Mimesis Söyleşi / Semih Fırıncıoğlu ile öğrencilik yılları, sanata dair bakış açısında yaşadığı kırılmalar, Türkiye’deki yeni kurulan sanat ortamlarına dair gözlemleri ve SALT Galata’da oynanan “Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” dans tiyatrosu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Söyleşi: Ronay Bakan
Öncelikle biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Ben Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1976 yılında mezun oldum. Mezun olduktan sonra yaklaşık üç buçuk yıl boyunca Boğaziçi Üniversitesi’nde Öğrenci Faaliyetleri Amiri olarak görev yaptım. Bu yıllarda bütün kulüplerin faaliyetlerinin koordinasyonu bana aitti. 1980 yılının ortalarına kadar bu görevi yaptım. Öğrenci Faaliyetleri Binası’nı biliyorsunuzdur, orada bu işle sorumlu olan insanların geleneksel olarak yaşadığı bir oda vardı. Ben de orada kalıyordum. Öğrenci Faaliyetleri Amiri o zamanlar devamlı kampüste otururdu. Burada çalışırken İstanbul Üniversitesi’nde doktora yaptım. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde tiyatro edebiyatı alanında uzmanlaştım. Kampüsten de bir kız arkadaşım vardı. Onunla evlendik. Sonra birlikte New York’a gittik. Ben bir yıl Yale Üniversitesi’nde dramaturgi alanında doktora üstü yaptım. Ardından bir tiyatroda iş buldum ve kaldım. 33 senedir New York’ta yaşıyorum.
BOĞAZİÇİ’NDE OKUNUR AMA KULÜPLERDEN MEZUN OLUNUR
Boğaziçi Üniversitesi’nde Öğrenci Faaliyetleri Amiri olduğunuza göre öğrencilik yıllarınızdan bu yana öğrenci faaliyetlerinin içinde aktif bir şekilde yer almış olmalısınız. Bize biraz öğrencilik yıllarınızdan bahsedebilir misiniz?
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum siz beni çağırınca ben hemen dedim ki Boğaziçi Üniversitesi’yse gitmem gerekiyor. Bizim aşağı yukarı bütün çalışmalarımız burada başladı. Derler ya “Boğaziçi’nde okunur ama kulüplerden mezun olunur.” Benim için de öyle oldu. Benim girdiğim yıl okul Robert Kolej’den Boğaziçi Üniversitesi’ne geçiş yaptı. Her şey havadaydı, ne olacağı belli değildi. Kulüplerin sayısının artması ve kurumsallaşması o yıllarda başladı. O zamanlar Folklor Kulübü vardı, orada öğrencilik yıllarımın sonuna kadar çalıştım. Ayrıca kampüste şu anda Müzik Kulübü adıyla yapılan çalışmaları başlatan birkaç kişiden biriydim. O dönemde, yanlış hatırlamıyorsam 15 kulüp vardı. O zaman için de muazzam renkli bir kampüs hayatından söz ediyorum. Bu bahsettiğim Öğrenci Faaliyetleri Binası 24 saat faaldi diyebilirim. Robert Kolej’den Boğaziçi Üniversitesi’ne geçilince öğrenci sayısının zamanla artmasıyla bu kulüplerin sayıları ve faaliyetleri de artarak devam etti. O dönemlerden çok renkli simalar var ve hemen hepsi bugün çok yaratıcı işler yapan ve sanat dünyasının içinde olan insanlar. Bizim Müzik Kulübü’nden profesyonel olarak müzik işine giren çok kişi oldu. Tiyatrodan da aynı şekilde birçok insan profesyonel tiyatrocu olarak devam etti. Ben de tiyatroya burada başladım. Ben Tarsus Amerikan Koleji mezunuyum ve orada tiyatro yapabileceğim bir alan yoktu ama Boğaziçi Üniversitesi’nde direkt tiyatro işine de daldım. Müzik için de aynı şey geçerli. Benim bugünkü çıkışım bütünüyle Boğaziçi Üniversitesi’dir. Toplamda baktığımızda dokuz veya on yıl boyunca bu işlerin içinde buradaydım.
Güncel Türkiye tiyatrosundan tanıdığımız Engin Cezzar ya da Genco Erkal gibi diğer Robert Kolej mezunu oyuncularla çalışmalar yapma şansınız oldu mu kampüste geçirdiğiniz yıllarda?
