmaktan koruyun beni!
Ne ağlayan bir orospuya kanayım,
Ne uyur gibi görünen bir köpeğe!
Ne zindandan kurtulmak için zindancıya güveneyim,
Ne de başım darda iken dostlara.
Amin! Tanrılar iştah versin;
Zengin günah işler, sen kök yersin.
Temiz yüreğine temiz yiyecekler, Apemantus!”[8]
Püritenlerin Şeyh Pir’i, Apemantus’a bu sözleri nakşederken aklında sadece dramatik eylemi gerçekleştirmek adına Timon ile çatışacak karakter yaratmaktan öte, insan denen varlığın kendini bulması adına metodolojisini ortaya koymaktadır. Algımızı metin boyunca Timon üzerine dikmemiz, bize sadece hedef tahtasının yerini gösterirken diğer yanda duran Apemantus ise amacımıza yönelik pratik eylemleri bize sunmaktadır. Ancak Apemantus üzerinden bize sunulan öğretinin detaylandırılmasından sonra görüleceği üzere, zıttı ile var olan görüşler, Timon karakterinin ölçüsüzlüğü derecesindedir. Aşırılığa kaçmışlığın iki noktası olarak çatışan Timon ve Apenmantus aracılığıyla Shakespeare insanın daha önce belirttiğimiz üzere irrasyonaliteye dayanan kaotik bilincinden bahsetmek yanlış olmayacaktır.
William Shakespeare, Atinalı Timon metininde, kurgusu ve tipleriyle bize aktardığı insan modeli, sıfat insanı olarak nitelendirebileceğimiz bir görü oluşturmaktadır. Sıfat insanı, hiçbirimizin yabancı olmadığı, bireysel yaratıdan yoksun, kitlenin veya salt bir fikrin ürünü olan yaşantısıyla aşina olduğumuz bir insan modeli olmakla birlikte, kin, nefret, aşk, politika vb. olguların eşiğinde aynı sloganları söylemekten bıkmayan bir yapıda bulunmaktadır. Durumların veya olguların kendi beyanı gibi olmadığını veya kendi eyleminin yanlış olduğunu anlaması için, söyleminin veya eyleminin topyekün yok sayılmasından öte, geçersiz kılındığı yoksunluk durumuna düşmesi gereken bir tip olarak varlığını sürdürmektedir. Bu noktada Shakespeare yarattığı karakterlerden ve metinlerinden hareketle bakılacak olursa –ki bu hermenötik yöntem aracılığıyla daha aşikâr olacak – insan tiplerini kategorize ettiği anlaşılacaktır.
- Hamlet’de İnsan: Hamlet ve Kral Claudius
“Hamlet’in trajik hikâyesi eski kuzey masallarına bağlanıyor. Bilinen en eski adı on üçüncü yüzyıldan kalma bir metinde Amiothi imiş. Bir İzlanda kahramanı. Bu kelimenin İskandinav dillerindeki Othi sözüyle ilgisi olduğu sanılıyor. Othi ilkin savaşta azgın, sonra deli anlamında kullanılmış. On ikinci yüzyılda Latince yazılıp 1514’te Paris’te yayımlanmış olan Danimarkalı Saxo Grammaticus’un Danimarka Tarihi adlı kitabında da aynı efsaneleşmiş kahramanın deliliğinden söz ediliyormuş. 1580’lerde Belleforest adlı bir Fransız derlemecisinin Trajik Hikayeleri’nde Saxo’nun anlattıkları değişmiş olarak bulunuyor. Bu değişmiş hikâye İngilizceye de The Hystorie of Hamlet diye çevriliyor.
İşte Shakespeare bu üç metinden ve daha başkalarından yararlanmış olabilir. Saxo’da kahramanın adı Amieth’dir. Babası Horwendille, Jutland valisi, Danimarka Kralı’nın kızı Gerutha ile evleniyor. Norveç kralını başa baş bir kavgada öldürmekle ün kazanıyor. Kardeşi Feng bu Horwendille’i öldürüp yerine geçiyor ve Gerutha ile de evleniyor. Böylece “cinayeti haram bir aşkla taçlandırmış” oluyor. Babasının öcünü almak
isteyen Amieth zaman kazanmak ve amcasının kuşkularını gidermek için kendini deli gibi gösteriyor, arkasında “sır vermez bir kurnazlık saklı” abuk sabuk sözler ediyor. Feng işin aslını anlamak için iki yola başvuruyor. Önce, çocukluğundan tanıdığı bir kızı çıkarıyor önüne, sonra da “akıllı olmaktan çok ukala” bir senyörü. Bu senyör, Amieth’i annesinin odasına kapandığı bir gün, görünmeden dikizliyor. Birinci tuzağı Amieth’in süt kardeşi ve candan dostu açığa vuruyor, ikincisini kendi aklıyla buluyor. Odanın dört bir yanını arayıp casusu yatağın altında otlar içinde buluyor ve “kılıcını bir yanından sokup öbür yanından çıkarıyor”. Sonra adamın cesedini bölük pörçük edip domuzlara yediriyor. Annesine de “orospuca”, “azgın bir hayvanca” davranıp babasının katiliyle evlendiğini söylüyor. Böylece “anasının yüreğini paralayıp”, onda “namus yoluna dönme arzuları” uyandırıyor. Oyunu meydana çıkan Feng, Amieth’i Britanya’ya (İngiltere’ye) yolluyor. Yanına kattığı iki adamla, Britanyalıların kralına yazdığı tahta üzerine kazılı bir mektup gönderiyor. Bu mektupta Amieth’in öldürülmesi istenmektedir. Adamlar uyurken Amieth sandıklarını karıştırıyor. Mektubu bulup yerine bir başkasını yazıyor ve her iki adamın astırılmasını istiyor. Britanya kralı Amieth’i çok iyi karşılıyor ve kızını veriyor ona. Bir yıl sonra Jutland’a dönen Amieth, Feng’i ve adamlarını sarhoş edip sarayı yakıyor. Feng’i kendi kılıcını elinden alıp onunla öldürüyor, çünkü hainler kendisine “işe yaramaz bir kılıç” vermişlerdir. Hamlet’in kişiliği dışında dramın hemen bütün unsurları bu hikâyede var. Belleforest bu hikayeden birkaç şey atıp birkaç şey de ekliyor. Onda Amieth’le casus genç kız sevişirler; değişik adlarıyla Geruth ve Fengon, cinayetten önce haram döşeğinde yatarlar falan. Hystorie of Hamlet bu hikâyelere önemli olarak “Bir fare! Bir fare!” sözünü ekliyor, bir de yatağın otları yerine perde arkasına saklıyor gözcüyü.
