Erkal Umut
Bir Tiyatro Oyununun “Güncelliği”
Süregelen bir tartışma konusudur: “Güncel bir olayı konu alan bir tiyatro oyunu güncelliğini yitirdiğinde, eskiye dair bir oyun olarak kalır ve güncel olmadığı için yeniden sahnelenmesi doğru olmaz.”
Güncelliğin, “şu günlerde veya bu dönemlerde geçen olay” olarak algısı, onun tarihsel ve toplumsal kaynaklarla olan ilgisinden kopartarak, dünden bugüne evirilen toplumsal özünün (benzerliklerinin değil) görmezden gelinmesi tehlikesi taşıyabilir. Bu da doğal olarak sanat ürününü gerçeklikten uzağa taşır.
Kuşkusuz, bir sanat ürünü tarihi ya da örneğin belgesel tiyatro tarzında özel bir toplumsal bir olayı ele alabilir. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak söz konusu olan, olayın – olgunun geçtiği tarih dilimi değil, olayın – olgunun hangi düşünsel – politik kavrayışla ele alındığıdır. Vasıf Öngören‘in deyişiyle “Ele alış yöntemiyle” ilgilidir.
O halde, şunu sorabiliriz: “Güncel bir olay – olgu kendi tarihsel, ekonomik, sosyal, politik ve toplumsal, sınıfsal arka planı üzerinden, onu var eden bu koşulların dinamikleri dikkate alındığında güncelliğini her daim korur mu?”
Evet, korur. Sınıflar arası çelişme ve çatışmaların sürdüğü her evrede güncelliğini korur elbette. Zengin Mutfağı adlı oyunda olduğu gibi.
Zengin Mutfağı, 70’li yılların sıcak toplumsal mücadele ortamında, bir köşkün mutfağında çalışan emekçiler arasındaki ilişkiler üzerinden sınıflar arası çelişme ve çatışmaların izlerini sürerken, sınıf tarafı olma tartışmasını epik – diyalektik yöntemle izleyicinin karşısına çıkararak “güncelliğini” koruyor.
15-16 Haziran işçi kalkışması ve 12 Mart “ara rejimine” – sistemin kendini koruma mekanizmalarını acilen yeniden kurduğu sürece- dair ansiklopedik, kronolojik detaylı bir bilgi aktarmadan, sıradan emekçilerin tutum ve tavırlarının sınıfsal çelişme ve çatışma alanlarında nasıl biçimlenebileceğini ustalıkla sergiliyor yazar Vasıf Öngören.
Epik Bir Örnek
Brecht oyunlarının, “kültürel kaynakları” bakımından bize “yabancılığı”, Vasıf Öngören’in diyalektik materyalist tutumla, coğrafyamızın kültürel ve politik renkleriyle yazdığı oyunlarda önemini yitirir ve esasın sınıfsal olduğuna dair evrensel paydaşlığı ortaya koyar. Vasıf Öngören’in sınıfsal çelişme ve çatışmaları epik – diyalektik yöntemle işlediği yapıtlar bu bakımdan Türkiye Tiyatrosu’nda önemli bir yer alır.
Vasıf Öngören bir söyleşisinde, “Sosyalist bir oyun yazarı sadece ele aldığı konunun niteliği ile değil, ele alış yöntemi ile de, bir başka oyun yazarından ayrılmak zorundadır. Yanılmıyorsam, devrimci oyun yazarlığımızın en önemli sorunu budur.” diyor.
Bu “Ele alış yöntemindeki” sorunlar günümüzde de devam ediyor. Yapanların hakkını ayrıca teslim ederek söyleyelim: sahne uygulamalarında politik niteliği ile bağdaşamayacak yöntemlerin yanı sıra, örneğin kimi ödenekli ve özel tiyatrolarda sergilenen Brecht oyunlarının diyalektik yapısının hem metinde hem sahne üzerinde budandığına rastlayabiliyoruz.
Türkiye Tiyatrosu’nda Epik – Diyalektik yöntem ile yazılmış ve sergilenmiş oyunların sayısı ne yazık ki çok değil. Kuşkusuz bu durum, tarihsel – politik seyrimiz, tiyatro eğitim kurumlarının mesafeli yaklaşımı gibi bir dizi nedenlere sahip. Ancak politik görüş olarak bu tarza yakın olduğunu bilinen kişi ve kurumların da bu konuda bir üretimsizlik içinde olduğu söylenebilir. Epik – diyalektik tiyatroyla ilgili yazılan kitapların azlığı, bir çok çevirinin yetersizliği -hatta yanlışlığı- gibi kaynağa dair sıkıntılar da söz konusu.