Evet, Genco Erkal’la kampüsteyken çalışmalar yapmıştım ama beraber bir prodüksiyon çıkarmamıştık.
BİZİM BOĞAZİÇİ’NDEKİ KAMPÜSÜ ÇOCUKLAR SOKAKTA KURMUŞLAR
Peki, o zamanki tiyatro çalışmaları ve ortamıyla bugünü karşılaştırdığınızda ne gibi benzerlikler veya farklılıklar görüyorsunuz?
O yıllarda Türkiye’de sanat faaliyetleri iki grup tarafından yapılırdı. Ben çıktığımda manzara en azından öyleydi. Sanat bir yandan devlet memurları tarafından, devlet tiyatrosu, şehir tiyatrosu veya konservatuvarlarda yapılırdı. Diğer yandan da yabancı dille eğitim veren özel liselerden mezun olup Boğaziçi Üniversitesi, Galatasaray Lisesi gibi elit okullarda okumuş insanlar tarafından sanat yapılırdı. Biz tabii o zamanlarda eleştirilirdik bu açıdan. Haklıydılar da. Biz Boğaziçi Üniversitesi içinde çok izole çalışırdık. Okulun dışıyla hemen hemen hiçbir bağlantımız yoktu. Kendimize model olarak Avrupa veya Amerika’yı alıyorduk. Oralardaki sanat ortamını yansıtan dergileri okuyarak iş yapardık. Bir yerde Türkiye’den çok kopuktuk biz. Orası kesin. Kırk yılda bir radyodan çağırırlardı bizi, gidip radyoda program yapıp gelirdik. Kendimize model aldığımız Türkiye’yle ilgili çok bir şey yoktu.
Şimdi bu bütünüyle kaybolmuş, benim gördüğüm kadarıyla. Türkiye’de bambaşka bir manzara var sanatlarda. Birincisi, bu elit okullardan mezun olanlar, benim gözlemlerime göre artık sanatla pek ilgilenmiyorlar. Amaç, temelde iyi para kazanacak kariyer edinmek ve de özellikle yurtdışına kaçmak. Böyle bir eğilim var ve bunun sonucu olarak da büyük bir göç var şu anda. Özellikle son 4-5 yıldır New York’ta görüyorum, Türkiye’den gelen yabancı dille eğitim veren özel lise mezunlarının sayısı muazzam kabarık. Birincisi, üniversiteye giriş sınavı artık eskisi gibi değil, biz aldığımız eğitimle başarılı olamıyoruz o sınavda diyorlar. Türkiye’de okumak istesek bile doğru düzgün bir yere giremiyoruz. Onun için Amerika’da maddi imkânları da varsa okumak daha akıllıca geliyor. İkincisi de burada özel üniversiteye gitmenin parasıyla Amerika’da bir devlet üniversitesine gitmenin parası aşağı yukarı aynı. Onun için Koç, Sabancı gibi yerlere gitmek yerine Amerika’daki okullara geliyorlar.
Benim şu anda varolan sanat ortamında gördüğüm, devlet okullarından mezun, dil bilmeyen, yoksul kesimlerden gelen bir genç kesim var. Ne kadar genelleyebiliriz, sayıları ne kadardır bilmiyorum. Ben birazcık pencereden bakıp genelleme yapıyorum Türkiye’de yaşamadığım için. Bu gençlere ben “Yeldeğirmeni Ekibi” diyorum genelde. Merkezleri Kadıköy’deki Yeldeğirmeni bu çocukların. Altıyol, Yeldeğirmeni, Bahariye, Moda, orada muazzam bir sanatsal aktivite var. Metrobüs ve metro çok şey değiştirmiş buralarda. Çok ücra yerlerde oturan çocuklar bile çok çabuk bir biçimde merkeze gelip orada geç saatlere kadar bir şeyler yapıp tekrar geri dönebiliyorlar. Çok büyük bir hareketlilik var. Şehrin neredeyse %30’unun bu 20-35 yaş kuşağı olduğunu düşününce bu gençlerin nüfusunun ne kadar geniş olduğunu görebiliriz. Bunun yanısıra ben hiçbir yerde bu kadar agresif bir şekilde sanat etkinliği yapmaya çalışan insanlar görmedim. Paraları yok, para kazanmak için garsonluk gibi ıvır zıvır işler yapıyorlar. Bu da yeni bir durum, bizim zamanımızda garsonluk falan yapmak ayıptı. Annelerinizi babalarınızı