Düpedüz Hamlet adıyla bir oyunu Shakespeare’den önce Thomas Kyd adında birinin yazdığı ve metninin kaybolduğu da kuvvetli bir ihtimal olarak söyleniyor. J.D. Wilson, İtalyanca bir başka kaynak olacağını ileri sürüyor. Çünkü Hamlet, Gonzago’nun Öldürülmesi diye güzel bir İtalyancayla yazılmış bir piyesten söz ediyor. 320/325 Saxo’da ve Belleforest’te olmayan zehirleme işi ondan alınmış olabilir diyor. Ayrıca, Saxo’daki Feng’in azgın, taşkın bir adam olmasına karşılık Shakespeare’deki karşılığı olan kral kurnaz, kalleş, hesaplı bir politikacıdır, İtalya’nın o çağdaki küçük saraylarında çok rastlanan cinsten. Bütün bu yazılı kaynaklardan başka, Shakespeare, çağındaki olaylara yer vermiş olabilir dramında. Ophelia’nın ölümünü Helene de Tourno’nun aşk yüzünden intiharına benzetiyor bir Fransız yazarı.”[9]
“Hamlet ‘in ana karakteri, kısa süre önce ölmüş olan Kral Hamlet’in oğlu, babasının kardeşi Kral Claudius’un yeğeni Danimarka Prensi Hamlet’tir. Kral Hamlet’in ölümünden sonra Claudius alelacele Kral Hamlet’in dul eşi ve Hamlet’in annesi Gertrude ile evlenir. Geri planda Danimarka’nın komşusu Norveç ile uzun zamandan beri süregelen düşmanlığı devam etmekte ve Norveç prensi Fortinbras önderliğinde bir işgal beklenmektedir.
Oyun Danimarka Kraliyet Sarayı Elsinore’da soğuk bir gecede açılır. Askerler Hamlet’in arkadaşı Horatio’yu Kral Hamlet’in hayaletini gördüklerine inandırmaya çalışırken, Hayalet tekrar ortaya çıkar. Horatio’dan Hayalet’in ortaya çıkışını duyduktan sonra Hamlet Hayalet’i görmeye karar verir. O gece, Hayalet Hamlet’e görünür. Hamlet’e babasının ruhu olduğunu söyler ve Claudius’un Kral Hamlet’i kulaklarına zehir akıtarak öldürdüğünü ifşa eder. Hayalet, Hamlet’ten intikamını almasını ister; kabul eden Hamlet yapmacık cinnet geçirerek şüpheleri üzerinden atmaya karar verir. Ancak Hayalet’in güvenilirliğinden emin değildir.
Devlet işleriyle meşgul olan Claudius ve Gertrude, Norveç Prensi Fortinbras tarafından yapılacak bir işgali önlemeye çalışmaktadır. Hamlet’in babası için tuttuğu yasın devam etmesi ve giderek artan garip davranışları nedeniyle Hamlet’in iki arkadaşını (Rosencrantz ve Guildenstern) Hamlet’in değişen davranışlarının nedenini bulması için gönderirler. Hamlet arkadaşlarını sıcak bir şekilde karşılar ama hemen kendisine karşı olduklarının farkına varır.
Polonius, Claudius’un güvendiği danışmanlarından biridir; oğlu Laertes Fransa’ya dönmekte, kızı Ophelia’ya ise Hamlet tarafından kur yapılmaktadır. Ne Polonius ne de Laertes Hamlet’in Ophelia hakkında ciddi olmadığını düşünmekte ve Ophelia’yı uzak durması konusunda uyarmaktadır. Kısa bir süre sonra Hamlet’in garip davranışından telaşlanan Ophelia babasına, Hamlet’in odasına daldığını ve kendisine bakakaldığını ama hiçbir şey söylemediğini bildirir. Polonius Hamlet’in geçirdiği cinnetin sebebini yaşadığı “aşk sarhoşluğu”na bağlar ve Claudius ile Gertrude’a haber verir. Daha sonra, Manastır Sahnesi diye bilinen sahnede, Hamlet Ophelia’ya bağırarak bir manastıra gitmesinde ısrar eder.
Hamlet, Hayaletin kendisine doğruyu söylediğine kani olmamıştır ancak Elsinore’a bir oyuncu kumpanyasının gelişi ile bir çözüm bulur. Bir oyun sahneye koyacaktır, babasının öldürülmesini canlandıracak ve Claudius’un suçlu ya da masum olduğuna oyuna verdiği tepkiyi görerek karar verecektir. Saray halkı oyunu seyretmek için toplanır; Hamlet oyun boyunca yorumlarda bulunur. Cinayet sahnesi sunulduğunda Claudius birden ayağa kalkarak odayı terk eder ve Hamlet bunu amcasının suçlu olduğunun kanıtı olarak görür. Yaşamı için endişe duyan Claudius bir bahaneyle, Rozencrantz ve Guildenstern’in gözetiminde, yanına mesajı getirenin öldürülmesini söyleyen bir mektup vererek Hamlet’i İngiltere’ye sürmeye karar verir.
