İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) tarafından düzenlenen; Eczacıbaşı, Opet, Aygaz, Tüpraş ve daha bir çok sermaye, sanayi gruplarının sponsor desteğindeki İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, Bertolt Brecht’in ünlü yapıtı “Üç Kuruşluk Opera”, Berliner Ensemble tarafından, İstanbul’un lüks alışveriş merkezi olan Zorlu Center’ın Performans Sanatları Merkezinde sergilendi.
Eğmeden, bükmeden hemen söyleyelim; sanat/ tiyatro alanında çığır açmış sosyalist bir yazarın; burjuva ahlakını, kapitalizmin insanlık dışı hallerini hedefe koyduğu bir oyununun, kendisinin kurduğu tiyatro tarafından, kapitalist kurumlarca desteklenen bir festivalde, kişi başına bir asgari ücretin üçte biri kadar olan bilet fiyatlarıyla, lüks bir AVM’nin tiyatrosunda sahnelenmesi en hafif deyimle tuhaf bir durum. Ancak tuhaflıklar bu kadarla sınırlı değil.
Festivali düzenleyen vakıf, vakfın hamisi olan sponsorun her yıl kârı katlanan işletmelere sahip bir burjuva ailesi olduklarını bildiği halde, burjuva ahlakını eleştiren sosyalist düşünür ve sanatçı Brecht’in ‘’Üç Kuruşluk Opera’’ adlı oyununu festival programına dahil etmeleri de başka bir tuhaflık.
Diğer bir tuhaflık da şu olsa gerek: kapitalizmin insanlık dışı hallerini anlatan bir oyunu izleyebilmek için kapitalistlerin belirlediği fahiş fiyattan bilet almak ve esas hedef kitlesi emekçiler olan bu oyunu, burjuvaların bir günde, bir asgari ücret harcayabildikleri AVM’nin tiyatro salonunda izleyebilmek.
Brechtseverler!
Sermaye gruplarının sanat ve sanatçı hamiliği, kuşkusuz onların varlık koşulları ile ilgili bir durum. Sanatın onlarda uyandırdığı “güzel duygular”, “kendi yaşam alanlarını estetize eden” bir araca dönüşürken; sanatın ya da sanatçının üretim alan ve olanaklarını ortaya koydukları sermaye ile kendilerine bağımlı kılarlar. Bu bağımlı kılma ilişkisi içinde, bir yandan sanata hami olma payesi ile gururlanan burjuvazi, diğer yandan sınıf meşruiyetine sanat alanından da dayanak bulur. Kendi sınıfını ve kendini var eden ekonomik sistemi eleştiren, karşı duran yapıtları kendi etki alanlarında tutmak bir yanıyla onlar üzerinde kontrol olanaklarını sağlarken, diğer yanıyla sınıfsal çelişmelerin görmezden gelinmesine, toplumsal bozuklukların da sınıfsal çelişki ve çatışmaların dışında görülmesine hizmet eder.
Brecht’in, oyunlarında kıyasıya yerdiği sınıf tarafından “sahiplenilmesi” karşısında ne yazık ki bireysel itirazlar son derece az, örgütlü itirazlar da hiç yok. Aydın Çubukçu Evrensel’de, Enver Aysever kendi web sitesinde, Kemal Oruç da çeşitli web sitelerinde değerli itirazlarını yazdılar. Bildiğimiz kadarı ile başka bir itiraz yükselmediği gibi, Berliner Ensemble tarafından oynanan Brecht oyununu “ayağımıza” kadar getirtilmiş olmasını ayakta alkışlayan, vakfı ve sermaye sahibi sanatsever aileyi hürmetle selamlayan “Brechtseverlerin” sayısı da az değilmiş.
Dilencilerin Operası’ndan Üç Kuruşluk Opera’ya
B.Brecht’in Üç Kuruşluk Opera adlı oyunu ilk kez 1928 yılında sahnelenir. Bu tarih, Avrupa’nın siyasal, ekonomik, toplumsal ilerleyişi bakımından kavşak bir tarih. Birinci Paylaşım savaşı sonrası, İkinci Paylaşım savaşı öncesindeki manzarada kapitalizmin buhranlarını, insanlık dışı uygulamalarını, toplumsal çöküşleri, insani değerlerin erozyonunu, emekçi kesimlerin derinleşen yoksulluklarını, burjuvazinin servet artışlarını görürüz. Kuşkusuz bunlarla beraber toplumsal mücadeleler zemininde yeni bir dünya düzenini muştulayan farklı sanatsal ifade biçimlerini de. Bu tarihin diğer bir önemi de Bertolt Brecht’in epik tiyatroya dair kuram ve uygulama bakımından henüz tam anlamı ile olgunlaşmadığıdır. Dolayısıyla bu oyun metnine dair değerlendirmelerde bu durumun göz önüne alınması doğru olacaktır..
