Semih Fırıncıoğlu
Çalgılar arasında piyano kadar saldırıya uğramış başka bir çalgı yoktur. Yaklaşık yüz yıldır fırsatını yakalayan “dalıyor” bu alete.
Tecavüz çeşitleri bol: Oturup efendi gibi ya da hanım hanım tuşlara basmak yerine kolunu içine sokup telleri çekiştirmekten başlıyor, testereyle, baltayla girişmeye, metrelerce yükseğe kaldırıp yere atmaya kadar uzanıyor. Ve bunların hemen hepsi bir sanat etkinliği bağlamında yapılıyor.
Piyanonun sanat erbabını mütecavizleştiren yanı nedir?
Ahşap bir kasa üzerinde yatay biçimde gerili tellerin çekilerek ya da vurularak çalındığı kanun, santur gibi çalgıları düşünün: Orta Çağların sonlarında birileri bu çekme ve vurma işini kaldıraç temelli bir mekanizmanın gerçekleştirebileceğini akıl ediyor.
Ne işe yarıyor bu mekanizma? (1) Belirli bir düzende sıralanan kaldıraçlar (tuşlar) aracılığıyla telleri titretme işlemi daha kolaylaşıyor; (2) iki, üç değil, ona kadar ses aynı anda üretilebiliyor (her parmağı ayrı bir tuşa basarak). Ve mekanizmanın tellere vurduğu klavikord ile telleri çektiği klavsen adlı klavyeli çalgılar çıkıyor ortaya.
Klavikord ve özellikle de klavsen uzun zaman kullanılıyor. Bunların en büyük sorunu seslerinin kısık olması: oturma odasında falan duyuluyorlar ama daha büyük mekanlarda, özellikle de başka çalgılarla birlikte olunca cılız kalıyorlar. Piyanonun icatındaki başlıca hedef de bu, daha gür bir klavyeli çalgı yapabilmek oluyor. O nedenden, çalgıyı ilk akıl eden İtalyan Cristofori adına “gür-kısık” anlamında forte-piano diyor, sonra kelimeler yer değiştiriyor, piano-forte oluyor, daha sonra da forte düşüyor, piano kalıyor.
Klavyeli çalgıları kontrol eden klavyeye bir tür “uzaktan kumanda” olarak bakabiliriz. Ya da günümüzün bilgisayarlarına benzetebiliriz. Yani, çalgıcı seslere kaynaklık eden tellerle doğrudan değil, dolaylı ilişki kuruyor. Bu böyle olunca da kaynak hareketsiz, bağımsız, içinden sesler yükselen ama ne olup bittiği görülmeyen bir sandığa dönüşüyor. Ahşap olduğu ve üst sınıfların oturma odalarında bulundurulduğu için de kısa zamanda kakmalı, oymalı, boyalı mobilya kılığına bürünüyor.
Merak edip bakmış olanlar bilirler: Piyanonun içinde son derece karmaşık ve hassas ayarlar gerektiren bir mekanizma yatar. Bu mekanizmanın parçalarından yedi bin kadarı hareketlidir. Ama bütün bunlar o parlak mobilyanın içinde, gözden ırak çalışır, yanına gidip kapağını açıp bakmazsan göremezsin.
Piyano resitali dendiğinde akla gelen imgeye bir bakalım: Sahnenin ortasında üç ayak üstünde duran parlak siyah, kapağı açık, büyük bir sandık ve sandığın seyirciye göre sol başında oturan, sandığa oranla epeyce küçük kalan bir adam ya da kadın. Kuyruklu konser piyanosu (kilise orgunu saymazsak) klasik orkestra çalgıları içinde en kallavi, ağır ve pahalı olanı.
Piyanist gövdeye oranla yine oldukça küçük kalan bir klavyede ellerini gezdiriyor ama salondakiler parmak hareketlerini pek ayrıntılı izleyemiyor. Arpçinin, gitarcının, viyolonselcinin çalgısını kucaklamasına, yekvücut olmasına benzer bir durum yok. Kimi piyanist bu “show” sorununu gözlerini kapatıp başını sağa sola savurarak, kendinden geçme halleri sergileyerek, şatafatlı giysiler giyerek çözmeye çalışır ama bu pek yeterli olmaz, çünkü ellerini klavyeden, poposunu tabureden kaldırması olanaksızdır.
Parmakların hüner ve çalışmışlık gerektiren işler yaptığını ve sandığın içinde enteresan bir şeyler olup bittiğini kulağımıza gelen seslerden çıkarsayabiliyoruz, ama göremiyoruz. Çünkü piyanonun son yüz elli yıldaki biçimini ve statüsünü ve “konser” denilen toplumsal ritüeli üreten anlayış (“ideoloji” deyin isterseniz), konserin görsel değil işitsel bir ortam olduğunu dayatıyor: konuşmadan, öksürmeden, kıpırdamadan oturup salonu dolduran seslerin seni “duygular aleminde gezinti”ye çıkardığı bir ortam. Sanki çevremizde yüzlerce kişi yokmuş, sanki kim neye benziyor, ne giymiş falan diye bakmıyormuşuz, sanki piyanistin nasıl biri olduğunu kestirmeye çalışmıyormuşuz gibi.