Gertrude, açıklama istemek için Hamlet’i yanına çağırır. Annesinin yanına giderken Hamlet dua eden Claudius’un yanından geçerken onu öldürmekten çekinir ve kendini dua ederken öldürmenin Claudius’u doğrudan cennete götüreceğini söyleyerek ikna eder. Annesinin yatak odasında Hamlet ile Gertrude arasında bir tartışma çıkar. Bir duvar halısının ardından gizlice konuşmayı dinleyen Polonius gürültü yapar; Hamlet gizlenenin Claudius olduğunu sanarak çılgınca bıçağını saplayarak Polonius’u öldürür. Hayalet tekrar ortaya çıkarak Hamlet’e Gertrude’a nazik davranmasında ısrar eder ama Claudius’u öldürmesi gerektiğini hatırlatır. Hayaleti duyamayan ve göremeyen Gertrude, Hamlet’in Hayalet ile konuşmasını geçirdiği cinnete bir kanıt olarak görür. Hamlet Polonius’un cesedini saklar.
Polonius’un ölümünden duyduğu kederle deliren Ophelia, terbiyesiz şarkılar söyleyerek Elsinore’da başıboş dolaşır. Erkek kardeşi Laertes Fransa’dan döner ve babasının ölümüyle kardeşinin delirmesi nedeniyle çılgına döner. Claudius, tek sorumlunun Hamlet olduğu konusunda Laertes’i ikna eder; sonradan Hamlet’in hâlâ serbest olduğu haberi gelir. Claudius hemen bir kumpas kurar. Laertes’in ucu zehirli bir kılıç kullanacağı, Laertes ile Hamlet arasında bir kılıç düellosu önerir, ama bu başarılı olmazsa Hamlet’e zehir katılmış şarap sunmaya karar verir. Gertrude, Ophelia’nın boğulduğu haberini vererek bu hileyi yarıda keser.
İki mezarcı, Ophelia’nın mezarını kazarken onun intiharını tartışır. Hamlet Horatio ile birlikte gelir ve Hamlet’in çocukluğundan bir soytarı olan Yorick’in kafatasını ortaya çıkaran mezar kazıcılardan birine takılır. Laertes’in getirdiği Ophelia’nın cenaze alayı yaklaşır. Laertes ile Hamlet göğüs göğüse gelir ama kavga durdurulur.
Elsinore’a gelince Hamlet’e Horatio’ya nasıl kaçtığını ve Rosencrantz ile Guildenstern’in nasıl ölümlerine gönderildiğini anlatır. Saraylılardan Osric araya girerek Hamlet’in Laertes ile düelloya davet eder. Fortinbras’ın ordusu Elsinore’a yaklaşırken karşılaşma başlar. Laertes Hamlet’i zehir sürülmüş kılıçla yaralar ama aynı zamanda kendisi de ölümcül bir yara almıştır. Gertrude zehir katılmış şarabı içer ve ölür. Ölüm anında Laertes Hamlet ile uzlaşır ve Claudius’un cani kumpasını açıklar. Yaşamının son anlarında Hamlet Claudius’u öldürmeyi başarır ve Fortinbras’ı vârisi ilan eder. Fortinbras geldiğinde Horatio öyküyü anlatır ve Fortinbras, Hamlet’in naaşına gereken saygının gösterilmesini emreder.”[10]
İnsanın düştüğü rahmi,doğduğu şehri veya kültürü seçemiyor oluşu -ki bu “hatırlamıyor” olmayacağımız anlamında bir kesinlik değildir- bizleri ahlaki, siyasi ve kültürel açıdan bir çok sorundan kurtarıyor olması beklenebilir. Zira etnik temelli bir çok kaotik durumun, salt bu fikir üzerinden düşünüldüğünde bile ortadan kalkması zorunlu iken insanlık tarihi açısından etnik savaşların aksiyon halinde olması irrasyonel bir varlık olarak “insan”ı gözlerimizin önüne sermektedir. Seçemediğimiz ailemizin, seçemediğimiz şehrimiz veya kültürümüzün, bizi çocukluktan yetişkinliğe uzanan zaman aralığında nasıl işlediğini bilinç düzeyinde fark etmeksizin “insan” olma halinden nasıl uzaklaştırdığını göz ardı etmekteyiz. Öyle ki, insan olma halinin, hiç bir norm içerisinde bulunamayacak yönleriyle yaşamak, korkutucu bir yalnızlığı beraberinde getiriyor olması bizleri ilk adımda üniterleştirmeye ardından sloganlarla yaşayan birer kuklalar topluluğuna zorunlu kılmaktadır. Her ne kadar birey olarak özgün bir karaktere sahip olma ideali içinde yaşamımızı sürdürüyor olsak da toplumsal olaylar karşısında verdiğimiz tepkilerin, doğduğumuz kültürün kitlesiyle aynı doğrultuda olması, özgün yanımızın altında yatan “aynılık” olgusunu göstermektedir.
Hamlet, seçemediği amcasına karşı, seçemediği babasının intikamı ile doluyken yine seçemediği annesine öfke duymaktadır. Öte yandan onun infial halini köreltecek Ophelia’nın aşkı ise Hamlet için hem acılarından bir kurtuluş noktasıyken hem de amcasına duyduğu öfkenin, intikam duygusunun yöneldiği bir olgudur. Ne aşkın büyülü düşleri arasında intikamından vazgeçebiliyor nede intikam yeminleri arasında sevgisini yok sayabiliyor iken “Shakespeare İnsanı” bize şu dizelerde kendini gösteriyor.
“HAMLET
Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün kadar çabuk yürümesine.
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek.
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden.
