29-30 Mayıs 2010 tarihlerinde 17. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında, Piccolo Teatro ve Teatri Uniti’nin ortak yapımı, Carlo Goldoni’den Tatil Üçlemesi ismi ile sahnelenen oyun ile ilgili 3 eleştiri okudum.
1. Özgür Eren – “Bir Metafor Olarak Tatil Üçlemesi” (3 Haziran 2010-Mimesis)
2. Üstün Akmen – “Bu Örnek Carlo Goldoni’yi temsil eder mi? Tatil Üçlemesi”(6 Temmuz 2010-Evrensel-Mimesis)
3. Levent Mertoğlu – “Yazarın Temsil Edilirliği ve Oyunun Sürükleyiciliği” (9 Temmuz 2010-Mimesis)
Yazılar, önemli bulduğum bir konu üzerindeki tespitleri ile sanırım pek çok kişinin de zihninde olan sorulara cevap oluşturur gibiydi ve yararlı bir tartışma ortamını besliyordu.
Bu yazının amacı, 3 eleştiri kapsamında “yazarın ve metnin değerlendirilmesi” üzerine görüşleri özetlemek ve düşüncelerimi paylaşmaktır. Tartışmaya katkıda bulunursa sevinirim.
Konunun, “devlet eliyle tiyatro” tartışmasına da bir “dal” verdiğini düşünüyorum.
Bu arada kısa süreliğine seyirci ile buluşan gösterilerden sonra yazılan eleştirilerin işlevi üzerine bir sayfa açmak istiyorum.
Düşünürken yazmak, yazarken düşünmek keyifli ama zor bir iş. Umarım düşüncenin kanatları yazıyı da “uçurmaz”.
Tiyatroda Sahnelemeye Yaklaşım
Aslında, yazı başlıkları pek de yerinde olarak içeriği açıklamakta olsa da konuyu yazarların kelimeleri ile sunmak daha doğru olacak:
Levent Mertoğlu, “…yönetmenin oyun yazarına bağlılık sergilemek, onu temsil etmeye çalışmak gibi bir yükümlülüğü yoktur. Metni tanınmayacak hale sokma hakkına sahiptir” diyor.
Üstün Akmen, “Goldoni’nin yaşam gerçekliğinin her türlü entrikasını gösterme özelliği perdelenmişti. İnsan ilişkileri açısından erdemin, kötü alışkanlıklar üstündeki yengisinin toplum sosyolojisi açısından eğitici bir işlev gözetilerek işlenmesi hasıraltı edilmişti” diyerek yönetmenin “Goldoni’nin erdemlerinden yararlanacağı”na oyunun “Goldoni’nin istediği biçimde sunulamamasıyla ilintili” olan bir “romana geçiş duyumsaması” yarattığını belirtmiş.
Bu iki görüş sahneleme ile ilgili tartışma ekseninin iki “uç”u gibi görünüyor. Birinde sahnelemenin yazarı “temsil etmesi” diğerinde ise böyle bir zorunluluğun olmaması var.
Üstün Akmen, “Goldoni’nin istediği biçim” tanımı ile daha zor ve geniş bir konunun kapılarını aralıyor. Bu yazı kapsamında daha yalın olan ve 3 eleştiride ortak bulduğum “yazarın temsil edilmesi” üzerinde durarak diğerini başka bir yazının konusu olarak saklıyorum.
Hiç kuşkusuz her iki görüş de dünya tiyatrosunda taraftar buluyor. Bu yaklaşımlar özellikle Shakespeare oyunlarının sahnelenmesinde sık sık karşımıza çıkıyor.
Özgür Eren, “yazarın yaklaşımı ve metnin olanaklarının araştırıldığı bir tiyatro bu” diyerek sanki ortada bir duruş sergilemekte. Sahneleme, hem yazarı hem de metnin olanaklarını araştıracak. Doğal bir akıl yürütme, “araştırmanın” bir işe yaraması gerektiği sonucu ile bizi “yazarı anlatma ve anlattıklarından çıkarılanları bugüne yansıtma”ya getiriyor.
