Bu yazının başlığıyla ilgili konuya girmeden önce, yakın zaman önce kaybettiğimiz, İstanbul Üniversitesi Eleştiri ve Dramaturji bölümünde yüksek lisans eğitimi aldığım dönemde hocam da olan Füsun Akatlı’nın tüm sevenlerine başsağlığı diliyor ve tiyatrocuların kullanmayı sevdiği bir deyimle ışığı bol olsun diyorum. Kendisini en son aylar önce Talimhane’de, Nedim Saban tarafından “Leyla’nın Evi” üzerine masa başı dramaturji toplantısına davet edildiğinde görmüştüm. Hasta ve yorgun olduğu belli olmasına rağmen bu toplantıya katılmasından, okuması yapılan oyun metniyle ilgili düşüncelerini aktarmasından oldukça etkilenmiştim.
Füsun Akatlı 1990’ların sonunda Mimesis dergisinin akademik bir hüviyet edinmesinde katkı ve desteğini esirgememişti; genç kuşakların önünü açmak söz konusu olduğunda, iyi niyetini ve yapıcılığını elden bırakmayan bir düşünce insanıydı. Kendisini bir köşe yazısının girişinde kısaca anmak kuşkusuz yeterli değil ve belki de biraz ters kaçıyor. Umuyorum ki, Mimesis’in 18. Sayısında, Füsun Akatlı’yı kapsamlı bir şekilde tanıtan bir bölüme yer verilecektir.
Üzüntü verici bu konudan tiyatro camiası adına tatsız bir konuya geçerken, bir bakıma aydınlıktan kararanlığa da geçmiş olacağım. Konu birkaç gün önce, dolaylı yollardan mail kutuma düşen bir açıklama ile ilgili.
Açıklama şu:
TUNCAY ÖZİNEL TİYATROSU’NDAN DUYURU
Kadıköy Belediyesi’ne karşı yapılan haksızlığı savunduğu için Tuncay Özinel’e Nedim Saban ve yandaşları tarafından yakıştırılan “Irkçı faşist köpek” karalaması ve hakareti için sanıklar 22.9.2010 günü saat 10.45’de yapılacak duruşmada Kadıköy adliyesinde hesap vereceklerdir.
O gün orada YÜZLEŞME isimli oyunda rol alan sanatçılar da şahit olarak bulunacak, şimdiye kadar etik olmaz diye açıklamadığımız bize yapılan teklif mahkeme huzurunda açıklanarak kimin “IRKÇI ve FAŞİST” olduğu belgelenecektir.
Bu birinci aşamadır. İkinci aşamada herkes halkın önünde hesap verecektir. Bunun organizasyonu da basın ve ilan yolu ile duyurulacaktır. Bu organizasyona da Tuncay Özinel Tiyatrosu’nda 30 yıl boyunca rol almış sanatçılar, yazarlar, dekoratörler ve teknik elemanlar katılacaktır.
Tekrar söylüyoruz: BİZ YAHUDİ SOYKIRIMINI ELBETTE Kİ KINIYORUZ! AMA FİLİSTİN’DE YAPILAN SOYKIRIMI DA KINIYORUZ.
Tuncay Özinel’i tanımam. Oyunlarını seyretmedim. Herhangi bir tiyatro platformunda bir araya gelme şansımız olmadı. Fakat sol kanat tiyatro insanları içinde konumlandığını, “politik tiyatro” yaptığını bilirim. Çeşitli forumlarda ve tiyatro sitelerinde yayınlanan yazılarını okuduğum oldu. Bunlardan en sonuncuları, Tiyatro Dünyası’nın forumunda başlayan, daha sonra Tiyatro Dergisi ve Tiyatrom gibi sitelere de taşan Nedim Saban’la yaşadığı polemikti.
Konu Kadıköy Belediyesi’nin Caddebostan Kültür Merkezi (CKM) ile ilgili tasarrufuna ilişkindi. Nedim Saban belediyenin tasarrufu ile ilgili eleştirel ve protest bir tavır alınmasını savunurken, Tuncay Özinel belediyenin yanında tavır aldı. Örgütlenen eleştirel ve protest tavrı boşa çıkarmak ya da en azından zayıflatmak için, tartışma konusunun dışına çıkarak Nedim Saban’la ilgili çeşitli kişisel iddialar ortaya attı ve bu noktada sert bir polemik başladı. Karşılıklı iddialar havada uçuşurken ve okur nezdinde tartışmayı anlamak giderek zorlaşırken ilginç bir olay meydana geldi: Aniden Tuncay Özinel’in ırkçı bir söylem geliştireceği tuttu ve mesele Türkiye Yahudi cemaatini işin içine sokacak şekilde, Nedim Saban’ın şahsında ve onu aşan bir çerçeve edindi.