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak, güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.”[11]
Shakespeare, “insan, politik bir hayvandır.” aforizmasına karşın, Aristoteles’in, köle ve insan ayrımını çizmek için söylediği kelimeleri, birleştirmek adına beyan etmektedir. Zaman ve mekana tabi olma zorunluluğu, ölümden sonrasına dair bilgisizlik ve inanç besleme ihtiyacı, aklın, düşüncenin veya bir fikrin doğrultusunda hareket etmeninin mecburiyeti bağlamında, “insan, köle olan bir hayvandır.” Aforizmasını dolayımsız ortaya çıkarmaktadır. Hamlet’te görüleceği üzere Shakespeare, insan tanımını epistomolojik bakımından materyalist vermiyor olsa da, bize 17. Yy. Filozofu T.Hobbes’u hatırlatır. Hobbes’un doğal durumda insanın eyleyecekleri ile Shakespeare insanının yaptıkları arasındaki ilinti, Kral Claudius’un kardeşini öldürüp tahta geçme isteğinde açığa çıkar. Bu bakımdan Hobbes ve Shakespeare’in insan anlayışları benzerlik göstermektedir. Hobbes’a göre insanda bulunun iki temel/ilkel duyum söz konusudur. Arzu ve nefret veya isteme ve kaçınma. Bu iki temel duyuma Shakespeare’in 38 tiyatro metninde ve 154 sonesinde rastlamak mümkün. Macbeht’ten, Hamlet’e, Kısasa Kısas’tan, Othello’ya kadar bir çok eserinde karakterlerin hareket noktası isteme ve kaçınma arasında şekillenmektedir. Bu iki duyumun kontrolünü kendi aklı ile sağlayamadığı noktada veya ölçülü davranamayacağı durumlar karşısında karakterlerin yaptığı eylemler “Homo homini lupus.” – İnsan insanın kurdudur.- cümlesini her birimize söyletmektedir. Hobbes’un tutkulu insanı Hamlet’te kendini dışa vurmaktadır.
“Doğal ve sonradan kazanılmış zeka. Doğal zeka. Bu erdemler iki türdür; doğal ve sonradan kazanılmış. Doğal zeka ile, insanın doğuştan sahip olduğu şeyi kastetmiyorum: çünkü bu algıdan başka bir şey değildir; ve, bu bakımdan, insanlar birbirlerinden ve hayvanlardan pek fazla farklı değildir. Dolayısıyla bu erdemler arasında sayılmamalıdır. Kastettiğim şey, sadece pratik ve deneyle, yöntemsiz, eğitimsiz ve öğretimsiz, elde edilen zekadır. Bu DOĞAL ZEKA esas olarak iki şeyden oluşur; düşünme çabukluğu, yani, bir düşüncenin diğerine hızlı ilerlemesi ve belirlenen bir amaca doğru kararlı biçimde yöneliş. Öte yandan, düşünmede yavaşlık; KALIN KAFALILIK, aptallık denilen ve, bazen de hareket yavaşlığı veya hareket etme güçlüğü ifade eden diğer adlar ile anılan zihinsel kusuru oluşturur.”[12] Hobbes’un bu beyanı, Hamlet’in intikam arzusundan doğan yani doğuştan olmayan ve duyumlar aracılığıyla türemiş zekasının meyvesi olarak “delilik” kisvesidir. Bir başka ifadeyle yasını tuttuğu babasının acısıyla, onu bu acıya sürükleyen amcasına karşı, aşk ve nefreti eşliğinde düşünme çabukluğu göstererek delilik oyunları oynamasıdır. İşte bu ifadelerle Shakespeare ve Hobbes’un insan zekası ve işleyişi üzerinde ortak noktaları olduğu fark edilmektedir.
Kral Claudius bağlamında Hobbes’un ve Shakespeare’in insanı daha çok birbirine benzemektedir. Kişisel bir düşmanlığı olmamasına karşılık, iktidar ve güç istenci karşısında, kardeşini zehirleyerek öldüren Claudius, Hobbes’un doğal durumunda insanın barındırdığı potansiyelin canlı örneğidir. Hobbes’a göre insanların büyük çoğunluğunda geçerli olan akıl değil tutkudur ve akıl, insanların üzerinde anlaşmaya varacakları barış şartlarını bildirmek için kullanılır. İnsanın devredilmez doğal haklarını ve varlığını devam ettirme tutkusunu, öldürülme korkusu eşiğinde savaşmak gerekliliğini Kral Claudius, kardeşini öldürüp tahta geçerek göstermektedir. Bu bağlamda Kral Claudius ve Hamlet arasında yaşanan olaylar Hobbes’un akıl üzerine beyanı ve zekanın niteliği bakımından örtüşmektedir.
Kral Claudius’un gözümüze çarpan bir diğer özelliği ise ihlal’dir. “İhlal, sınırların sürekli olarak aşılması insan olmanın gerçek işaretidir. Shakespeare‘in kötü karakterlerinin çoğu gibi Lady Macbeth de bir burjuva bireycisidir ve geleneksel mevki ve akrabalık bağları onun kişisel kimliğinin kurucu öğesi olmaktan ziyade şahsi amaçlarının peşinde koşarken aşılması gereken engellerdir yalnızca.”[13] Bu bağlamda Claudius bize insan olma durumunun bir bakıma, bu ihlaller eşiğinde yaşamaya mahkum olma zorunluluğunu göstermektedir. Her ne kadar Claudius’un eylediği kötülükler onu seyirci nezdinde aşağılıyor olsa da, Shakespeare sahneye seyircinin günlük yaşamının abartısını koymaktadır. Başka bir ifadeyle “Claudius insandır, insan Claudius’tur.” Cümlesi Hamlet’in altmetnini oluşturur.