Oyunun hikayesi, John Gay’in 1728 tarihli The Beggars’ Opera (Dilencilerin Operası) adlı yapıtından alınmıştır. Yani oyunun hikayesi Brecht’e ait değil. Brecht bu oyunda, 1728’li yılların İngiltere’sine dair kimi toplumsal eleştirileri taşıyan bu öyküyü kullanarak, yoksulları dilendirerek para kazanan bir ‘’iş adamı’’ ve onun kızıyla evlenen bir mafyatik tipin üzerinden burjuva sınıfına ve kapitalist sisteme dair tartışmalar yürütmeye çalışmıştır.
Oyun büyük bir etki ve başarı sağlar. Oyun şarkıları son derece popüler olur, bir çok kişi ve grup tarafından seslendirilen kayıtlar piyasaya sürülür. Bir kaç sene içinde oyun on sekiz dile çevrilir. Bir çok ülkede rekor sayıda sahnelenir, sinemaya uyarlanır.
Oyunu bu denli başarılı kılan etmenleri üç maddede özetlemeye çalışırsak.
Birincisi, öykünün kimi karakter ve evrelerinin burjuva sınıfı ve kapitalist ekonomik sisteme dair eleştirilerin üretilmesi bakımından verimli bir zemine sahip olduğudur. Brecht, oyunun güncelliği konusunda şöyle der:”The Beggar’s Opera’nın günümüze sosyolojik göndermeleri eksik değildir: İki yüz yıl önce olduğu gibi bugün de, toplum katmanları, değişik şekillerde de olsa, ahlak içinde yaşamaktansa, ahlakın sırtından geçinerek yaşamak gibi bir ahlak düsturunu benimsemişlerdir.”
İkincisi, öykünün bu verimli zemini üzerinde, Brecht’in Marksizm ile yeni tanışıyor olmasının ideolojik heyecanı ile oyunu bina etmiş olmasıdır. Özellikle şarkı sözlerindeki başarıda bu durum son derece belirgindir.
Üçüncüsü, Besteci Kurt Weill’in, oyunun diyalektik örgüsüne katkı sunan, bildirileri pekiştiren, oyun dokusuna canlılık kazandıran, üst düzey melodik yapısıyla hemen akılda kalan müzikleri. Ki, oyunun müzikleri o tarihten bu yana popülerliğini hâlâ sürdürmektedir. Kuşkusuz, müziklerin başarılı olmasında Brecht şiirlerinin katkısı da bulunmaktadır. Üç Kuruşluk Opera ile, tiyatro müziğinin donmuş formlarının kırıldığı yönünde eleştirmenler arasında bir görüş birliği oluşmuştur.
Brecht, “Bir epik tiyatro denemesi” olarak yazdığı bu oyunda, “Adam Adamdır” adlı oyunu ardından Epik Tiyatro öğelerinin yerine daha oturduğu, Marksist anlayışın metin ve sahnelemede daha da belirginleştiği görülür. Üç Kuruşluk Opera’yı ‘’klasik’’ ya da ‘’popüler’’ yapan, şarkıların hemen mırıldanabilir olması ya da ilginç karakterleri değil, Epik – diyalektik tiyatronun ilk yapıtlarından biri olmasıdır.
Burjuva ya da alışılagelen tiyatro anlayışlarının dışında Bir şeyler söyleyen, söylediğinin delili, gösterdiği olan, gösterdiği şeyin yaşamda somut karşılığı bulunan, bunları yaparken de sahnede Marksist bir özenle örülen yabancılaştırma, toplumsal gestus, tarihselleştirme gibi epik öğeler arasındaki diyalektik ilişkilere seyirciyi akıl ve duygu düzlemlerinde katan yeni bir tiyatrodur bu.
O yıllarda bir eleştirmen şunu söylüyordu: ‘’Üç Kuruşluk Opera’nın, henüz doğmakta olan, olağanüstü önemli ve verimli bir sanat formunu, ilk kez sahneye getirmiş olduğunu, müzik ve tiyatro tarihçileri bir kenara yazabilirler.’’
