Şimdi’den Bakarak Geçmişi İnşa Etme Gayreti: Baykuş ve Hayalet

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Zeynep Erdal*

Türkiye tiyatrosuna Batılı metinler yazarak katkıda bulunan Halit Fahri Ozansoy (1891-1971), şair kimliğiyle tanınır. Bunun yanında pek çok roman, deneme ve oyuna da sahiptir. Bu incelememde, Ozansoy’un[1] Baykuş(1916) ve Hayalet(1936) oyunları üzerine biçim ve içeriği gözeten kimi değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağım.

halit fahri1916’da yazmış olduğu Baykuş’ta, bir köy kulübesinde hasta oğlunu kurtarmak için diğer oğlunu dışarıya gönderen adamın, dışarıya gönderdiği oğlunu ormanda kurtların parçalaması ardından hasta oğlunun ölmesiyle yaşadığı facia anlatılır. Hasta oğlunun (Mehmet) niye hasta olduğu bilinmemektedir. Öte yandan oyun son derece ‘esrarlı’ bir atmosferde geçer. Bu durum ilk elden oyun, dönemin hem Osmanlı’nın I.Dünya savaşının eşiğinde olması; insanların umutsuz, yorgun ve bitkin halleri yanı sıra 20.yy dünya sanat akımlarının etkisinden payına düşeni almıştır diye okunabilir. Oyunda baykuş, peri kızları gibi simgeler kullanılmıştır. Gerçek üstü varlıkların kullanıldığı oyunun gerçekçi olduğunu söylemek mümkün değildir. Ozansoy’un oyunlarının daha çok sembolist öğeler taşıdığı söylenebilir. Bir tarafıyla mekan tasvirlerini ayrıntılı yapar ama kullandığı simgeler ve oyunun atmosferi Maeterlinck oyunlarını anımsatır. Örneğin birinci perdenin sonunda duyulan köpek uluması ve sahneye atılan köpek birazdan yaşanacakların habercisi gibidir. Baykuş, uğursuzluk ardından ölümün simgesidir. Oyunda tam dokuz kez baykuş öter. Yine oyunda esrarlı havayı oluşturacak sembolistlerin oyunlarında sıklıkla görülen uzun susuşlar vardır. Ozansoy’un Antik Yunan ve Shakespeare oyunlarındaki dil yapısından etkilendiği söylenebilir.[2] Benzer bir etki oluşturmak için aruz veznini kullandığı bir ihtimaldir.

Halit Fahri “Aruza Ve- dâ” şiirini yazmıştı ama, aruzdan kopmamış, manzum sekiz oyunu İçinde, gene en ünlüsü “Baykuş” (1916) ta, yani aruzla olanında göstermişti ustalığını.[3]

Diğer bir ihtimal ise, şair kimliğinin de getirdiği bir vazgeçemeyiş, belki de bir çabayla oyunda aruz vezni kullandığıdır. Şiiri, manzum piyesine sokmaya çalışmış belki de Türkiye topraklarında tragedya oluşturma gayretine girmiştir. Henüz bunu saptayabilmek için yeterli kaynak mevcut değil. Ne var ki, Batı tiyatrosunun atasının, Antik Yunan olduğu düşüncesiyle Türk Tiyatrosu için bir gelenek oluşturmak bunu da aynı yoldan giderek yapmak istemiş olabilir. Bu ihtimallere oyunun yapısından çıkarılan saptamalarla varmak mümkün. Şöyle ki, oyundaki “yolcu” tragedyalardaki aklın ve sağduyunun sahibi “koro” yerine konumlandırılmış.

İhtiyar: Susunuz! Ben baharı sis görürüm/ Kara kış serpiyor cihana ölüm/ Geziyor her tarafta bir canavar/ Şimdi baykuş sesiyle bir fırtına var. Yolcu: Bu, bir efsanedir. İnanma sakın! /Bir garip itikadıdır halkın.[4]

Yine yolcu oyun sonunda İhtiyarın isyanına akl-ı selimle yaklaşır ve Allah’a karşı isyan etmemesini salık verir.

Yolcu: Bil ki her bir felaket insanadır/ Beşeriyet bir ihtiyar anadır/Yad eder can veren çocuklarını/ Ebediyetin ufuklarını/ Daima hıçkırık gezer, dolaşır, Beşer alnında son günahı taşır/Bulanık gözlerine bir sürme/Müslümansın, Hüdayı küstürme!/Bulamazsın sükunu son demden/Çıkamaz küfreden cehennemden[5]

Aksiyon, mekan değişimiyle ilerliyor gibi görünse de aslında anlatısal ilerler. Dolayısıyla oyunda “sahne dışı” saptamak mümkün. Yolcunun kulübeye gelmeden önce yaşadıkları, ormanda İhtiyarın oğlunu kurtların parçalaması ve İhtiyarın geçmişte yaşadıkları gibi… İhtiyarın neden bu kadar karamsar ve ümitsiz olduğu geçmişi, ihtiyarın kendi ağzından anlatılır.