üzerdiniz bu işleri yapınca. Bu çocuklarda öyle bir olay yok. Eskiden 1970 ve 1980’lerde, hala da var, Amerika’da olan şey gündüzleri garsonluk yapıp akşam sanat yapmak. Burada da aynı eğilim başlamış. Ama dediğim gibi neredeyse saldırgan bir biçimde yapıyorlar. Örneğin Yeldeğirmeni’nde birtakım mekânlar gördüm. Bir gecede üç ayrı aktiviteye ev sahipliği yapıyorlar. Saat 18.00’da bir atölye oluyor, saat 21.00’da bir konser oluyor, gece 23.00’da bir oyun oynanıyor. Böyle muazzam bir hareketlilik var. Fakat dil bilmedikleri için belki, bana bir perspektif sorunları var gibi görünüyor. Yaptıkları işin dünya genelinde nasıl bir çizgide yapıldığından haberdar değiller. Biz eskiden o perspektifin peşindeydik. Almanya’da Brecht şöyle oynanıyor, Peter Brook Londra’da şunu yapıyor diye bunları öğrenip biz de o zaman böyle yapalım derdik. Bu çocuklarda o yok. Sanki sanat faaliyeti olsun da ne olursa olsun gibi bir tavır var. Entelektüel anlamda nerede durdukları konusunda pek bir fikirleri yok benim gördüğüm kadarıyla. Birisi son derece eski moda tiyatro yapıyor. Öbürü Türk Müziği’yle ilgili bir şeyler yapıyor, diğeri saz çalıyor.
Bu konuya ben çok meraklandım açıkçası. Bu yeni kuşağı, benim oyunumda oynayan çocuklar kanalıyla fark ettim ve onların arasına bu kanaldan girmeye çalışıyorum. Bu ekibin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Şu ana kadar gördüklerimden anladığım birincisi bunların yurtdışına gitme, Türkiye’den kaçma olanağı yok. Onun için burada kendilerine bir tür alternatif yaşam kurmaya çalışıyorlar. Bir sloganları da var: “Başka bir dünya mümkün.” Bir bakıma bizim Boğaziçi’ndeki kampüsü, kampüs olanağı olmayan çocuklar sokakta kurmuşlar gibi bir duygu geldi bana. Birkaç arkadaşıma söyledim, “haklısın.” dediler. Bunun dışında bu yeni yaşama dair bir adanmışlık da var. Ben bunu agresiflik olarak görüyorum, neredeyse ölümüne sanat yapma gibi bir agresiflik var orada. Ayrıca bu gençlerin siyasetle de ilgileri yok. Ne oluyor ne bitiyor ilgilenmiyorlar. O tavrın da altında ne var, onu da anlayamadım ben. Bu toplumun o taraflarına dokunmak istemiyoruz, biz dışarıda kalmak istiyoruz gibi bir durum var. Şimdi sanat okullarında okuyanlar için de durum benzer bir şekilde geçmişe göre değişmiş. Örneğin, Mimar Sinan Üniversitesi’nin Modern Dans bölümünü biliyorum. Eskiden o Modern Dans bölümüne hali vakti yerinde ailelerin, küçükken bale dersi almış kızları girerdi. O durum değişti. Tip olarak da yaklaşım olarak da farklı, yepyeni bir kesim var ortada ve çok iyiler. Bunun bir handikap olduğunu söylemiyorum, tam tersine bu muazzam bir farklılık yaratıyor. Yepyeni bedenler görüyorsun orada ve bu çocuklar bir şekilde Avrupa’ya girebilseler muazzam bir talep olur. Örneğin Avrupa’daki dans şimdi Kuzey Afrikalıları çok kullanıyor çünkü farklılar, bedenler farklı. Bu tabii dansın da değişmesine neden oluyor. Kısacası çok dinamik bir ortam var.
TİYATROCUYUM AMA DANSÇILARLA ÇALIŞMAYI TERCİH EDİYORUM
Geçtiğimiz Ekim ayı boyunca siz de Türkiye’de “Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” dans tiyatrosuyla bu sanat ortamının birebir içinde bulundunuz, İstanbul’daki genç sanatçılarla tanıştınız. Belki biraz bu deneyiminizden bahsedebilirsiniz? Bu proje nasıl ortaya çıktı, nelere dikkat çekmek istedi?
“Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” SALT Galata’da oynandı. SALT’ın başında Vasıf Kortun diye birisi vardır. Kendisi benim dönemimden Boğaziçi Üniversitesi mezunu. Boğaziçi Üniversitesi’nden sonra Amerika’da da birlikteydik. Benim yaptığım işleri en yakından izlemiş kişilerden biridir Vasıf. Geçen yıl “Gelip bu binada bir şey yapmak ister misin?” dedi. Bunun üzerine ben de binayı dolaştım. Orada bir mekân çok ilgimi çekti. Dört kapı ve iki büyük pencereden oluşan bir duvarı olan ve bunların hepsi de binanın ortasına bakan absürt bir mekan. Bu mekanın arkasında da bir koridor var. Mekanın iç kısmı bana müthiş bir teatraliteyle oynama imkanı verdi. İç dış mekan, görünmek görünmemek gibi şeyler üzerine düşünme imkanı sağladı, o mekan için bir şeyler tasarlamaya başladım. Bunun dışında ben Türkiye’ye gelişlerimde yılda bir kez Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Modern Dans bölümünde seminer veriyordum. Oradan tanıdığım bazı çocuklar vardı. Onları bu projeye dahil edeyim dedim. Ben tiyatrocuyum ama dansçılarla çalışmayı tercih ediyorum. Bu projeyle daha önce benim de hiç görmediğim ve yapmadığım bir format denedim. Bir deneme işiydi bu ve oldu. Hayretler içinde kaldım ben de. İkinci hayret konusu da bu birlikte çalıştığım çocukların bu kadar görülmemiş, hiç rastlamadıkları bir formata bu kadar açık olmaları ve benimle birlikte düşünmeye çalışmalarıydı. Çok mükemmel çalıştık çocuklarla, çok sahiplendiler işi. Bu, projenin en pozitif tarafı benim açımdan.
Yaptığımsa şu: Ben tiyatro okudum, tiyatro edebiyatı, drama okudum. Yönetmenlik yaptım bildiğimiz türden tiyatrolarda bir süre. Ondan sonra o iş gözümden düştü benim. Orada aklıma yatmayan bir şey oldu. Özellikle şu metinli tiyatro dediğimiz olayın tiyatro olmadığına karar verdim. Yale Üniversitesi’ndeyken buna karar verdim, metnin aslında edebiyat olduğuna karar verdim, tiyatro değil. Edebiyat bambaşka bir gerçekliği olan bir sanat etkinliği. Edebiyatın tiyatro üzerinde bir hükümranlığı var. Bir insanın hiç de teatral olmayan bir ortamda planladığı, yarattığı bir tarifname üzerinden canlı oyun yapılıyor tiyatro salonlarında. Tiyatro dediğimiz aslında falanca akşam saat 20.00’da başlayıp 21.00’da biten bir olay ve bu canlı bir iletişim ortamı. Arada bir kağıt, tuval gibi bir aracı yok. Direkt insan insana yapılan bir iş. O ortamı o ortama ait olmayan birinin veya gerçekliğin tanımlamasına itiraz ediyorum ben. O bağlamda karakter canlandırmak, rol yapmak gibi bildiğimiz, standart tiyatro uygulamalarından da hiç hazzetmiyorum artık. O açıdan mesela dansçılarla çalışmak çok daha işime geliyor. Devamlı şu örneği veriyorum, aktöre şuradan şuraya yürü dediğin zaman şuradan şuraya yürüyen bir insanı oynuyor eğitimi ve işi gereği. Ama dansçıya şuradan şuraya yürü dediğin zaman o mekan içinde bedenini oradan öbür tarafa götürüyor. Dansçının kafasına enteresan bir şapka giydirseniz o şapkanın şapkalığı çok belirgin bir biçimde çıkıyor. Öbürüne giydirdiğinizdeyse kostüm oluyor. Ben dansçılarla çalışmayı tercih ediyorum bu sebepten. Benimle “Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası”nda çalışan çocuklardan da beşi dansçı biri oyuncuydu.
TÜRKİYE’DE GERÇEKÇİ TİYATRO TAM BİR AFYON
Edebiyatın tiyatro üzerinde kurduğu hükümranlıktan bahsettiniz. Bunu biraz daha açar mısınız? Bu bakış açısıyla kurguladığınız “Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” seyircilerinden ne gibi tepkiler aldınız?
