Güvende Olmayı Hayal Etmek…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

uc_kiz_kardes_detay[Fatma Onat’ın Halkbank Kültürsanat’ta yayınlanan Hayal Perdesi’nin “Üç Kız Kardeş” oyunu için yazdığı kritiği paylaşıyoruz.]

Roma’ya adadığı çeyrek asırlık futbol hayatını bu sezon sonu sonlandırmayı düşünen Totti, kulübü için yazdığı veda mektubunda bir anekdot da aktarır. Vaktiyle, o daha bir çocukken Milan kulübünden direktörler gelir evinin kapısına. Çoklarının baş üstünde tutup kucaklayacağı o direktörleri eli boş gönderen bir annesi vardır sonraları yıldız olacak futbolcunun. ‘Patron’ lakaplı anne, iyi bir parayı geri çevirir, çünkü ona göre Roma dururken Milan’a gitmenin hiçbir manası yoktur. Totti bu durumun çıkarımını şöyle yapar: “Hayattaki en önemli şey, evindir.”

Çoklarımız ve Popovski’nin “Üç Kız Kardeş”i için de “ev” önemli. Ama söz konusu “yanan” bir evse, dertli başı sokacak başka bir çatı arar insan kendine. Hiç kolay olmayacağını bile bile hem de. Malum, dünya başka türlü dönüyor. Gelinen noktaya baktığımızda, niyetlenen şey, evimizde, coğrafyamızda, kendi dünyamızda soluk alıp verebilmek, jübilemizi evimizde yapabilmek, ama gelelim görelim ki bu iş pek de arzulandığı gibi olmuyor. Her an “evsiz” kalmanın tedirginliğiyle yaşayanlar, çoktan evsiz kalmışların vebaliyle yüzleşmekten korkuyorlar. Söz konusu oyunumuzdaki üç kadının adımlamaya çalıştıkları yerde de bu “zorunluluk” var.

Berlin yeni bir hayat kapısı üç kadın için. Girmeye çabaladıkları, sahnesinde her oyunu oynamayı göze alacakları olası yeni yaşam alanları. Oyuncu olmaları, aktörlük yapıyor olmaları eşitlendikleri zemini yükseltmeye yetmiyor elbette. Gelinen noktada evsizlik kokusu herkesin üzerine siniyor. Yanık, acılı bir koku bu.

Bir klasiği “şimdi”nin rejisiyle ve derdiyle sahneliyor Makedon yönetmen Aleksandar Popovski. Maşa, Olga ve İrina’nın Moskova’ya gitme arzusuyla üç aktörün Berlin’e gitme umutları arasındaki duygu birliğinin yakınlığı zamanın ve koşulların mesafesini de fazlasıyla kapatıyor. Sahne tasarımı, bir “derme çatma”lık içinde. Birkaç kalasın ve muşambanın çatı olduğu korunaksızlığımızın altını çizen bir fotoğrafı var sahnenin. Önde bir mikrofon ve o mikrofondan akan tiratlar var. Bir yolcu ve bir pasaport polisinin karşılaştığı o eşik, uyarlamaya kaynak olan metin ve şimdiye imleyen vaziyet bu mikrofonun başında pek güzel kurgulanıyor oyunun ilk periyodunda. Malum, gerçeklik içinde de seyahat hakkına her an el konulabileceği endişesinin yaşandığı bu eşik, “kalecinin penaltı anındaki endişesi”nin dayanılmaz ağırlığını katlayan bir atmosfer. Oyun kişileri bu atmosferin içinde salınıyor çoğu kez.

Sesini duyurmak için sıraya girmenin gerektiği, konuştuğumuz kişinin bizi dinlemediğini bile bile kendimizi ifadeye çabaladığımız anlarla, her şeyden önce “dil”in güçlüğüyle, başka bir iletişim yönteminde ortaklaşamamanın çaresizliğiyle yüzleştirme niyetinde oyun. Fakat bu niyet ve performans arasında tutarsızlık, birinin diğerine bir beden uyumsuz geldiği bir kurguya dönüşüyor akışın devamında. Dağılmış bir hayatın, yaşanılmaz olmuş bir “ev”in dışına çıkmak arzusu kişisel alana çekildikçe etkisini kaybetmeye başlıyor. Oysa mikro olandan varılır en güçlü toplumsal perspektife. Fakat burada bu boyut oyun kişilerine yaklaşıldıkça kayboluyor gibi. Karakterlerin kendi öyküleri “Üç Kız Kardeş”in gölgesinde kalıyor belki de. Seyirci olarak anlatının katmanları arasında odaklandığımız yeri kendimizin belirliyor olması oyuna olumsuz katkı yapıyor. Avrupa’ya gitmeye çalışan üç kadının derinliğini yakalamakta güçlük çekilince oradan vazgeçip, dışına çıkıyoruz bütünün. Bir süre sonra da oyuncuların çırpınışıyla karakterlerin çırpınışı birbirine karışıyor.

Karakterler için hissettiğiniz duygular, oyunculara yönelmeye başlıyor anlatı sırasında. Oyuncular için endişelenmeye, her an sarsılıp sahneye yığılacakları duygusuna kapılıyorsunuz. Karakterlerin yaşadıklarıyla yüzleşmesi, anlatı içinde çözülmesi oyuncuları güçsüzleştiren bir alana çekiyor. Karakterin “zayıf” noktası eyleyenin gücünü tüketiyor gibi. Bunun nedeninin ne olabileceği üzerinde durmaya çalıştığınız vakit, oynanan zeminle kurulan ilişkiyi sorgular oluyorsunuz. Sanki ayaklarını bastıkları yerle anlattıkları hikâyenin zemini arasındaki koca mesafeyi kapatmakta güçlük çekiyor oyuncular. Etkili sözlerine, güçlü fiziksel varlıklarına, özel bir anlatıcılık boyutu katamıyor gibiler. “Üç Kız Kardeş”in zayıflık ve güç birliği karşıtlığı arasında sıkışmış gibi duruyorlar. Oysa onlara biraz daha yakınlaşmak, sahnenin biraz daha küçülmesini ister oluyorsunuz seyrederken. Bu “yaklaşmak” arzusu gerçek anlam barındırıyor içinde. Bu, belki de benim oyunu izlediğim fiziksel mekânın oyuna yaptığı olumsuz bir katkıydı. Bu noktada daha dar bir fiziksel alanda da seyir deneyimlemeyi ister oldum. Çünkü sahnedeki üç oyuncunun potansiyellerine ulaşamamanın verdiği bir seyir kırılganlığı yaşadığımı hissettim. Üç marifetli oyuncunun, katmanları üzerinde zarif düşünülmüş bir işin seyirciyi bu kadar dışında bırakması oyuna yapılmış bir haksızlık gibi geldi. Bu arada oyunun,  Fransa’da 50. Avignon Off Festivali programında Tiyatro Tremplin’de sahnelendiğini ve çok iyi eleştiriler aldığını da belirtmek gerek. Üç kadının “güvenli alan” arayışına ortaklık edebileceğiniz oyun, sezonun kaçırılmayacak prodüksiyonlarından biri.

Senaryo : Anton Çehov

Yönetmen : Çeviren: Ataol Behramoğlu Uyarlayan ve Yöneten: Aleksandar Popovski Dramaturji: Dubravko Mihanovic

Oyuncular : Özge Özder / Alayça Öztürk, Selin İşcan, Tuba Karabey Dış Ses: Levend Öktem, Reha Özcan, Sermet Yeşil, Sercan Gidişoğlu, Can Şıkyıldız

Paylaş.

Yanıtla