Epik Tiyatro’da Ortodoksluk ve Marksist Kavrayış
Berliner Ensemble’nin sahnelediği oyuna dair değerlendirmeye geçmeden önce, Brecht eserlerinin, illa ki yazıldığı ya da oynandığı dönemlerdeki gibi oynanması ya da Epik – Diyalektik Tiyatro’nun kimi sahne, oyunculuk özelliklerinin sahnede kendini tekrar eden bir zikre dönüşmesi gerektiği gibi bir düşünceye sahip olmadığımızı peşinen belirtelim ki “Gelişmeye, dönüşmeye karşısınız! Ortodokssunuz!’’ denmesin.
Ancak, Brecht’in oluşturmaya gayret ettiği Epik – Diyalektik Tiyatro’yu bilim çağının tiyatrosu olarak ele aldığımızda, kastedilen bilimin deney tüpü olmadığını; tarihin, çağların, toplumların, insanın, doğanın, ekonominin diyalektik materyalist yöntemle ele alınması demek olduğunu, kalınca yazarak ve altı çizili şekilde özellikle belirtelim. Diğer bir deyişle, insana dair meseleleri Marksist bir anlayışla kavrar Epik – Diyalektik Tiyatro.
Bu kavrayışın üzerinden, sahnelemeye dair tüm araç ve gereçler oluşturulur Epik – Diyalektik Tiyatro’da. Bu kavrayış/ öz görmezden gelindiğinde, yabancılaştırma efektleri ‘’hoş’’ bir sahne buluşuna, oyunculuk seyirciye küt küt bakarak rol kesmeye, gestus da tuhaf hareketlere dönüşüverir sahne üzerinde.
‘’Post Epik’’ Üç Kuruşluk Opera
İstanbul Tiyatro Festivali’nde sergilenen Üç Kuruşluk Opera’nın; ışıltılı dekorları, stilize, yer yer grotesk ve absürde ve çoğu zaman minimalliğe sıkışan oyunculuk anlayışı, mikrofonik efekt ve sesleri, sahnede yer edinememiş “dramaturjisi”, görsel etki sağlama heyecanı, kaba kabareye teğet geçen fotoğrafik yapısı gibi epik tiyatroyu ıskalayan “parlak bir sahne gösterisi” olduğunu söyleyelim.
Berliner Ensemble’nin sergilediği oyunun, epik çizgiden ne denli ayrı düştüğüne dair örnekler verecek olursak.
Metindekinden farklı sahnelenen ön oyunda, çakma Brecht perdesi üzerindeki “ampuller” ve Sustalı Mack’in omuz dekoltesi (Niyeyse!) ile oyun karakterlerinin “görümlük” geçit törenleri, bu tasarımlarla oyun boyunca ne demeye çalışıldığını anlamaya uğraşacağımıza, anlamasak da, ışıklı dekorların hoş atmosferinde keyifli saatler yaşayacağımıza dair kuvvetli ip uçlarını veriyor.
Birinci perde, birinci sahnede, acıma duygularından para kazanan Peachum’un işletmesi için Brecht dramaturji notlarında bir noktanın altını önemle çizer ve der ki: “Oyuncular, Peachum’ın firması gibi şeyleri gösterirken, beylik olayın akışı ile çok uğraşmamalıdırlar. Ama yine de bir çevreyi değil bir süreci göstermelidirler.” Brecht’in öne çıkarılmasını istediği şey Peachum’un kapitalist işletmesinin, acıma duygusu üzerinden kâr elde eden işletmenin bu yanının üzerinde özellikle durulmasıdır. Bunun da dilencilerin tahta bacak seçmesi gibi hareketlerle desteklenmesini ister örneğin.
Anlaşılıyor ki, yönetmen Robert Wilson, işletmenin kapitalist özünü, çevreden çok süreci öne almak istememiş. Ve bu sahnede “ışıklı cisimleri” kullanarak oyunun dramaturjik alanının dışında dekoratif bir güzellik yaratmak istemiş. “Işıklı cisimler” diye yazıyoruz, çünkü bu nesnelerin ne olduğunu, neyi ifade ettiğini bilmiyoruz. Sıralı sırasız ışıklar veren, hoş görünen bu dekor parçaları arasında Peachum ve Filch’in burjuva ahlakına, kapitalizmin insanlık dışılığına ve dine dair tartışmaları ne yazık ki etkisizleşiyor. Oysa bu sahne oyunun en önemli sahnelerinden biri.