Ben dediğim gibi edebiyatın tiyatro üzerinde kurduğu bütün kuralları ve egemenliği reddediyorum. Bu kurallardan biri de bütünlük kavramı. Örneğin, gerçekçi oyunlar dediğimizde Henrik Ibsen geliyor akla. Ibsen’in oyunlarına baktığımızda başı sonu belli, belirli bir ana teması var, fazlası yok, eksiği yok. Seyirciye bir mesaj iletiyor. Giriş, gelişme, sonuç bölümü var. Bu gerçekçi değil bence. Hayat böyle çalışmıyor. Bence absürt. Gerçekçi dediğimiz yapıt gerçekliğe aykırı, olmasını arzuladığımız bir dünya yaratıyor, kandırmaca. Buna karşılık örneğin Samuel Beckett çok daha gerçekçi. Beckett’in oyunlarına absürt denir mesela, benim için tam tersi. Hayat öyle mantıklı çalışan bir şey değil. Hele İstanbul şehrinde, Türkiye’de gerçekçi tiyatro dediğimiz şey tam bir afyon ya da antidepresan etkisi yaratıyor. Ben bunu reddediyorum.
Bu oyuna başlarken ben kendime bir liste yaptım, kesinlikle yapmak istemediğim şeyleri sıraladım. Listeye “eklektiklikten korkma” yazdım. Ne kadar eklektik olursa olsun, önemli değil. Çünkü insanlar bu eklektikliği kaldırabiliyorlar artık. Facebook’a bakın. Facebook’taki mesajları yan yana koyun, aralarındaki ilgiye bakın, göremezsiniz. Artık beyinlerimiz çok daha toleranslı bu tip şeylere. İkincisi “aktör kullanma” ve “rol yapmasınlar” dedim. “Öykü anlatmaktan uzak dur.” diye de ekledim. Öykü anlatmaksa niyetin, çık sahneye anlat. Bunu dolaylı yollarla anlatmanın bir anlamı yok. Bir başka listedeyse “öykü yok, tema yok, peki nasıl bir arada tutacaksın birimlerini?” ve “eklektik birimler ama ne bunları bir arada tutacak?” gibi soruları sordum kendime. Bu soruları sorduğumda ben yanıtları genellikle sirk ve vodvilde arıyorum.
Kendini ayakta tutabilen gösteri formatı olarak özellikle vodvilden ben çok etkilendim. Vodvil çok ilgisiz şeyleri bir araya getirir ama bir iki saat boyunca seyircinin ilgisini kendinde toplar. Bir de vodvilde belli bir belirsizlik olur her zaman için. “Film noir” da neredeyse vodvil prensipleriyle çalışan bir biçim. Benim yaptığım işe resimdeki kolaj prensipleriyle bir araya getirilmiş ögeler olarak da bakabiliriz. İki tür kolaj vardır biliyorsunuz. Birincisi figüratif kolaj, yani kendi başına bir çağrışımı olmayan kolaj. Söz gelimi kırmızı kağıt, beyaz kağıt, sarı kağıdı değişik biçimlerde kesip yan yana getiriyorlar ve toplama bir resim ortaya çıkıyor. Bu teatral, yani zamansal sanatlarda kullanılabilecek bir şey değil. Yine de kullanılmak istense bunun en yakınına düşebilecek olan baledir. Baleye baktığınızda 1., 5. ve 15. dakikalarında pek bir fark yoktur tıpkı figüratif kolaj gibi. Ama bir de kesip yapıştırma kolajlar vardır. Gazeteden kesersin, dergiden kesersin hatta birtakım nesneler bulursun ve hepsini yan yana getirirsin. Zamanın kontrolünün izleyicide olduğu bir zaman çizgisi yaratırsın orada. O tip bir kolajda önce toplamına bakarsın, ondan sonra bir köşeden başlayıp geçişleri tek tek takip edersin. Böylece teatraliteyi yakalıyorsun. Zaman çizgisini yakalıyorsun. Benim yaptığım iş kolaj olarak nitelendirilebilir. Zamansal kolaj denilebilir. Pekiyi, bu birimlerin bir ortak yanı var mı ya da tematik hiç mi bir yanı yok derseniz de aslında var. O da çok kasıtlı olmasa bile benim kişi olarak birtakım düşüncülerimin, inançlarımın olmasından kaynaklanıyor. Onlar belirliyor tabii seçtiğim şeyleri. Örneğin, metin kullanıyorum oyunda ama bu oyun metni değil. Okutuyorum bu metinleri ama ezberletmek için değil. Ezberledikleri anda karaktere giriyorlar.