(Aynı oyuna farklı bakışlarla yazılan eleştirileri okumak da ayrı bir keyif.)
Kendi geçmişlerinin önemli tiyatro adamına duydukları saygı ve sevgi nedeniyle, Piccolo Teatro ve Teatri Uniti’nin, Goldoni’nin metin olanaklarını incelerken yakaladıkları iyimserlik dozunun ölçüsünü kaçırmalarına hak verilebilir. Zira bu çabada tarihsel bir ismin değerini dünyaya kabul ettirme niyeti var. Nesnel olmadıkları düşünülebilir. Hassasiyetleri ve sorumlulukları yanlış yapmayalım, eksik bırakmayalım titizliği ile onları başka tercihleri yapmaya sürükleyebilir. Bu nedenle onlar bu tartışmanın hemen yanı başındadır.
Belki konuya şu soruyla girmek doğru olabilir: Her tiyatro metni bugüne yansıtılabilir mi?
Bence hayır. O zaman bazı oyunları sahnelemenin amacı, yazarı ve dönemini tanıtmak olmalıdır diye düşünüyorum. Gerçi bunu gereksiz ve yararsız bulanlar da vardır ama eski diye bir şeyin “sıfırlanmasını” doğru bulmuyorum. Hatta bazı “eski”lerin oldukları gibi gösterilmesinden yanayım.
Bugüne yansıtılabilecek ipuçlarını yakaladığımız metinlerde ise yönetmenin özgürlüğü nereye kadardır?
Bu çerçeve, yönetmenin nerede ve “kim” olarak yaşadığı ve seyircisinin kim olduğu ile ilgilidir.
Dönemin koşulları gereği açıkça söylenemeyen bir gerçek, “tarihsel” bir zarf içinde ya da başka toplumlardan örnekleme yoluyla söylenmek isteniyordur ve seyirci düşünülerek metin yeniden düzenlenmiş olabilir.
Bu “yeniden düzenlenme” üzerinde durmak lazım.
“Seyirciyi düşünen” bir yönetmen kendini bir yere koymaktadır. İyi de seyirci açısından yönetmenin yetenek ve yeterliğinin ölçütü nedir ve nasıl belirlenir?
Levent Mertoğlu, dikkatimizi “geçmiş dönemde yaşamış bir yazarın günümüzün bir yönetmeni mertebesinde dıştan bakabilen ve aşkın bir bilinçliliğinin” olmamasına çekiyor. “Günümüzün yönetmeni artık o dönemin olaylarına “nereden nereye doğru gidilmiş, neyin yerini neyin almış olduğuna dair bir kavramsallaştırmaya, tarihsel analize sahip olarak bakmaktadır” derken aklımız karışıyor.
Mertoğlu’nun ifadesine (genellemesine) kısmen (zira tarihin farkında olmayan pek çok “yönetmen” var!) katılmakla birlikte günümüzün bir yönetmeni, örneğin Goldoni’nin bir oyununu, “sağlamasını/sentezini/ analizini” yapmak için mi sahneye taşımaktadır sorusu aklımıza gelmektedir. Eğer öyle olsaydı Mertoğlu’nun belirttiği, yönetmenin “metni tanınmayacak hale getirme” özgürlüğü sınırlanmış olmaz mıydı? Yönetmenin hedefi yazarı sorgulamak değilse o zaman metnin seçilişi ve “tanınmayacak hale getirilmesi” bir “hüner gösterisi”nden başka ne olabilir?
Madem “metni tanınmayacak hale getirecek” o takdirde Goldoni’yi oynamasına ne gerek var? Kendi oyununu yapsın desek yanlış mı olur?
Sizden önceki bir metni “tanınmayacak hale getirmek” bir anlamda onunla hesaplaştığınız izlenimini bırakır. Ya da kendinizi kanıtlama çabanızın da göstergesi olabilir. Gerek var mı?