Gelişmeler objektif olarak ve özetle bundan ibarettir. Bu noktada tiyatro camiasının ırkçılık sınavı başladı diyebiliriz. Yukarıda verdiğim “Tuncay Özinel Tiyatrosu” imzalı açıklama, dönemsel olarak ortada bırakılan, kararlı bir ırkçılık karşıtı duruşun örgütlenemediği sürecin bir sonucu olarak da okunabilir. Nedim Saban ırkçı saldırganlık konusunda tepkili duruşunu bir kenara bırakarak, bir çeşit uzlaşma da önerdi: Bu tip söylemlere bir daha başvurmayalım, bu konuda bir konsensüs oluşturalım dedi. Hatta Ankara’daki Tiyatro Kurultayı’nda, benim yazılarımda geçen “ırkçı şebeke” tespitine itiraz ederek, meselenin daha yumuşak ve dar bir çerçeve içinde ele alınması gerektiğini belirtti. Daha sonra açılan hakaret davasını duyduğumuzda ise, bu davaya siyasi bir söylemin eşlik edeceğini tahmin etmediğimiz gibi, çok büyük olasılıkla bir şey çıkmaz dedik.
Fakat mail kutuma düşen “Tuncay Özinel Tiyatrosu” imzalı açıklamadan çıkardığım sonuç şu: Evet, yeri geldiğinde, ırkçılık silahını çeker ve muhatabımızı bu şekilde susturmayı, haddini bilmesini sağlamayı deneriz. Bu da yetmezse, akıl dışı iddialarla ortaya çıkabilir ve karşımızdakini ırkçı ve faşist olmakla suçlarız.
Bu ırkçılığın “sol” bir versiyonu tabii ki: Açıkça ırkçılık yapan birisi, kestirmeden mensup olduğu ırk ya da etnik ve/veya dinsel topluluğun yüceltilmesi, diğerlerinin aşağılanması üzerinden iş görecektir. Buna karşılık ırkçılığın “sol” versiyonu, bazen dayanamayıp ırkçı önyargılarını açık etse de, örtülü ve demagojik bir söyleme başvuracaktır. Anlamak isteyen hemen anlar, ama demagoji üretimi isli puslu havalar yaratmak için bire birdir.
Tuncay Özinel Nedim Saban’la polemik yürütürken, çareyi İsrail devletinin sistemli etnik temizlik uygulamasına maruz kalan Filistin halkı adına konuşmakta, ama bunu yaparken de Yahudi karşıtı ırkçı bir söylem geliştirmekte buldu. Yani örtülü ırkçılığını aniden faş etti. Hiç kuşkusuz bilinçaltını esir almış ırkçı önyargıların kontrol dışı bir tezahürü olarak değerlendirilebilirdi bu durum. Çıkıp en azından Türkiye Yahudi cemaatinden özür dilemesi yeterli görülebilir, Nedim Saban’la polemiğine daha fazla dikkat göstererek, asıl konuya dönerek devam edebilirdi. Fakat görüldü ki dert açık, olmadı örtülü biçimiyle Yahudi karşıtı ırkçı baskıyı sürdürmek. “Tuncay Özinel Tiyatrosu” imzasıyla yayınlanan açıklamanın anlam ve önemi bundan ibarettir. Bir sürecin parçası olarak okunmalıdır.
Bana göre anlamsız olduğu belli ve sonuç alınması ihtimali hayli düşük bir hakaret davasının politik bir sunumunun yapılması, üstelik bu politik sunuma anti-faşist, anti-emperyalist sol bir elbise giydirilmesi, karşı tarafın ırkçı ve faşist olarak nitelenmesi, bu yaklaşımın sistemli bir kampanya haline getirilmek istenmesi hayli düşündürücüdür. Kişisel bir hakaret davası niçin kamuoyunu bu kadar ilgilendirsin ki?