Diğer yandan epik – diyalektik yöntemin yaslandığı sosyalist dünya görüşünün küresel kapitalist hegemonya karşısında yaşadığı yenilgi(!) ile sosyalist dünya görüşünden kopuş yaşayarak ideolojik bulanıklığa düşen, ancak güçlü bir teatral kaynak olan epik tiyatroyu bir türlü gündeminden düşür-e-meyen kesimlerin, Epik Tiyatro’yu diyalektik düzleminden kaydırma çabalarından da söz edilebilir.
Vasıf Öngören’in oyunları bu noktada daha çok önem kazanıyor. Hele ki içinde bulunduğumuz toplumsal ve sanatsal ortam içindeki at izi – it izi karışıklığında bu tarz oyunların incelenmesi, atölyeler düzenlenmesi buradan hareketle de yeni oyunlar yapılması belki de biricik ihtiyaçlarımızdan biri olarak önümüzde duruyor.
Oyuna Metnine Dair
Oyunun konusunun bilindiğini ya da kolaylıkla ulaşılabileceğini varsayarak bir özet yazmadan, oyunun epik – diyalektik yapısı üzerine bazı noktaları yazacak olursak:
Oyunun önemli karakterlerinden Aşçı’nın sınıfsal ezberleri, olaylar karşısında dönüşüme ve değişime uğrarken, izleyiciye bu dönüşüm ve değişimin maddi temellerini aktaran yöntem, üzerinde durulması gereken önemli bir teatral pratik olarak, özellikle epik -diyalektik tiyatro üzerinde kafa yoranlar için son derece değerli bir örnektir.
Bir kaç örnek vermeye çalışırsak.
- Oyun açılışında, Aşçı, bir karar arifesinde olduğunu izleyiciye anlatırken şöyle der:
“(…) Burada kerim beyin köşkünde aşçılık yapıyorum. (…) Ama ayrılıyorum artık buradan, karar verdim. Of of ama zor geliyor, çok zor… Şimdi siz bana diyeceksiniz ki: ‘Yahu lütfü Usta 20 yıldır çalıştığın yerden ayrılmak da nereden aklına geldi, bu yaştan sonra nereye gideceksin, ne yapacaksın? ’ Doğru, haklısınız çok zor. İşte onun için bir de size danışayım dedim… Karar verdim ama gene de size danışayım dedim.(…)”
Bundan sonra -yine bazı sahne açılışlarında tekrarlanarak- Aşçı’nın doğrudan izleyiciye neredeyse bir anlatıcı olarak seslenmesiyle başlar oyun. Bu yöntem üç bakımdan önemli; birincisi, bir oyun oynandığının altı çizilir ve oyun akışında bu tekrarlanır. Oyunun dokusuna sinen, eklettik durmayan bir yabancılaştırma olarak kullanılır. İkincisi, oynanacak oyun bir anlamda tarihselleştirilir. Oyun, o an geçen bir olay değildir ve Aşçı’nın anlattığı, olmuş, yaşanmış bir olaydır. Üçüncüsü de, Aşçı’nın aldığı bu kararın nedenlerini öğrenmek üzerine ve bu kararın nasıl olması gerektiği hakkında izleyicinin düşünce yürütmesini istemektir.
Aşçı’nın gerek doğrudan izleyiciye gerekse oyun içinde söyledikleri; onun değişimini, dönüşümünü veya olaylar karşısındaki sınıfsal tutumunu – diğer epik öğelerle beraber- oyunun birer inceleme konusu yapıyor.