Hiç kuşkusuz sanatta bir öncekinden esinlenmek olanaklıdır. Örneğin hala gündem oluşturuyor ve sizin için önemli bir konu ise sayfiye merakının bugünkü durumunu gösterirsiniz, ama kendi kelime ve karakterlerinizle. Yani kendi oyununuzu yazarak. Başkasının metni üzerine kurulan yapının temellerinin sağlamlığı üzerine düşünmek gerekir.
Yönetmenin oyunu sahnelemeye değer bulması, söyleyeceği şeyler için oyunu uygun bulması anlamına gelir. Bu sandıktan çıkarılmış eski bir elbisenin verilecek emek ile güne uygun hale getirilmesine benzer. Eski elbisenin kumaşı eprimiş, dikiş tutmayacaksa; üzerine harcanacak emek ve para arzu edilen etkiyi sağlamayacaksa neden uğraşılsın! Gider yenisini alırsınız. Hatta “eski havalı bir yeni” de olabilir pekala, “eski”nin yerini tutmasa da.
Ama siz hala “anneannemin gelinliğini giyeceğim”e takılı kalmışsanız giydiğinizin özgün haline “benzemesi” gerekmez mi?
Eski elbiselerde “sandık lekesi” arzu edilen bir şeydir ama onun da yeri ve şekli önemlidir. Bazı sandık lekelerini temizleyeceğim derken kumaşı da parçalama riskiniz vardır. Yönetmen eski bir oyundaki sandık lekesine bu açıdan da dikkat etmek zorundadır.
Ancak bu noktada, Üstün Akmen’in “yazarın erdeminden yararlanma” ile ifadesini bulan ve yönetmeni, yazarın “emireri” durumuna düşüren yaklaşımına da katılmadığımı belirtmeliyim. (Burada anlatılanı ben yazarın kişiliğinin değil, oyunuyla ortaya koyduğu erdem olarak anlıyorum.) Yazar ve oyununu öne çıkaran bu yaklaşım yönetmenin yorum hakkını sınırlamaz mı?
Özgür Eren’in altını çizdiği “yazarın yaklaşımının ve metnin olanaklarının araştırılması” akla yatkın gelen bir yaklaşım. İfade, özgün olanın korunmasını içeriyor. Ancak o noktada da yazar ve metnin aynı değerde buluşmasının olanaklı olmadığı durumlarda nasıl bir tercih yapılacağı sorusunun cevabını bulmak gerekir. Basit bir akıl yürütme, yazarın yaklaşımının metnin olanakları ile uyum içinde olduğunu düşündürtüyor ama bazı metinler bu görüşü doğrulamıyor. Yaklaşımını beğendiğiniz yazarın, olanakları dar bir metni önünüze koyduğunu görüyorsunuz, ya da tersi olabiliyor. Yani metnin olanakları geniş ama yazarın ufku sınırlı. Belki de yazar döneminde tercihini o yönde kullanmış (hiç değilse oyunda iletmek istedikleri açısından) ama zaman, metnin yeni okumalarına imkan veriyor. (Ben, örneğin Türk tiyatrosunda yazarın yaklaşımının geniş, metnin dar olduğunu düşünüyorum.)
Olanakları dar olan bir metin yeni baştan ele alınacaksa (yazılacaksa) yeni bir oyun yazılmalıdır.
Ama metin dallanmaya açık, yazarın seçtiği hedef sınırlı ise yeni bir yaklaşım oyunu renklendirebilir. O zaman metnin mağaraları deşilebilir yeni ufuklar ortaya çıkarılabilir. O da yönetmenin maharetine, birikimine ve “okuma” gücüne bağlıdır. Yönetmen, metnin içinde olmayanı ortaya çıkaramaz.
Eski oyunlardan günümüze yapılan uyarlamaların ortak ve belirgin özelliği biçimsellik üzerindeki değişikliklerdir. Bizde eski oyunların biçimsel yapısının (görselliğinin) “zamane”yi avutmayacağı; atraksiyonlarla seyircinin oyalanabileceği, çekilebileceği yaygın bir kanıdır. Uyarlamalarda en önce özgün biçim yok sayılmaktadır. Giysi, çevre değişiklikleri ile yapılan uyarlamalarda yaygınlık bunun sonucu. Galiba olayın bir bütün olduğu unutulmaktadır.