İhtiyar: … Ben de gül bahçesinde çok gezdim/ …/İki oğlum gelince dünyaya/ Öyle daldım ki tatlı hülyaya/Sanıyordum bütün gecem gündüz/Kadınım kabre girmemişti henüz/Kalbe çok geçmeden açıldı yara/ Bir kızım doğdu, öldü az sonra/ Bu felaketle hastalandı karım/O saadet bir anda kaldı yarım/ Öldü… biçare gül yanaklı kadın/… [6]

Oyunda pek çok sembolün kullanıldığından bahsetmiştim. Bunların biri de Mehmet’in gördüğü rüyadır. Rüyada kendisini çiçekli bir tahtta görür. Bu biraz sonra öleceğinin habercisi olarak okunabilir.

Mehmet: Padişahtım deminki rüyada/ Payitahtımdı bir çiçekli ada/ Dolaşırdım seninle ben sarayı/Gözlerim istiyordu ağlamayı/Sana sordum…[7]

1936 yılında yazdığı “Hayalet” ise Türkiye Tiyatrosunda az rastlanır bir oyun yazma biçimine yaklaşır. Ibsen oyunlarında görülen aksiyonun geçmişe açılarak ilerlemesi tekniği “Hayalet”te de görülür. On yıl önce sevgilisi(hayalet) yerine şimdiki kocası Nedim’i tercih eden Nermin, on yıl sonra evlilik yıldönümlerinde sevgilisinin hayaletini görünce adım adım delirmeye başlar ve sonunda köşkün balkonundan atlayarak (on yıl önce kendisini denize atan) sevgilisi gibi, havuzda boğulur. Oyun realizm/natüralizm etkisiyle kaleme alınmıştır. Nermin’in hayaletten kaynaklandığı düşünülen bu nevrozlarının sebebini doktoru Saip açıklar. Bu nevrozların sebebi Nermin’in bir türlü yatıştıramadığı şuuraltı libidosudur. Oyunda sık sık psikanalizden bahsedilir. Bütün bu etkiler göze önüne alındığında Ozansoy’un oyununun Batı dramında Ibsen’in izini takip etmek ister gibi bir düşüncesi olduğu -ya da etkileşim diyelim- kanısına varılabilir. Bu topraklar üstünde her daim yaşanan/yaşatılan çabukluk/geç kalmışlık[8] hissinden olacak belki de Ozansoy 1916’da “Baykuş” ile Antik Yunan adaptasyonu, 1936’da ise “Hayalet” ile Klasik Batı dramının adaptasyonunu denemiş gibidir. Hayaletin geçmişten geleni çağrıştırdığı, onun sürekli istenmeyen olduğu düşünüldüğünde simgeci bir anlatımla sürekli vazgeçilmeye çalışılan bir geçmişle hayaletin eş görüldüğü fark edilebilir. Ozansoy’un bir dönem “aruz vezni” -dönemin rüzgarıyla terk edilmesi gereken bir öcü gibi görüldüğünde- yazmaya devam ettiği fakat sonrasında hece ölçüsüne geçtiğiyle “hayalet” olgusu örtüştürüldüğünde, “hayalet” Ozansoy’un hayatında da olması gereken yerde konumlanmış olur. Üstelik aruzu bir devlet politikasıyla terk ettiği düşünülürse…

Oyunun -yazarın (Saip) ağzından “psikanaliz” ve “libido” sözcüklerinin kullanılmasıyla- evet, bir yandan gerçekçi/natüralist bir tarafa yaslandığı söylenebilir. “Hayalet”, “peri kızları” ve “ay” gibi gerçeküstü unsurların kullanılması da oyunu sürreal bir çizgiye yaklaştırır. Geçmişten gelen bir hayalet, geçmişin izi, bugüne sirayet etmiş ve Nermin’i delirtmiştir. Perde bölümlemesinin olmadığı, on bir tablodan oluşan oyunun, bir prologla başlar. Ozansoy, Euipides’te hoşlanmadığı, gayri sanat gördüğü şeyi kendisi yapar. Yine de bunun tam bir prolog olduğunu söylemek haksızlık olur çünkü sahne -hayalet daha çok konuşsa da- hayalet ve o an denize atlamak üzere olan bir adam arasında geçer. Biçim olarak tam bir prolog olmasa da içerik olarak yani; birazdan olacakları seyircinin daha iyi kavrayabilmesi bakımından amaca hizmet eden bir sahnedir. Geçmişe açılış Nermin’in oğlunun okuduğu şiirle başlar. Necdet’in “deniz” üzerine okuduğu şiir babasını hayli sinirlendirir çünkü on yıl önce tam da o köşkte yaşanan faciayı hatırlatır. Biçimsel olarak bir yandan geçmişe açılan perspektif yapıyı benimseyen Ozansoy, farklı biçim denemelerine de girişmiştir. Bir kaç apartman dairesinde oturan kişileri sırasıyla konuşturmak istemiş bunun için de çözümü “ay”ın birleştiriciliğinde bulmuştur. “Ay” önce gecenin değerlendirmesini yapar ve konuklara tek tek söz verir. Sahne, tiyatronun sınırlarını zorlayabileceği ihtimaliyle dikkat çekicidir. Ozansoy oluşturduğu karakterleri Nermin’in yokluğunda diğer aile üyelerini ama özellikle Nedim’in itiraflarını kullanarak daha etkin kılar.