Hobbes’un penceresinden bakacak olursak. “Bu güvenlik doğal hukukla sağlanamaz. Çünkü adalet, hakkaniyet, tevazu, merhamet ve, özet olarak, bize ne yapılmasını istiyorsak başkalarına da onu yapmak gibi doğa yasaları, bunlara uyulmasını sağlayacak bir gücün korkusu olmaksızın bizi taraf tutmaya, kibre, öç almaya ve benzer şeylere sürükleyen doğal duygularımıza aykırıdır. Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez.”[14] Claudius’, kardeşini öldürtecek olan duygu güvensizlik, yoksunluk veya öldürülme korkusu mu? Yoksa salt ihlal mi yada güvensizlik korkusuyla doğan ihlal mi?
Shakespeare’in insan profilinde etki-tepki temelde yer alır, ancak bu unsur tiyatral metinlerden çıkarıldığı için dramatik yöntem ile karıştırılması mümkündür. Yani bizim gördüğümüz Shakespeare insanı, aslında metinsel üretkenliği sağlamak adına ve sahnelenmesi mümkün bir eser olması bakımından eylemlerini gerçekleştiriyor olabilir. Bu minvalde dolayımsız ihlal, sanat eserinden sadece delilik olarak gözükeceğinden, Hamlet’in deliliği, insanın bu iki tür durumuna açıklık getirmektedir. Başka bir ifadeyle, sanat eserinde yer alan karakterler, her ne kadar neden-sonuç veya psikolojik olgularla gelişmeler gösteriyor olsa da, karakterine uygun eylemlerin gerçekleşmediği sahnelerde “insan” olgusu kendini göstermektedir.
- Romeo ve Juliet
“Dört yüz yıldan bu yana, parlaklığından bir şey yitirmeden günümüze gelen Shakespeare’in romantik tragedyası, Romeo ve ]uliet, aslında doğuda batıda, kuzeyde güneyde, birçok ülkenin halk öyküleri içinde yer alan, bilinen bir aşk temasını ele alır. Birbirine düşman iki ailenin gençlerinin birbirini sevmesi aslında çok işlenmiş bir temadır. Bu temanın ortaya çıkaracağı konu da nerede olursa olsun aşağı yukarı aynı olacaktır. Ancak bir yapıtın ölmezliği işin öyküsünde değil, o öykünün yazarı tarafından ele alınışında var olur. Hele sahne yapıtında, dil, üslup, biçim kadar, o öykünün dramatik değeri de önemlidir. Shakespeare, kağıt üzerinde olduğu kadar sahne üzerinde de, evrensellik boyutlarını getiren içerik kadar, dramatik aksiyonu da en etkin biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu oyunda, yalnızca iki gencin umutsuz aşkları değil, her yaştaki insanın birbirine olan davranışındaki insanı derinden sarsan ilişkileri de önemlidir. Bu oyun yalnızca Romeo ve Juliet’le değil, büyüğünden küçüğüne bütün karakterlerin sahne üzerinde iyi işlenmesiyle anlam kazanır. Sahnede bir iki dakika görünen çalgıcıların teki bile bu insan ilişkileri açısından, en büyüğü kadar önemlidir. Romeo ve ]uliet tipik bir Rönesans oyunudur. Rönesans sanatçılarının, düşünürlerinin resimde, yontuda, mimarlıkta ve felsefede ortak özellikleri olan uyum, denge, simetri anlayışı bu oyunda da vardır. Elbette Shakespeare ne kuramcıydı, ne akademisyendi, ne de bilim adamıydı; ama içinde yaşadığı çağın atmosferini yaşayan büyük bir yazardı. O, uyum, denge ve simetri ya da bir Rönesans bulgusu olan perspektif üzerinde çalışmamıştır, ama bunların tümü de onun bu oyununda vardır; karakterlerinin çevresindeki dünyanın dokusunu, hem psikolojik, hem de teatral açıdan derin bir perspektif ile inandırıcı bir biçimde verebilmiştir. Aynı zamanda bilim adamı olmayan bütün büyük Rönesans sanatçılarında görüldüğü gibi, Shakespeare’in son derece insancıl sahneleri, mekanik perspektifle odaklanmaz, ama bunun yerine şiirsel bir yok olma noktasında, tıpkı göz erimindeki uzak dağların bulutlardan ayırt edilemeyişleri gibi, “şeyleri” ufak ve seçilemez duruma getirir. Büyük Rönesans ressamlarının ve ozanlarının eriştikleri gerçek Rönesans perspektifi yapay ve kesin bir teknik değil, ama dünyada olmanın yüceltilmiş bilinciyle dramatik bir biçimde özedenen insanlığın yazgısıdır, işte bu yoğun perspektif bilinci ile Shakespeare’in oyunlarının kendine özgü bir iklimi ve manzarası, egemen ve yinelenen simgeleri vardır. Bu da bir elektrik kıvılcımı gibi çakıp sönerek kendine özgü dramatik anlamı getirir. Shakespeare’in gençlik dönemi oyunlarından biri olan Romeo ve Juliet’te orantıları kesin çizgilerle belli olan, az sayıda sahneye sığdırılmış mekanik bir kısaltma izlenir. Rönesans başlangıcında izlenen geometrik oranlama, bu oyunun çevre düzeninde hissedilir. Oyunun bir sahne dışındaki bütün sahneleri Verona surları içinde·geçer. Verona’nın alanları, sokakları, bahçeleri, evleri, geometrik çözümlemelerle orantılanan İtalyan ressamlarının resimlerindeki perspektif gibi ölçülüdür. Olay dizisindeki karşıtlı hareketler simetriktir. Dramatik illüzyon ise oldukça “naive” bir biçimde, perspektifi zorlayarak ve dolayısıyla orta mekanı zayıflatarak kazanılmıştır. Oyunun mekaniği çok belirgindir: Romeo, Paris ve Mercutio ile oranlanmıştır; Juliet, Rosaline, Dadı ve Lady Capulet ile; Tybalt, Benvolio ile ölçüye alınmıştır, ilişkiler de bu geometrik oranlama içindedir: Romeo’nun aşkı ve yarı heroik görünüşü, Paris’in aristokratik sevgi gösterisi ile karşıtlanmıştır; Rameo’nun şiddetli istekleri, Rahip’in sağduyusu ve bir saray adamının donuk çabalarıyla dengelenmiştir. Hatta oyundaki değer kavramları bile bu simetrik dokuyla ortaya çıkmıştır: Aşk – nefret, romantik aşk – kibar aşk, atılganlık – ölçülülük, hoşgörü – katılık, mutluluk – keder, saflık – şehvet, gündüz – gece, uyku – ölüm, Montague – Capulet gibi… Romeo’nun Mantua’ya sürülmesi, Rönesans resimlerindeki bir pencerenin manzaraya açılması gibidir; başka deyişle, kurgu olarak bir derinlik getirmez. Trajik zaman kırk iki saatin içine sıkıştırılmıştır. Verona’daki olayların kısaltılmış olmasından dolayı tam bir bütünlüğe, başka deyişle, Macbeth’te olduğu gibi, gizemli boyutlara yönelemeyiz.