Bunu bir çeşit Dreyfus davası yaratma / kurgulama girişimi gibi değerlendirmek mümkün. Nedim Saban Yahudi cemaati adına tiyatro yapan birisi değil. Yöneticisi olduğu TiyatroKare, bugüne kadar Türk tiyatrosuna hizmet veren bir seyir izlemiş. Fakat rahat bırakılmamış ve mensup olduğu cemaat ırkçı saldırganlık ya da imalar içerecek şekilde kendisine hatırlatılmış, bu hatırlatma yapılırken de ırkçılık silahı çekilmiş, haddini bil denilmiş. O da bilmem deyince, mesele uzayıp gitmiş.
Bu durum bana Türkiyeli Yahudi kadın yazar Beki. L. Bahar’ın yakın zaman önce okuduğum “Senyora – Grasya Nasi” adlı oyununda ele alınan bir problematiği hatırlattı. Oyunun kadın kahramanı yerleştikleri ülke kültürüne her bakımdan uyum gösterilmesini, başka türlü başlarının belaya gireceğini, Yahudi kimliğinde ısrardan doğacak felaketlerden kendilerinin sorumlu olacağını savunur. Buna karşılık ağabeyi, her ne yaparsa yapsın, kökeninin yakasına yapışacağını ve kendisine karşı kullanılacağını savunur. Sonuçta haklı çıkan, bir etnik-dinsel temizlik kampanyasında katledilecek olan ağabey olur. O zamanlar Osmanlı toprakları Yahudiler için bir kurtuluş, bir sığınak işlevi görüyor. Çünkü Osmanlı’nın dinsel ayrımcılık siyaseti var, ama yakarım, yıkarım, keserim siyaseti yok. Hatta Müslüman olmayan unsurların kendi içlerinde özerk yaşamalarına izin veren bir yapıya da sahip.
Hiç kuşkusuz bugün Yahudi toplumu ödünsüz ve tam asimilasyon -ama yine de ırkçılık silahının saklı tutulması- gibi bir uygulama ile en azından şeklen karşı karşıya değil. Bu trajedi İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bitti. Türkiye’de de iyi kötü “azınlık” haklarının mevcut olduğu ileri sürülebilir. Fakat Başbakan Erdoğan’ın, Filistin halkı için seferber olan yardım gemilerine İsrail askerlerince saldırı düzenlenmesi ve dokuz sivil insanın katledilmesinin ardından meydana gelen ve insani ortak paydada benim de onayladığım tepkiler sırasında, “Musevi cemaati devlet güvencesi altındadır” demek zorunda kalması üzerine iyi düşünmek gerekir. Demek ki haklı ve insani bir dava bile, ters sonuçlar üretip ırkçı ve intikamcı duyguların uyarılmasına, insanlık dışı sonuçlar üretilmesine hizmet edebilir. Irkçılık böyle bir beladır. Bu belanın varlığını, aynı dönemde diş gıcırdatarak “Bizim Yahudiler rahat uyuyorlar mı acaba?” diyen sıradan faşist tepkileri kulaklarımla duyduğumda derinden ürpererek hissetim.
Tuncay Özinel ve dostları mert değiller. Bastıramayıp zaman zaman faş ettikleri ırkçı önyargılarına yenik düşmekle kalmıyor, inatla pusu atmayı sürdürüyorlar. Açıkça orantısız güç kullanıyorlar. Tiyatro camiasını bir bütün olarak arkalarına alamayacaklarını biliyorlar, ama kendilerine bolca manevra alanı tahsis edildiğinin farkındalar. Bu nedenle, demagojik bir söylemle, gerçekte ırkçılığa hizmet eden bildirilerini gönül rahatlığıyla yayabiliyorlar. Nedim Saban ve “yandaşlarına” meydan okuyor ve bu işin seyircisi olmaya mahkûmsunuz diyorlar.
Bu meydan okumayı ciddiye almak gerekir mi? Yoksa rahmetli Hrant Dink’in başına bela bir çeşit küçük çaplı Kerinçsiz vakası ile mi karşı karşıyayız?
Benim düşüncem ırkçılığın her biçiminin ciddiye alınmasıdır. Taşıyıcıları her kim olursa olsun, hangi kılıkta ortaya çıkarsa çıksın ırkçılığa dur demek gerekiyor. Bu defa tiyatro camiasının içinden, bir meslektaşıyla girdiği polemikte, bir kişinin şahsında ve onu aşacak şekilde su yüzüne çıkan ırkçı söylemin kamuoyu nezdinde tekrar tekrar mahkûm edilmesi gerekiyor.