TÜRKİYE’YE BAKTIĞIMDA KADIN SORUNU ÇOK CİDDİ BİR SORUN
Benim için dünyadaki en önemli metin İncil’in Eski Ahit bölümü. Çünkü şimdiye kadar en eski ve en çok okunmuş metin dünyada o ve dünyanın her yerinde toplumsal yapının şablonunu görebildiğiniz birtakım ögeler barındırıyor. Oturup analiz ettiğiniz anda aşağı yukarı bugünü, iyisiyle kötüsüyle toplumsal yaşantının temellerini görebiliyorsunuz orada. Yığınla hikaye var orada. Ben oradan hangi hikayeyi alayım diye baktığımda iki hikaye aldım mesela bu oyun için. İkisi de kadınla ilgili. Tevrat’ta kadına yönelik bakış açısını yansıtıyor bu metinler. Bunun dışında ticaretle ilgili hikayeler de var. Savaşla, vahşetle ilgili de var. Ama ben Türkiye’ye baktığımda, kadın sorunu benim için çok ciddi bir sorun. Benim çocukluğum Doğu’da geçti, orada büyüdüm. Gençliğimse Güney’de. Benim için çok önemli bir olay kadın sorunu. Hayatımda, ailemde, çevremde gördüğüm olaylardan ötürü, kadın konusu burada çözülmesi şart bir sorun olarak görünüyor bana. Örneğin, Tevrat’tan aldığım hikayelerden birinin üzerinde çalışırken çocuklardan biri bunu nereden aldığımı ve bu hikayeyle ne anlatmak istediğimi sordu ve kendi tahmini olarak da bu metnin Şanlıurfa dolaylarında geçmiş bir olayla ilgili bir gazete haberi olabileceğini düşündüğünü söyledi. Hikaye kayınbabasından hamile kalan bir kadının hikayesi. Bu Tevrat’tan alınmış, Yaradılış 38. öykü. Bunu söylediğimde çocuk inanamadı. Tıpatıp bugün yaşananlara benzediğini söyledi ama aslında 4 bin yıllık metinler bunlar. Oyunda bunun dışında başka metinler de var bir iki tane. Aşağı yukarı hepsi kadının durumunu bir bakıma konu edinen hikayeler. Bunları birebir okutuyorum oyunda. Örneğin oyundaki kızlardan biri okuyor bu metinlerden birini.Peki nereden okuyacak bu metni? Oradan başladığınız anda iş birikmeye başlıyor. Tevrat’ın Tamar hikayesini alıp son derece basitleştirip anonimleştirdim. Kadın, erkek, isim geçmeyen metni oyunda bir kadına okutuyorum. Erkek yerine kadının bu metni okuması bile bir defa olayı enteresanlaştırıyor. Nereden okuyor bunu? Kalp biçiminde kesilmiş hatıra defteri gibi bir defterden okuyor. Onu okurken üstüne şık bir elbise, altına da yüksek topuklu bir ayakkabı giyiyor. Yani güçlü gözüktüğüne inandığı görüntüde okuyor metni. Fakat okuduğu metin tamamen kadının alınıp satılması ve insanların kadın uğruna birbirini kesmesiyle ilgili. Mal, öküz, eşek ve kadın diye geçen hikayelerden söz ediyoruz. Buradan devam ediyor akış. Başka bir öykü okunurken bir kız yanındaki küçük çantanın içinden Amerika’daki sihirbazların kullandıkları bir sopayı çıkarıyor yavaş yavaş. Bütünüyle fallik bir imge fakat esprisi çok küçük bir kutudan sekiz feet uzunluğunda bir sopa çıkıyor olması. Hikaye boyunca bu sopa çantanın içinden yavaş yavaş çıkıyor. Dediğim gibi bu fallik bir simge ama kimsenin gözüne sokmadan o kadarcık bir şey yapıyoruz ve bitiyor olay. Ardından başka bir şey geliyor, öncesindeki olayla ilgisi var mı yok mu bilemiyorum, metaforlarım hep açık. Herkes de kafasına göre yorumluyor ne olduğunu. Birbirine bağlamaya çalışıyor. 70 dakika sürüyor oyun ve hiçbir bütünlük kaygısı olmamasına rağmen şimdiye kadar hiçbir oyunumda görmediğim kadar dikkatli izleniyor. Neyin ardından neyin geleceğini seyirciler çok çok dikkatli bir şekilde izliyorlar. Oyun bittiğinde de kimse yerinden kalkmıyor. Çıktıktan sonra da hemen aralarında konuşmaya başlıyorlar. Evlerine gidip sosyal medyaya yazmaya başlıyorlar. Biliyorsunuz sosyal medya da enteresan bir boyut kazandı. Eskiden bir eleştiri yazısı, dergiler falan olurdu. Artık her şey Facebook vs. üzerinden gidiyor. Bizim oyun için de sosyal medyayla anında seyirci sayısı çok yükseldi kimi nereye oturtacağımızı bilemedik.