- İşçilerin ayaklanması, yürüyüşleri karşısında, Patronunun korkarak yurtdışına kaçmasına inanamaz Aşçı:
“ Hastir lan… Tövbe tövbe… Adamı kızdırma.. Benim patronum sizlerden, işçilerden korkup kaçacak ha (…) Moskof ihtilali mi ulan bu… Benim patronum. Pehlivan Lütfü’nün patronu korkup kaçacak ha… ”
Aşçı’nın sınıfsal aidiyet ve bilincine dair, oyunun bütününe de yansıyacak olan bir ipucu cümledir bu. Meşrulaşan üst sınıfın gücü ve bu gücün çalışanı olarak “ayrıcalıklı” hissetmenin suni hali içinde işçilerin köşkü basabileceğini düşünerek korkuya kapılır Aşçı; “antika bir piştov” ile gelenlere karşı koyabileceğini düşünürken konuşur:
“ (…) Bakarsın burayı da basarlar. (…) Sen ne anlarsın Moskof ihtilalinden! Kapına kasket assınlar da gör. İşe bak yahu… Ya beni patron zannederlerse? (Acele ceketini çıkarıp, önlüğünü giymeye çalışır) Ben patron olmadığımı anlatıncaya kadar… post gider elden… (Başlığını takar, gelenler varmış gibi) Ben aşçıyım arkadaşlar… (Durur, gelenler adına cevap verir) Ya demek Kerim beyin hizmetini gören pezevenk sensin… Bu da olmaz… Hah… Mal getirmişim (Koşarak gidip küfeyi getirir) Tamam küfeyle mal getirmiştim de… Aşçı da buralardaydı ama nereye kayboldu pezevenk acaba? (…)”
Sınıfsal aidiyet ve bilincin, patrondan yana konum aldığı bu suni hal içinde, patrona hizmetin sınıfsal bir problem olduğunun da – sezgisel de olsa- bilincindedir Aşçı. Kuşkusuz, -varsayalım ki- işçiler köşkü bastığında, onu patronun hizmetinde görmeleri mümkün değildir. Aşçı, emekçi olduğunun bile farkında değildir. Patronun yanında, onun hizmetini gören, sınıfsız biri olarak görür kendini.
- Bu sınıfsallık, Kız ve Selim üzerinden de oyunun tartışma alanına dahil edilir. Evleneceği Kız’ın, evin küçük beyinin hizmetini görmesi Selim’i kıskandırır ve “gücüne gider”. “Seni bu zengin mutfağında bırakmam” der. Polis tarafından aranan bir devrimciyi ihbar ederek, alacağı ödül parasıyla Kız’ı kurtaracağını düşünür:
“Hepsi olacak… Parayı alayım, ilk işim seni buradan çıkarmak olacak… O zengin hanım başkasını bulsun hizmetini yaptıracak… O muhallebi çocuğu da, başkasından istesin arı sütünü it oğlu it… Sen kendi mutfağında yemek pişiresin diye yaptım bu işi, kendi mutfağının hanımı ol diye, kocana hizmet et diye… ”
Bu sahnede, Selim, Kız’ın köşkün mutfağında çalışacağına kendi evinin mutfağında “hizmet” edeceğinden söz eder. Evleneceği kızı patron evinden kurtarmak değildir derdi, kendine hizmet ettirmektir. Kız için yeni patron bu sefer kocası olacaktır.
- Aşçı’nın, Selim’in köşkün sahibi tarafından himaye altına alınmasıyla duyduğu “kıskançlık” ve köşkün bahçesinde bulunan köpeklere et pişirerek besleme işine eklenen Selim’i beslemek görevi karşısında duyumsadıkları, ilerleyen sahnelerdeki olaylarla beraber ondaki sınıf aidiyeti ve bilincini kendinde tartışır duruma getirecektir.
Örnekler çoğaltılabilir…
Oyunun sahnelenmesine dair
Olayların nasıl gelişeceğinden çok, gelişen olayların içinden durumların ortaya çıkarılması, kuşkusuz epik tiyatronun çok boyutlu yabancılaştırma yapısı içerisinde dikkatli dramaturgi çalışmasını gerektirmekte.
Oyunun yönetmeni Aslı Öngören de, dramaturgi çalışmasını grup çalışmasına taşıyarak, karakterleri toplumsal- sınıfsal işlevleri üzerinden temellendiriyor. Sahne üzerinde ortaya çıkan “durumlar” bu çalışmanın ne denli başarılı olduğunu gösteriyor.
Aşçı, Kız ve Selim’in, yaşanılan olaylar karşısında değişim ve dönüşümlerinin nedenleri sahne üzerinde bir bir ortaya konuluyor. Bu değişim ve dönüşüm özellikle Aşçı Lütfü özelinde izleyicinin algısında karşılığını buluyor. İzleyici ile kurulan bu düşünsel bağ, oyunun mizahi yanları ile lezzetli bir hal alıp izleyici – sahne arasında ortak bir teatral eyleme dönüşüyor.