Rönesans ressamlarında izlediğimiz bir başka özellik de, ön plan ile gerideki derin oylum arasındaki dramatik uyumsuzluktur. Bu oyunda da Mercutio, perspektifi ortaya çıkaran atmosferin uyumsuz bir öğesidir. Nitekim, oldukça erkenden de sahneden çekilir. Romeo ve Juliet’in ilişkisindeki trajik akım içinde Mercutio bir Zümrüdüanka kuşudur. O, Verona’da olagelenlerin kurgusuna uymaz ve onun için de bu kurgunun dışında kalır, “Tanrı belasını versin her iki ailenin de!” diyerek ölür. Bu ön ile arka planın, yani perspektifin uyumsuzluğu, Shakespeare’in olgunluk dönemi oyunlarında kesin ve anlamlı bir uyuma dönüşmüştür. Ancak şunu da belirtmek gerekli, Shakespeare, dehası ile bu uyumsuzluğu, dramatik etki açısından oyunun lehine çevirmesini bilmiştir. Mercutio, aşkın yarı karanlıkta geçtiği bir oyunda, bir ışık, anlamı olan bir aydınlıktır. Oyunun perspektifi içindeki uyumsuzluğu yoluyla, biz bu romantik tragedyadaki insana ilişkin özellikleri daha iyi kavrarız. Mercutio’nun yanında, Romeo’nun acılarla dolu yolu daha çok göze görünmeye başlar. Kısacası, Mercutio, bu romantik ilişkinin tersinleme yoluyla açımlanmasıdır.
Bir Rönesans ressamının gölge ve ışık düzeni nasıl içeriğin anlamını pekiştirirse, Shakespeare’in bu oyunundaki ışığın kullanımı da· öyledir. ‘Bu oyunda ışık imgesi açısından iki karşıt mekan vardır: Bunlardan biri Romeo ve Juliet’in birlikte oldukları sahnelerdeki yarı karanlık (ay ışığı, yıldızlı gece, meşalelerle aydınlatılmış salon, Rahip’in loş hücresi, Capulet’lerin meşale ile aydınlatılan mezarı gibi), öbürü de bu iki aşığın birlikte olmadıkları, Romeo’nun ya da Juliet’in başkalarıyla oldukları sahnelerdeki gün ışığı. Aynı şekilde, her ikisinin de bulunmadığı sahneler ışıklı yerlerde geçer. Romeo, Rosaline’in aşkıyla yanıp tutuşurken, gittiği Capulet’lerin balosunda Juliet’i ilk kez gördüğünde çarpılır ve “Parıldamayı öğretiyor bütün meşalelere,” demekten kendini alamaz; Romeo ise Juliet için, “Gecenin içinde gün ışığıdır”. Her iki sevgili de birbirini göz kamaştıran bir ışık olarak görür; çünkü her ikisi de hep yarı karanlıktadırlar. Romeo için Juliet, “doğudan yükselen güneş”tir. Birbirlerini cennetteki parlak yıldızlara benzetirler; Romeo, Juliet’ten söz ederken şöyle der: “Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi, Yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğundan: Biz dönünceye dek siz parıldayın diye. Gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde; Utandırırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı, Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.” Bu sözlerden sonra, sevgisinden gelen büyük bir coşkuyla, duygularını şöyle noktalar: “Öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte Gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.” Juliet’in Romeo’ya yönelişi de aynıdır. Her ikisi de, ay ışığı ile gümüşlenmiş yıldızlı bir gecede konuşurlar. Juliet balkanda, Romeo balkonun altındadır. Ama her ikisi de birbirine olan duygularını ışığa duydukları özlemi dile getirecek bir çimde imgeler kullanarak açıklarlar. Juliet için Romeo hep gece gelen, ama ışık getiren biridir. Rahip’in hücresinde gizlice evlendikten sonra, Juliet, Romeo’yu beklerken geceye şöyle yönelir: “Bana Romeo’mu ver; sonra öldüğünde al da küçük yıldızlara böl onu; Onlar göğün yüzünü öyle bir süsleyecektir ki, Bütün dünya gönül verip geceye, Tapmayacaktır artık o muhteşem güneşe.” Romeo, güneşten bile parlak bir ışıktır Juliet için. Romeo’ya gönderdiği dadıyı sabırsızlıkla bekleyen Juliet, yine ışıkla ilgili bir imgeye yönelir: “Loş tepeler üzerinden sürüp dağıtan gölgeleri, Güneş ışınlarından on kez daha hızlı, Süzülerek uçup giden düşünceler olmalı.” Sevgililerin birbirini binbir çeşit ışık imgesiyle betimlemesi ya da ışık özlemi diyebileceğimiz bir duygu alışverişi içinde bulunmaları onların bir açıdan yarı ışıkta kalmalarının da sonucudur. Romeo, Juliet’i ilk gördüğünde Capulet’lerin sarayında bir balo verilmektedir. Salon meşalelerle aydınlatılmıştır. Meşalelerin titrek ışıkları duvara vurmuştur (yarı ışık). Romeo ve Juliet’in ikinci karşılaşmaları, ay ışığı altında olur (yarı ışık); Romeo