Son olarak oyunun sonuna dair bir şey anlatmak istiyorum. Oyunun sonunda Maximilien Robespierre’in Konvansiyon konuşmalarından esinlenip yazdığım bir metin var. Tamamıyla siyasi ögeleri kullanan bir metin. Biz elimizdekileri havadan bulmadık, bunlar için çarpıştık, kan döktük ve bunları kimseye kaptırmayız, gerekirse bunları savunmayı biliriz diye giden bir metin. Bunu okuyan kız, hamasi bir müzik eşliğinde okuyor mikrofona bağıra bağıra. O müzik de olabilecek en klişe müzik. Lokal bir ışık altında bir sandığın üstüne çıkıp önündeki mikrofona bağırarak elindeki iki büyük kağıdı adeta bir prompter gibi kullanarak metni okumaya başlıyor. Bu kağıtları dalgalandırıyor. Sonra çocuklardan başka biri de bir saç kurutma makinası alıyor ve alttan kızın saçlarını uçuruyor, izleyicinin gözü önünde. O metni okurken saçlar uçuşmaya başlıyor. Tam böyle Fransız Devrimi klişeleri gibi bir sahne düşünün. Fakat seyircilerden bazıları bu sahneye ağlıyor. Aslına bakarsanız saçmasapan bir metin, bu metin okunurken saç kurutma makinasıyla kızın saçları uçuş uçuş, ona rağmen gözyaşlarını tutamıyor insanlar.
Oyunun açıklamasında New York metrosundan ilham aldığınız yazıyor. New York metrosu izlenimleriniz ne şekilde oyuna yansıdı?
O kadar çok şey oluyor ki New York metrosunda. Ben kafamda bir fikir varsa, bunu nereye götürsem diye düşündüğümde kalkıp bir veya iki saat bir yerlere gidiyorum metroyla. Metroda çözümü hemen bulabiliyorum. New York metrosu benim en büyük ilham kaynağım. Mesela birkaç ay önce bir ayakkabı işi vardı. Yüksek topuklu ayakkabıyla bir şey yapabilir miyiz diye bir soru vardı aklımda. Metroya bindim, baktım inanılmaz uzun bir kadın ve yine inanılmaz yüksek topuklu ayakkabılar… Oradan aklıma elevasyon kullanma fikri geldi. New York metrosu öyledir, günlük hayatta karşılaştığım her kişi, her olay malzememe kaynaklık eder.
Daha sonrası için Türkiye’de başka bir proje olacak mı?
Bilmiyorum. Ben sanat yapmak için çok ideal bir noktadayım şu anda. Yaşım 64 oldu. Ekmeğimi uzun zamandır başka işlerden kazanıyorum ve sanattan hiçbir maddi beklentim yok. Yani enteresan bir fikrim olmazsa zaten yapmak için hiçbir gereksinim duymuyorum. Özgürce sanat denemeleri yapmak için ideal bir durumdayım yani. Bu oyun burada bitmesin arkası gelsin diyen bir sürü insan var. Nasıl gelecek, nasıl yapılır, kim ne öneriyor bilemiyorum şu anda.
Ronay Bakan / Mimesis Söyleşi
2 yorum
haberdar olmak
semih fırıncıoğluyla çalışmayı isterdim