Yani, söz gelişi, bir İngiliz aristokratın bin bir işlevsiz davranış kuralından oluşan sofra adabını görünce bazılarımızın aklına hınzırlıklar üşüştüren şeyler burada da söz konusu. Ya da örtünün, boyanın, giysinin, duvarın ardında olup biteni görme merakı ve bu merakın giderilmesini engelleyen “adab”a bir başkaldırı da diyebiliriz.
Ancak, son yüz yılda müzikle uğraşan kimi kişileri piyanoya saldırtan bir neden daha var:
Ses dediğimiz olguyu dört niteliğin bileşimi belirliyor: (1) perde (sesin do mu, fa mı olduğu, frekans), (2) gürlük (volume), (3) süre (sesin ne kadar uzadığı) ve (4) tını (titreşen cismin yapısına göre gitar sesi, kapı sesi, insan sesi, vb. olması).
Bu dört nitelik açısından baktığımızda, piyano en geniş perde yelpazesine sahip çalgı: seksen sekiz tuşlu klavye son derece kalından son derece tize kadar uzanıyor. Ve tabii, on parmağınla aynı anda on ayrı ses çıkarabilmen mümkün. Ama perdeler sabit, bir tuşun vurduğu tel hangi frekansa akort edilmişse o sesi çıkarıyor, bir sesten bitişiğindekine kayabilmek, yaylı ve üflemeli çalgılardaki gibi ara sesler kullanmak imkansız.
Piyanoyu bayağı kısık çalmak da mümkün, hatırı sayılır gürlükte çalmak da.
Süre açısından piyano, vurmalı bir çalgı olduğu için, kısıtlı: tuşa bastığınızda bir çekiç yerinden kalkıp bir tele bir kez vuruyor ve dönüp yerine oturuyor, ses de hemen sönmeye başlıyor. Yani, yaylı ya da üflemeli bir çalgıda olduğu gibi, sesi kolun dayandığı ya da nefesin yettiği kadar uzatmak mümkün değil.
Sonuncu nitelik, tını ise piyanonun en zayıf noktası: başka çalgılarda yayı, dudakları, parmakları değişik biçimlerde tutarak farklı tınılar elde edebilmek mümkünken, piyanodan yalnızca tek tip bir ses elde edilebiliyor: piyano sesi.
Özetle, piyano bir armoni çalgısı: ses bileşimlerinin formüle edilip seslendirilmesi için en elverişli çalgı. O nedenle de müzikte armoninin odak noktası olduğu dönemler piyanonun saltanat yılları oluyor.
Sonra, yirminci yüzyılın başlarında, Batı’da egemen müzik konusunda birtakım itiraz mırıltıları yükselmeye başlıyor: armoninin yapay, uydurma bir sistem olduğunu, müziğin esasının ses, sesin en önemli niteliğinin de tınısı olduğunu söylüyorlar. İnsan kulağı bir sesi duyduğunda öncelikle ne sesi olduğuna, yani tınısına odaklanır diyorlar. Müzik çağrışımlarla iletişim kurar, çağrışımları da öncelikle tını tetikler diyorlar. Yani, piyanonun en beceremediği nitelik birden modern müziğin en çok ilgilendiği alan oluveriyor.
Ve piyanodan farklı tınılar elde edebilmek hem ideolojik muhalefet göstergesi hem de çalgıyı yeni anlayışa uydurma çabası oluyor. Tabureden kalkıp koca sandığın içine dalıyorlar.
Sanatlarda arada bir “manifesto” niteliğinde işler yapılması gerekir: belirli kavramlara, uygulamalara itirazını ortaya koyabilmek, sanat dalının temellerinin sorgulanmasına ve yeniliklere yol açabilmek için. Manifestolar genellikle kurumlaşma ve tıkanmışlık hissedildiği dönemlerde ortaya çıkar. Manifesto niteliğindeki işin amacı kurumlaşacak, tekrarlanıp duracak bir örnek yaratmak değil, yenilenmeye önayak olmaktır.
Piyanoya saldırı gerek müzikte gerekse toplumsal yaşantıda piyanonun simgelediği sisteme, anlayışa bir başkaldırıdır. Ne var ki, baş dediğin bir kere, bilemedin iki kere kaldırılır, üçüncüde niye kalktığını başın kendi bile hatırlamamaya başlar. Sonuçta olay büzülür, küçülür, “piyano görünce tellerini çekiştirenler” diye etiketlenen daracık bir kesimin rutin uğraşına dönüşür.
Son durum az çok şöyle: Bir kenarda yeni kuşakların pek ilgilenmediği klasik piyano konseri ritüeli hızla seyrekleşerek devam ediyor, öbür kenarda da birkaç kişi piyanoyu tarifine aykırı kullanma eylemini tekrarlayıp duruyor. Her iki kesim de bu arada teknolojinin yepyeni çalgılar yaratmış olduğundan, yepyeni tınılarla, yepyeni kompozisyon kavramlarıyla kuşatılmış olduğumuzdan bütünüyle habersiz gibi. Bu gelişmelerde piyanoya karşı yetmiş, seksen yıl önce gerçekleştirilmiş saldırıların büyük payı var, ama son zamanlardakilerin hiç yok.