Nedim: Haydi sen yat…. Ben de yanındayım… Elini   bana uzat ve içinden dua et sulardan ürkenlere. Gözlerine her gece hayal gözükenlere. Masum dudaklarında uzarken bu dualar/ Uzaktan eminim ki hasta bir melek ağlar/Minimini elini bırak da avucuma/Ben de sessiz ağlayayım sen uyurken suçuma.[9]

Karakter, kendisinin yokluğunda diğer kişiler kullanılarak örülür. Bir diğer geçmişe açılma şekliyse rüyadır. Ozansoy’un üstündeki Freud’un etkileri, oyunda kullanılan psikanaliz, libido kavramları bakımından rüya gayet işlevsel bir yere sahiptir. Ozansoy durduk yere Nermin’in gördüğü bir hayal ile değil rüyası ile geçmişe gitmiştir. Denizkızları, Nermin’in ölümünün habercisi (“Baykuş”ta da var olan) köpek uluması duyulur. Ölüm öncesi bir diğer sembol ise “karanlık”tır. Nedim ve Saip sürekli gecenin ne kadar karanlık olduğunu söylerler. Nermin ise sürekli köpek ulumasından şikayet eder. “Hayalet”in çağrılarına daha fazla dayanamayan Nermin kendini balkondan atar. Havuza düşüp boğulur. Son tablo, havuzun yanında geçer. Nedim, Nermin’in ölümünden “Hayalet”i sorumlu tutsa da Saip esas suçluyu açıklar. Esas suçlu Nermin’in libidosudur.

20.yy Freud’un psikoloji alanında yaptığı pek çok yeniliğe şahitlik etmiştir. “Hayalet”i bu yenilikleri gözeterek yazan Ozansoy, “Baykuş”u ise tiyatronun kaynağı olarak gördüğü Antik Yunan oyunlarına benzer bir yapıyla kurma gayretine girmiştir. Genel olarak Batı tiyatrosu tarzı karakter inşasının az görüldüğü Türkiye tiyatrosunda Ozansoy, “Hayalet”le az rastlanan bir örnek vermiştir. Hakkında elbette ki tek bir kitabını inceleyip sadece iki oyununu okuyarak belirli yargılara varmak güç. Yine de Türkiye Tiyatrosu için pek de üstüne düşülmemiş ve incelenmeyi bekleyen bir kaynak gibi durduğu aşikar.

Bu yazı, TEB Oyun Dergisi Güz 2016, Sayı 31’de yayınlanmıştır.

*Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü Tiyatro Bölümü yüksek lisans öğrencisi

[1] Ozansoy 1916-1970 yılları arasında sekiz oyun kaleme almıştır. Ne var ki, diğer altı oyununu bulamadığım için inceleme aşamasında bu iki oyunu ile yetiniyorum.

[2] Bu etkilenmenin yazım biçimi olarak da yansıdığını söylemekte yarar var. Yazar oyun kişisinin yanına iki nokta koyup yazmaya devam etmez. Tıpkı Antik Yunan, Romantik dönem yazarları gibi kişi isimlerinin altına replikleri sıralar ve oyunu aruz vezniyle yazar.

[3] Behçet Necatigil, Beşinci Ölüm Yıldönümünde Halit Fahri Ozansoy: Ölü Denizde Tahta Parçaları Gibi Kıpırtısızdı Şiiri, (İstanbul: Taha Toros Arşivi, 1972). http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/27367/001514913006.pdf?sequence=1

[4] Halit Fahri Ozansoy, Baykuş, (İstanbul: Ünlü Kitapyurdu,?), s14.

[5] A.g.e.,s69.

[6] A.g.e.,s21.

[7] A.g.e., s28.

[8] Geç kalmışlık, Batı’ya yetişme gayreti karşısında hissedilen bir sendromdur. Bu sendromun saptaması öncelikli olarak edebiyatta yapılmıştır. Bkz: Nurdan Gürbilek, Kayı Ayna Kör Şarkı, (2004:Metis yay)

[9] A.g.e.,s48-49.

Paylaş.

Yanıtla