Irkçı söylemin durdurulması öncelikle kamuoyuna dönük iletişim araçlarının sorumlu kullanılmasıyla ilintilidir. Bu noktada özellikle internet ortamı kolayca kirletilebilmektedir. Açık tehditler de içeren ırkçı mesajlar, insanların özel mail kutularına kadar ulaşabilmektedir. Bu şekilde onlarca, yüzlerce mail alan yazarlar vardır. Yine, yayın organlarının dolaylı dolaysız ırkçı söylemi meşrulaştıran yaklaşımları olabilmektedir. Bu durum tiyatro alanında da yaşanabilmekte, ırkçılığı şahsi atışmaların / husumetlerin bir parçası olarak algılama hatasına düşülebilmektedir.
En önemlisi: Tiyatro alanından ırkçı söylemlerin defedilmesinin yolu, en başta tiyatro örgütlerinin bu meseleye hayati ve özel bir duyarlılık örgütlemesinden, tavır almasından geçmektedir.
Tuncay Özinel’in dostlarına şu mesajı vermek gerekiyor. Dostunuz haddini aşmış ve sevmediği, belki de nefret ettiği bir meslektaşının şahsında ve onu da aşarak Yahudi karşıtı ırkçı bir söylem geliştirmiştir. Belgeler ortada, söylenen sözler bellidir. Dileyen meselenin kısaca ve özlü bir şekilde ifade edildiği, Türkiye Tiyatrolar Birliği blogunda muhafaza edilen, 16 Kasım 2009 tarihli “Tiyatroda Irkçılığa Dur Diyoruz!” başlığı taşıyan bildiriye bir göz atabilirler. O bildiride tartışmadan alıntılanan kritik bölüm şudur:
“… beni ve tiyatromda çalışan onca tiyatro duayenini Türk halkı bu güne getirdi. Tiyatro seyircisi düzeysiz bir tiyatroyu 30 yıl yaşatmaz. Üstelik arkasında Musevi cemaati de yoksa!”
Tartışma bu noktada ve açıkça kişisel olmaktan çıkmış ve işin içine bir bütün olarak Yahudi cemaati sokulmuştu. Yine, “bir cemaat” denilerek örtülü ırkçı söylem ısrarla sürdürülmüştü. Ama artık “bir cemaat” derken neyin, kimlerin kast edildiği apaçık artık ortaya çıkmıştı.
Tuncay Özinel dava açarak şunu demeye getirdi: Ben açık, örtülü versiyonlarıyla ırkçı söylem kurarım; muhatabım bu durum karşısında hakaret içeren bir tepki gösterirse, onu bir güzel mahkûm ettiririm.
Daha önce belirttim: Muhtemelen mahkeme ortada ağır bir tahrik olduğunu, polemiğin zaten sert bir biçimde yürüdüğünü, hakaret eyleminin tekrar edilmeyip okurlardan özür dilendiğini, bu yazıların Tiyatro Dünyası forumundan kaldırıldığını vs. göz önüne alacaktır. Eksikliği ise şurada görüyorum: Nasıl oluyor da durup dururken bir cemaatin işin içine sokulması, çeşitli komplocu varsayımların nesnesi haline getirilmesi bir çeşit kendini ihbar olarak değerlendirilmiyor?
Bu noktada, dünyada izlediğim çeşitli hukuk tartışmalarında, örneğin “Düşünce özgürlüğü aynı zamanda ırkçı söylem geliştirme özgürlüğü müdür?” meselesi üzerine yazılıp çizilenler, hep şunu söylüyor: Hukuk sadece resmi hukuk değildir. Asıl önemli olan, kamusal alanda ırkçı söylemin tasfiyesini bir tercih haline getirebilmektir. Yani bilinçli bir toplumsal içtihata gerek vardır – asıl çözüm buradadır.
Tiyatro alanındaki belirsizliği ve örgütsel zafiyetleri kullanarak manevra sahamız bol olsun demeyi sürdürmek, özünde ırkçı bir dayanışma anlamına gelir. Biz “yandaşlar” insani dayanışmadan yanayız ve bunun olmazsa olmaz koşullarından birisi de, hangi kılıkta karşımıza çıkarsa çıksın, ırkçı karşıtı duruşumuzu sürdürmemiz.
Sorunun çözümünü şurada görüyorum: Ne zaman ki insanlar kişisel ve kişileri merkeze alan yargılarını bir kenara bırakır; o zaman bu tip ilkesel meselelerin talep ettiği gücü de örgütlemek mümkün hale gelir. Asgari olarak tiyatroda ırkçılığa dur demeyi bilmeliyiz.