Yazarlar da bir dönemin ayrıntılı dekor ve giysi tanımlamalarını artık kullanmamaktadır. Bunun yönetmene özgürlük verdiği düşüncesi üzerinde dikkatle durmak gerek. Yazar oyununun “geniş” anlatımlı olduğuna inanmış olabilir ama bunu gösterecek olan neyi nasıl söylediğidir.
Zamanımızda eski oyunların sahnelenmesi bir “yarış” halini almaya başladı, “En özgünü”, “en farklıyı”, “en yeniyi”, “en değişiği” kim yapacak yarışı. Amaç böyle olunca sahnede sınırı zorlayan denemeler uyarlama adı altında boy göstermekte. “Boy gösteren”, yönetmen aslında. Uyarlamalar kişilerin kendilerini kanıtlama çabasına dönüştü. Öz yok oluyor biçim denemeleri yapılmış oluyor.
Önümüze konan örneklere bakarak yanlış değerlendirilen metinler, yazarlar ve de “yanlış” yönetmenler olduğunu düşünüyorum. Hiç kuşkusuz salt yazar ve metin yanında yönetmenin kapasitesi de değerlendirilmelidir. Yazar, metin ve yönetmen (yorum) bir üçgenin köşeleri ise dengenin buluşacağı yer, üçgenin ağırlık merkezidir.
Devlet Tiyatrosu
Bir Goldoni oyununu araştıran Piccolo Teatro ve Teatri Uniti’nin yaptıkları çalışmadan nasıl bir örnek çıkarabiliriz?
Ülkeler geçmişlerini araştırıp üzerinde düşünmeye başladıklarında öğrenirler ve gelişirler.
Tiyatroda araştırma, denemelerin yapılması; geçmişin öğrenilmesi ve eski/yeni oyunların sahnelenmesi önemlidir. Gişe kaygısı olmadan bunu gerçekleştirecek bir yapıya ihtiyaç vardır.
Tiyatromuzun yapılanmasında konuya daha geniş bir açıdan bakılması ve de kurumsal yapının tüm gereksinimlerin göz önüne alınarak oluşturulması gerektiği kanısındayım.
Devletin tiyatrosu olmasın/olsun tartışmalarında bu hususun akılda tutulması gerektiğini düşünüyorum.
Festival Oyunlarının Eleştirilmesi
Kısa süreliğine seyirci ile paylaşılan oyunların arkasından yazılan eleştiri yazıları neye yarar?
Oyunu görmüşlerin kendi görüşlerini uzman görüşler ile karşılaştırmasından sonuç çıkarmaya.
Bir kereliğine gündeme gelmiş konu aracılığı ile yazara ve oyuna ait kalıcı temel oluşturmaya, tartışmalara ve hatırlatmaya.
Genel tiyatro görüşlerinin tartışılmasına.
Ben kendi adıma bu tür oyunlarda, oyunun gündeme gelmesini fırsat bilip bizim tiyatromuzla ilgili yapılan ilişkilendirmeyi ve “okuma”yı tercih ediyorum.
Bu bağlamda 3 eleştiri, kafamı kurcalayan bir konu üzerinde yeniden düşünmemi sağladı.
Aynı zamanda, bizim tiyatromuzun Goldoni’ye gereken değeri neden vermediğini, Commedia dell arte geleneğinin bizdeki yansımalarına ve bizim Orta Oyunu geleneğini bir türlü diriltememiş olmamıza da “takıldım”.
Bir de “elin oğlu”, kendi yazarını pamuklar içinde taşırken ve de bir “ihraç ürünü” haline getirirken, bizim kendi bahçemizin meyvelerine aynı ilgiyi göstermemiş olmamıza hayıflandım.