Semih Fırıncıoğlu
1970’lerin ortalarında tiyatro eleştirmeni ve profesörü Richard Gilman, The Making of Modern Drama adında bir kitap yayımlamıştı. Yapıt kısa zamanda (benim de o yıllarda yaptığım gibi) Batı tiyatrosu edebiyatı okuyanların başlıca referans kitabı oluvermişti. Modern dönemi modern gözle irdeleyen, eskimesi zor bir kitaptır ve tiyatronun uygulamasıyla ilgilenenler için de esinlendirici fikirlerle doludur.
1980’de doktora derecemi aldığımda birkaç tanıdığın önerisi ve aracılığıyla Yale Üniversitesi’nin tiyatro okulunda “özel araştırma öğrenciliği”ne başvurdum ve kabul edildim. Bu statüdeki öğrenciye bir yıllığına okulun kapılarını açıyorlar, istediğin dersleri, çalışmaları izle, üzerinde uğraştığın bir şey varsa hocalara danış, olanakları kullan diyorlardı. Richard Gilman da yıllardır o okulda söz konusu kitabında yazdıklarının dersini veriyordu.
Kayıt günü Gilman’ı bulup dersini izlemek istediğimi söyledim. “Sevinir misin, üzülür müsün bilemem ama bu yıl bir değişiklik yapıyorum, o ders yerine bütün yıl sürecek ‘Çehof’ diye bir yüksek lisans semineri vereceğim” dedi. Olsun deyip bir yıl boyunca Çehof’un ıcık cıcık incelendiği o derse girdim (Gilman dersin notlarını epeyce bir zaman sonra kitap olarak yayımladı: Chekhov’s Plays: An Opening into Eternity.)
İlk ders okulun karşısına gelen oymalı kakmalı tarihi taş binalardan birindeydi. Birtakım avlulardan geçip klasik kanepe ve koltuklarla döşeli, insana “Yale be!” dedirtecek ihtişamda bir taş odaya girdik ve dersi alacak olan bir düzine kadar yüksek lisans öğrencisini ilk kez orada gördüm: üstü başı dökülen, traşsız, ayakları sandaletli falan yirmilerinde bir güruh. Kimi yere serilmiş kimi kanepeye, kimi pencerelerin içine tünemiş, ellerinde karton kahve bardakları, yiyecekler ve tabii ki o yıllarda her yerde, her zaman içilen sigara.
Önünde sere serpe yatmaları falan bir yana, bu yeni yetmelerin bir tanesi olsun yaşını başını almış koskoca Gilman’a “Profesör Gilman” diye de hitap etmiyordu, “sör” de demiyordu, “Doktor Gilman” da, “Mister Gilman” da, hatta “Richard” da! Adama yalnızca (adının argoda terbiyesiz anlamda da kullanılan kısaltmasıyla) “Dick” diyorlardı. Ağzında sakız, eli cebinde, yerinden kalkmadan, bacak bacak üstüne atmış otururken!
İnsan ilişkilerinde “had”din başlıca kriter olduğu ülkelerden birinden, özellikle de “hocam”ların arasından geleli henüz birkaç ay olmuştu. Kaç yıl başucumdan ayırmadığım muhteşem kitabın yazarının maruz kaldığı muameleye gerçekten apışıp kalmıştım.
Sonra, yavaş yavaş, her fırsatta yere uzanıveren kızın ağzından bayağı akıllıca laflar döküldüğünü (iyi bir üniversitenin tiyatro bölümünde profesör oldu), gömleğini hep pantolonun içine soktuğu için ötekilerden farklı duran gözlüklü ve çok dağınık oğlanın Ibsen’i yemiş yutmuş olduğunu fark etmeye başladım. Benden beş, altı yaş genç bu hırpani takım benden misliyle daha okumuştu. Benim “saygısızlık” saydığım davranışlar ne derslerin bayağı yükseklerde seyreden entelektüel düzeyini etkiliyor, ne de Gilman’ın önlerine altından nasıl kalktıklarını anlayamadığım miktarda okuma materyali yığmasını engelliyordu.
Ben “Profesör Gilman” demeyi birkaç ay sürdürdüm. Bir ders öncesinde ikimiz avluda oturmuş konuşuyorduk, bana yakın zamanda Doğu Avrupa ve Akdeniz’i dolaştığını anlattı, “orada iki şeye takıldım,” dedi, “birincisi, herkesin ağzında ne olduğunu anlayamadığım bir “bilimsellik” (scientific) lafı, her söylenen illa bilimsel olmak zorunda. Yahu tiyatrodan konuşuyoruz, nesi bilimsel olacak bunun? İkincisi de, bana güzel güzel Richard diyenler üniversitede hoca olduğumu duyar duymaz ‘profesör” demeye başlıyordu, senin de yaptığın gibi. Niye bu kadar önemli bu profesörlük?” “Amerika’da ‘profesör’ üniversitede öğretmen anlamına geliyor, oralarda kıdem ve rütbe belirtiyor” deyince “iyi de, adama rütbesiyle hitap etmenin anlamı ne? Askerde miyiz?” dedi. Ondan sonra ben de Dick demeye başladım.
Gilman’ın asker benzetmesi Yale’dan dokuz ay sonra Türkiye’ye dönüp askerlik yaptığımda somut biçimde karşıma çıkıverdi: Bilinen bir şeydir, askerliğin ilk dönemlerinde ağzından kaçar, komutana “hocam” der, azar işitirsin. Benim “hocam”ı “komutanım”a çevirmem epeyce bir zaman almıştı. On sekiz aylık askerliğin sonunda baktım, bu sefer de hocam olduğu için hep “hocam” dediğim Cevat Çapan’a arada bir boş bulunup “komutanım” diyorum. O azarlamıyordu, her seferinde kahkahayı basıp “estağfurullah” diyordu.
ABD akademik dünyasını tanıdıkça doğma büyüme Amerikalı akademisyenlerin genellikle hitap konusunu pek umursamadığını öğrendim. (Malum, Amerika’da abi, abla, amca da yok, komşunun üç yaşındaki çocuğu bile bana Semih diyemese de Sammy falan diyor.) Kendilerine başına “Profesör” ya da “Doktor” konarak soyadıyla hitap edilmesini isteyen akademisyenler genellikle başka ülkelerden gelenler oluyor.
Şimdilerde Türkiye’de ilişkide olduğum gençler var. Bunlardan birlikte çalıştığım gruba yukarıdaki Yale hikayemi anlatıp bana da adımla ve “sen” diye hitap etmenizi istiyorum, şu “hocam” lafını bırakın demiştim. Ne dedikleri umurumda olduğu için değil, yapamayacaklarını tahmin ettiğim için istedim bunu: Çünkü “kültürel kod” dediğimiz olgunun hiç de öyle söylenip geçilen kuramsal havagazı olmadığını, davranış ve algımızı sürekli kontrol eden katı koşullanmalar olduğunu kavrasınlar istiyordum. Anlamsız, gereksiz, hatta zararlı olduğunu gördüğümüzde bile yakamızı bir türlü kurtaramadığımız zırvalıkların gücünü göstermek istedim.
Benim yarı yaşımdan da küçük gençler gerçekten yapmayı denediler, uğraştılar ama (tam da umduğum gibi şaşırarak) beceremediler: “Hocam, istemenize rağmen niye size bir türlü ‘sen’ diyemedik biz, nasıl bir şeydir bu ya?” lafı hala dolaşımda.