Oyun kişileri, karakterleri ya da psikolojik yanları üzerinden değil, toplumsal işlevleri üzerinden ele alınarak sınıfsal davranış, tavır ve değişimleri sahnede olanca görülür hale hazır geliyor. Brecht’in dediği gibi: “Hangi toplulukta olursa olsun, başkaları karşısında açığa vurduğu davranış ve eylemlere bakılarak değerlendirilir kişi (…) Yalnız var olmak yeterli değildir; bir insanın karakterini yapan onun gördüğü işlevdir. Böyle bir amaç güden oyuncu duygu ve düşüncelerin dışavurumundan çok jestler üzerinde durur.”
Oyuncuların, alt metine hizmet eden oyunculukları, canlandırdıkları karakterin ne olduğuna değil, ne yaptığına dair bir izlemeyi olanaklı kılarken, “kendini gösterme üstünden sahne performansının” aksine oyunun bildirisine hizmet eden kolektif bir anlayış beliriyor sahne üzerinde.
Oyunun, sahne trafiği bakımından zorluğu akılcı yöntemlerle izleyiciyi yormayan bir hale
getirilirken; bu akışkanlık; gıcırdayan merdiven basamağı, dışarıya açılan demir kapının sesi, dekorun dramaturgi ile örtüşen işlevi gibi ince işçiliklerle keyifli bir seyre hizmet ediyor.
Oyun metninde olmamasına rağmen, yönetmenin yazdığı sözlerle yapılan şarkıların yabancılaştırma öğesi olarak kullanılması oyunun epik – diyalektik yapısını ve anlatım olanaklarını güçlendirirken, Aşçı’nın seyirci ile konuşması dışında doğrudan izleyiciye seslenilen bölümler olarak, karakterlerin tutum – değişim – tavır gelişimlerinin altlarını çiziyor. Selim’in, rolünden soyunarak, beyaz beresi ile söylediği şarkı “Bir güvercin tedirginliği ile yaşayanları öldüren katillerin bir zamanlar bebek olduğu” haykırışını, aynı politik ortamın başka bir biçimde de varlığını sürdürebildiğine dair bir saptama olarak ayrıca övgüye değer.
Oyuncular, sağlam dramaturgi çalışması üzerinde oyunun bildirisini ustalıkla taşıyor.
Aşçı’nın şivesi ve düştüğü komik durumlar bazı sahnelerde, sahnelerin geldiği aşama karşısında tartışılabilir; Selim’in Kız’ın “hesabını göreceğinin” anlaşılması ve Selim’in bir devrimci toplantısına yapacağı baskının önlenmeye çalışıldığı sahnelerde Aşçı’nın düştüğü komik durumlar, oyun karakterlerinde gösterilmeye çalışılan dönüşüm noktalarının önüne çıkabiliyor.
Aşçı’nın son sahnede seyirciye söylediği cümlenin,
“(…) Bir fabrikanın önünde işçilerle polisler çatışmışlar ve de bizim şu kız var ya hah işte onunla Selim iti gırtlak gırtlağa döğüşüyorlar… İşte o zaman dedim ki ulan Lütfü şu kız kadar olamadın, yuh olsun senin pehlivanlığına dedim ve o an ayrılmaya karar verdim(…) ”
Yoğun bir duygusallık ile oynanması, oyunda özenli bir hat üzerinde yürüyen duygu dengesinin dışında kalıyor.
Kuşkusuz, Zengin Mutfağı adlı oyun bir kaç sayfa ile değerlendirilemeyecek kadar zengin bir oyun.
Bitirelim…
Epik – diyalektik bir tarz olarak ödenekli tiyatrolarda görmeye alışkın olmadığımız bu oyunun başarısı, yönetmenin kurmaya çalıştığı kolektif anlayışa ve Brecht tiyatrosunu bilen tanıyan biri olmasına dayanıyor. Dramaturgi, dekor, müzik, kostüm, oyunculuklar, ışık… Hepsi sahnede belirmesine gayret edilen “durumlar” için, epik bir estetik bütünlük içinde yer alıyor. Kuru bir anlatı yoluna sapmadan, yönetmenin deyişiyle “Kısık ateşte” ve olanca emekle var edilen bu oyun, ülkemizin bulunduğu şartlarda daha ne kadar oynar bilemiyoruz.
Bu yüzden, izlemek için elinizi çabuk tutun.