aynı gece Capulet’lerin bahçesine gizlice girer, Juliet ise balkondadır. Bundan sonraki karşılaşmaları, onları nikahlayan Rahip’in loş hücresindedir (yine yarı ışık). Evlendikleri günün gecesi, Romeo, Juliet’in odasına bir ip merdivenle çıkar. Odada mum ışığı vardır, pencereden ay ışığı vurur (yine yarı ışık). Bundan sonra olaylar hızla gelişir ve Romeo ve Juliet, birbirinden habersiz Capulet’lerin aile mezarlığında bir meşalenin ölgün ışığında sonsuza dek buluşurlar. Bu oyun, yarı karanlıkta yaşamış olan ve onun için de gelecekleri olmayan genç aşıkların tragedyasıdır. Bu tragedyanın bir an parıldayıp sönen ışıkları da Mercutio, Dadı ve Peter’dir. Her biri de kendi ölçüleri içinde, bu yaşamın dolaylı yoldan yorumlayıcısıdırlar. Rahip ise, sağduyusu, gerçekçiliği ve duyarlılığı ile evrensel olan, insan olmanın diyalektiğini içeren bir oyun kişisidir. O, dönemin ahlak anlayışına göre suç işlemiş bir günahkardır, ama evrensel değerler açısından olumlu ve doğru olanı yapmış olan bir insandır. Romeo ve Juliet tragedyası, yüceltilmiş diline, romantik atmosferine karşın, insan ilişkilerini gerçekçi bir anlayışla ortaya çıkaran büyük bir sahne şiiridir.” [15]
Salt olarak Özdemir Nutku’nun tragedya üzerine söylediklerine bakarak, Romeo ve Juliet’te Shakespeare’in şekillenmeye,gelişmeye ve profili oluşmaya başlayan insan anlayışını görmek mümkün. Biz her ne kadar yazım sırasına göre inceleme yapmıyor olsak da, Atinalı Timon ve Hamlet’ten önce yazılmış olan Romeo ve Juliet eseri, Shakespeare’in insan anlayışının ilk evrelerini bize yansıtmaktadır.
“Shakespeareyen komedi, âşık karakterlerin aynı anda en gerçek ve gerçekdışı, en hakiki ve en sahte olduklarının zeki bir biçimde farkındadır.”[16] Romeo ve Juliet, insanın arzu ve nefretine dair en açık beyanlarla kendini göstermesidir. Ailesine karşı gelerek aşkı için ölmeyi gözen alan Juliet için isteme, aile düşmanının kızına aşık olacak kadar irrasyonel bir duruma düşen Romeo içinde ihlal söz konusudur. “Romeo ve Juliet, şiddeti yaşamın bir parçası haline getiren toplumsal gerilimi ve uzlaşmazlığı yansıtan,”[17] bir trajedidir. Shakespeare, bu oyunuyla bizlere insanın, aşk ve nefreti içinde yanan bir canlı olduğunu göstermekle kalmamış ayrıca bu canlının, aşk ve nefret ile yanmayı tercih edecek potansiyelinin varlığını da aktarmaktadır.
“JULIET
Biricik sevgim, biricik nefretimden doğdu.
Erken görüp tanımadığım, tanımakta geç kaldığım;
Tiksinilen bir düşmanı birden sevmemle
Harika bir sevgi doğdu böyle.”[18]
Tamda böyle gerçekleştirmekteydi insan kendini. Nefretinden sevgiyi doğurmakta, kininden acıması, akıl ile hareket edemeyeceği anda ihlaller silsilesi gerçekleşmekteydi. İnsan her ne kadar rasyonalitenin kutsal taşıyıcısı olarak kendini tanıtıyor olsa da, duyguları ve aklı her zaman çatışmaktaydı.
- Sonuç
Shakespeare’in yaşama dair düşünceleri, yazdığı tiyatro oyunlarından başka bir kaynakta bulunmadığından, onun insan anlayışını kesin çizgilerle oluşturmak mümkün değildir. Eserlerindeki karakterlerin hep aynı doğrultuda gelişen, psikolojik etkilerin, tepkilerini belirlediği ve çoğu zaman irrasyonel hareket eden tipler olduğu gözükmektedir. Tamda bu noktada Shakespeare’i yazmaya iten olgu, metinlerdeki karakterlerinden hareketle, onun insan anlayışında, pesimist bir tarafın varlığıdır. Ayrıca “Shakespeare‘in olgunluk dönemi komedyalarındaki kadınlar erkeklerden üstündürler genellikle.”[19] Bu minval de, Shakespeare’in insan anlayışı eklektik bir yapıdadır demek yanlış olmayacaktır. Zira gençlik eserlerinde kadının rolü, hem çok kırılgan bir yapıda hem de fazlasıyla edilgen bir halde bulunmaktadır.
“Sone 20
Yarada, kadın yüzü çizmiş sana eliyle,
İstek dolu sevgimin efendisi dilberi;
ince kadın yüreğin öğrenmemiştir hile,
Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;
Gözlerin daha parlak, kahpelikten yoksundur,
Neye bakarsa baksın altın yaldız kaplatır;
Ürkeklerin en hoşu, en hoş şeyler onundur,
Erkekleri büyüler, kadınları çıldırtır.
Seni yaratmış olsa kadın olarak önce
Yaradan bile çılgın bir sevgi duyacaktı,
Ama bir hiç uğruna bir fazlalık verince
Varlığına doymaktan beni yoksun bıraktı.