Epik Tiyatro’da kullanılan yarım perde (Brecht perdesi), sahnede olup bitenleri, dekor değişimlerini gizlemeden göstermek gibi amaçlarla kullanılırken, bu gösterimde, dekor, aksine ve “bilakis” değişimlerini gizleyen, böylelikle perde kalktığında dekorun ihtişamı ile seyirciyi büyülemeyi hedefleyen bir şekilde kullanılmış. Işık olarak da kullanılan dekorun, metnin anlam ve bildirisine katkısı tamamıyla ihmal edilip görsel cazibe yaratma çabası ile oyunu/ metni arka plana iterek sahne çalmış.
Tam burada, Brecht’in oyunlarında kullandığı perde için yazdıklarını hatırlayalım.
Çizin şu koca perdenin üstüne /Yiğit barış güvercinini kardeşim Picasso’nun /Bir tel gerin ardına ve o tele /Bildiri dağıtan işçi kadınla /Sözünden dönen Galilei’yi örtecek /Yarım perdemizi asın/Birbiriyle öpüşen iki köpüklü dalga gibi /Dalgalansınlar özgürce /Oynanan oyuna göre Kaba ketenden de olur ipekten de(…)/ Başlığını düşüreceksiniz üstüne /Oynanacak sahnenin /Yüksek de olmasın öyle Kapatmasın sahnemizi bütünüyle /Koltuğuna yaslanıp izlesin seyirci/Arkada onun için ne ustalıklar hazırlandığını /Görsün teneke kaplı bir ayın indiğini /Görsün çatı nasıl konuyor yerine /Her şeyi gösteremeseniz de /Bir şeyler gösterin işte! /Anlasınlar büyücülükle uğraşmadığınızı /Gözleriyle görsünler dostlar iş yaptığınızı
Tasarım ile tiyatroyu buluşturduğu için yönetmeni (Robert Wilson) ziyadesiyle yüceltenlerin, “tasarım ve tiyatronun buluşabilir ve buluşursa da iyi şeyler olur,” “tasavvurlarını” anlamak mümkün değil. Eğer ki tasarımı lüks bir otel lobisinin, ya da tenis kulübü yemek salonunun dekorasyonu olarak algılıyorlarsa, sahnedeki ışıkla bezenmiş dekorasyon bir hayli başarılıydı. Lakin, dekorun oyunun epik dokusuyla ilişkisi son derece bulanık kalıyor. Yine burada, Brecht’in ışıklama üzerine dediklerini hatırlarsak;
Hey ışıkçıbaşı aydınlat iyice sahnemizi!/ Biz yazarlarla oyuncular nasıl sunarız yoksa /Yarı karanlıkta dünyaya eserlerimizi? /Uyuşuk alacakaranlıklar uyutur kişiyi/ Bize bakanların gözleri açık olmalı oysa /Bırakın aydınlıkta kursunlar hayellerini!(…) /Korkma dök bütün ışığı üstümüze Görsün seyirci aydınlığı /Tıpkı Tavast toprağına oturmuş Köylü kadının öfkesi gibi kurulsun sahnemize
Brecht’in oyunlarını eğip büküp, ondan bir sahne şovu çıkarmaya çalışmak, burjuvazinin ahlakını yeren şarkıları, kıça şaplak vurup nihayetlendirerek alkış avına çıkmak, oyun ve yazarın düşünsel yapılarını görmezden gelerek görselliğe dayalı büyüleyici tablolar yaratmaya çalışmak ve bu tarz teknik cambazlıkları sahnelemenin merkezine yerleştirmek, yapılanı da; tanıtımlarda, broşürlerde, söyleşilerde Epik Tiyatro diye adlandırmak, Brecht’in bu oyunda değinmeye çalıştığı burjuva ahlakı sorununa işaret ediyor.
Unutmadan, bir de “Onur” ödülü aldı, oyunu oynayan Berliner Ensemble. Hani şu Brecht’in kurduğu tiyatro yani. Sahnesinde burjuvazi sınıfının ve kapitalist sistemin insanlığa ve dünyamıza nasıl zarar verdiğini, çıkış yolunun Sosyalizm olduğunu, seyirciyi de katarak akılcı bir tartışma içinde aktarmak isteyen Brecht’in kurduğu Berliner Ensemble’ye, festivale para koyan holdingin sahibi tarafından “takdim” edildi bu ödül.
1 Yorum
Pingback: Berliner Ensemble’den Kafkas Tebeşir Dairesi | Erkal Umut