Değil mi ki kadınlar için yaratmış seni,
Sen sevgimi al, onlar sömürsün hâzineni.”[20]
Sürekli gelişen ve çağının etkileri içerisinde yeni boyutlar kazanan bir anlayışa sahip olan Shakespeare, bir erkek olarak hem cinsine ilgi duymadığı ön kabulünden hareket edecek olursak – ki aksi de söz konusu olabilir- yazdığı sonelerde erkek cinsine yaptığı övgüler onun insan anlayışının bir başka yönünü göstermektedir. Shakespeare sonelerinde sarışın soylu bir gence övgüler dizmekte kalmaz ayrıca erkek cinselliği üzerine vurgulara da yer verir. Ancak bu soylu kişinin kim olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur.
“Sarışın Gencin Kimliği: Shakespeare 154 Sonesinin ilk 126’sını güzel, sarışın ve soylu bir gence yazmıştır. 1609’da çıkan ilk Sone kitabı, W. H. harfleriyle tanıtılan birisine armağan edilmiş olduğu için, adı bu harflerle başlayan soylu kişinin kimliği bugüne kadar aranmış ve tartışılmıştır. Üçüncü Southampton Kontu Henry Wriothesley (1573-1624), birkaç bakımdan akla yakın görünüyor ama, onun adının ilk harfleri W. H. değil, H. W. Başka adaylar arasında Pembroke Kontu William Herbert (1580-1630), Southampton Kontunun üvey babası William Harvey (Hervey), basımevi sahibi Thomas Thorpe’un arkadaşı William Hall, William Hathaway, William Holgate, Shakespeare’in yeğeni William Harte var. W. H. harflerinin «William Himself» yani «Shakespeare Kendisi» anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Oscar Wilde, Will Hughes adında bir genç aktör uydurmuş ve Shakespeare’in ona tutkun olduğu görüşünü savunmuştur. Bir yorumcu ise genç adamın Shakespeare’in kendi oğlu olduğunu öne sürmüş ve bütün Soneleri ‘buna göre sıralayıp yorumlamıştır.
Şimdiye kadar bulunan belgeler, sarışın güzel gencin kim olduğunu kesin olarak öğrenmemiz için yeterli değildir. Bu bakımdan, gerçek kimliğini değil, Sonelerdeki şiirsel kimliğini göz önünde tutmamız uygun olur.”[21] Bu iddia eşiğinde makalemizin konusu olan “insan” boyutuyla düşündüğümüzde, Shakespeare, insanın erkek ve kadından oluşan salt heteroseksüel bir varlık olduğunu düşünmüyor demek, bu tartışmalara yeni bir boyut kazandıracaktır.
Kaynakça
Shakespeare, William. Bahar Noktası, çev. Can Yücel, İstanbul, Ağaoğlu Yayınevi, 1981.
Shakespeare, William. Aşkın Çabası Boşuna, çev. A. H. Neyzi, İstanbul, Mitos-Boyut Yayınları, 2002.
Shakespeare, William. Macbeth, çev. Ü. Yapar, İstanbul, Timaş Yayınları, 2004.
Shakespeare, William. Atinalı Timon, çev. Sebahattin Eyüboğlu, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2008.
Shakespeare, William. Soneler, çev. T. S. Halman, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2009.
Shakespeare, William. Hamlet, çev. Sebahattin Eyüboğlu, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2009.
Shakespeare, William. Romeo ve Juliet, çev. Özdemir Nutku, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2010.
Hobbes, Thomas. Leviathan, çev. Semih Lim, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,2014
Terry Eagleton, William Shakespeare, Çev. A. Cüneyt Yalaz,Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 1998
Aristoteles, Poetika; Şiir Sanatı Üstüne, Çeviren Samih Rıfat, Can Yayınları
Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Birinci Kitap, YKY Yayınları, 2010
Park Honan, Shakesperare: Bir Yaşam, Çev: Bülent Bozkurt, YKY Yayınları, 2000
https://tr.wikipedia.org/wiki/Hamlet
[1] William Shakespeare, Macbeth, çev. Ü. Yapar, İstanbul, Timaş Yayınları, 2004, s. 32.
[2] William Shakespeare, Atinalı Timon, çev. Sebahattin Eyüboğlu, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2008, ss. 16-17.
[3] A.g.e., s. 22.
[4] A.g.e., s. 31.
[5] A.g.e., s. 31.
[6] A.g.e., ss. 20-21.
[7] A.g.e., ss. 84-85.
[8] A.g.e., s. 21.
[9] Shakespeare, William. Hamlet, çev. Sebahattin Eyüboğlu, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2009.
[10] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hamlet
[11] A.g.e, ss.137.
[12] Hobbes, Thomas. Leviathan, çev. Semih Lim, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,2014.ss.62
[13] Terry Eagleton, William Shakespeare, Çev. A. Cüneyt Yalaz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 1998
[14] Hobbes, Thomas. Leviathan, çev. Semih Lim, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,2014.ss.133
[15] Shakespeare, William. Romeo ve Juliet, çev. Özdemir Nutku, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2010.
[16] Terry Eagleton, William Shakespeare, Çev. A. Cüneyt Yalaz,Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 1998, sf 22
[17] Park Honan, Shakesperare: Bir Yaşam, Çev: Bülent Bozkurt, YKY Yayınları, Kasım 2000, sf 287
[18] Shakespeare, William. Romeo ve Juliet, çev. Özdemir Nutku, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2010. Ss.33
[19] Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Birinci Kitap, YKY Yayınları, 6. baskı, Mart 2010, sf 238
[20] Shakespeare, William. Soneler, çev. T. S. Halman, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2009. Ss.81.
[21] Shakespeare, William. Soneler, çev. T. S. Halman, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2009.