İğneyi Kendine Çuvaldızı Hangi Birine?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

yetonTiyatro sahnesinde, bin bir hikâye taşınır seyirciye, kimi dönemler öncesi, kimi çağlar ötesi, kimi ise gerçeğin ta kendisi. Tüm hikâyeleri de anlatım biçimiyle, tiyatro diliyle bir bütünü yansıtan sahne estetiğinde başarı sağlamış ise sever seyirci. Çünkü seyirci hikâye dinlemeyi sever, yeter ki anlatanlar güzel anlatmasını bilsin! Tiyatro tüm bu konu zenginliği içinde hele kendini anlatıyorsa, kendi sorunlarını, kendi çelişkilerini, işte o zaman katmerlenir hikâye, seyirci için, izlemesi daha cazip, ironisi daha yüksek güzel oyunlar ortaya çıkabilir.

Henüz 1977 doğumlu Arnavut asıllı Kosovalı yazar Yeton Neziray Kosova Tiyatrosu’ndan Bir Kuş Uçtu oyununda bunu açıkça gösteriyor. Yazarın Köprü, Liza Uyuyor gibi başka oyunları  da bulunmakta. Fakat son oyunu Kosova Tiyatrosu’ndan Bir Kuş Uçtu, tiyatroyu özellikle de ödenekli tiyatroyu ve sorunlarını ironik ve mizahi dille ortaya çıkaran çok başarılı bir yapıt. Oyun her noktasında tiyatronun ve sistemin ilişkisini o kadar çok yönlü yansıtıyor ki oyunu irdelemek için oyuna yakından bakmak gerekiyor.

Tiyatro’nun Godot’u!

Yönetmen, Kadın oyuncu Rosie, erkek oyuncu Dilo, teknisyen James ve Bakan sekreteri arasında geçen oyun, Kosova Devlet Tiyatrosu’nun sahnesinde geçmektedir.

Oyun; oyuncu Rosie’nin “olup bitenleri anlatacağım” demesiyle başlar Ocak ayı’nın soğuk bir gününde, Kosova Devlet Tiyatrosu oyuncuları, Beckett’in başyapıtı Godot’u Beklerken’in provasını yapmaktadır. Başlarında kafası karmaşık bir yönetmen, öyle ki sahnenin teknik görevlisi James bile oyun konusunda bir fikre sahipken, büyük yönetmen gergin ve kafası darmadağın vaziyettedir. Zaten dört aydır ödenmeyen maaşlar ve yanmayan kaloriferlerle hazin bir hali vardır devlet tiyatrosunun. Bekledikleri Godot o an ödenecek maaşları mıdır, yoksa alkolik olan Dilo’nun beklediği bir rakı mı, Rosie’nin beklediği bir Broadway teklifi mi? Yoksa Godot yerine gelen Başbakan Sekreterinin söylediği Bağımsızlık haberi mi? Yazar seçtiği oyunla bile duruma pek çok ironi getirmiş, farklı açılardan görebilme imkanı sağlamıştır. Godot yerine Bakan Sekreteri gelmiştir ve vermeye mi almaya mı geldiği biraz karmaşıktır.

“Rosie- Sekreter bey, bizi ziyaret etmeniz çok iyi oldu. Böylece bizim ne kadar kötü şartlar altında çalıştığımızı da gördünüz! Ocaktayız ve biz hala ekim ayı maaşını alamadık.

Yönetmen- Rosie, sigara arası demiştim.

Bakan Sekreteri- Arkadaşlar, ben de işte bunun için buradayım. Sanatçılarımızın karşılaştıkları zorlukları yakından görmek için.

Rosie- Biz bu sözlerden bıktık artık. Maaşımızı verin, daha da  bekletmeyin. Yoksa hükümet binasının önüne gidip çırılçıplak soyunacağım. Sizin dikkatinizi çekmenin tek yolu bu galiba.

Bakan Sekreteri- Siz sanatçılar şikâyet ederken bile çok çekicisiniz.” (Neziray, 2014, s. 46-47)

Bakan Sekreteri’nin gelmesiyle, Godot anlam değiştirir. Artık Godot’un ne olduğu devlet eliyle belirlenmiştir: Godot; Kosova’nın bağımsızlığıdır! Ve bu bağımsızlık her gün her an gelebilir ve devletin tiyatrosunun görevi bu ne zaman geleceği belirsiz bağımsızlığı bir övgü ve zafer oyunuyla karşılamaktır. Oyunun sonu da devletin hassas elleri ve biraz da dalkavukluktan medet uman, kraldan çok kralcı Bakan Sekreteri tarafından bizzat belirlenmiştir. Başbakan’ın meclisteki bağımsızlık konuşması… Bu konuşma da bir Godot’tur. Ne zaman geleceği,  ne olacağı belli değildir ve gösteri günü ele geçecektir. Artık devlet, tiyatroyu  ödeneğini karşıladığı ve bu nedenle bir kukla gibi istediği şekilde oynattığı bir birime dönüştürmüştür.

Sansür mü, Otosansür mü?

Maaşları ödenmeyen, kaloriferleri yanmayan, sefil oyuncular iken Godot çalışan oyuncular, yirmi bin euroluk bir bütçeye kavuştuklarında istedikleri oyunu çalışma özgürlüğünü de kaybederler. Devlet, kurumunu sahiplenince; repertuarından alışkanlıklarına kadar sahiplenir ve artık sadece tiyatro devletin  değil, oyuncular da devletin malı olmuştur…

“Bakan Sekreteri-    Size biraz garip gelebilir ama benim de bir isteğim olacak. Kosova’nın bağımsızlığının ilan edileceği gün, elbette başbakanımız da parlamentoda bir konuşma yapacak.

Yönetmen-   O nasıl konuşulacağını çok iyi bilir.

Bakan Sekreteri-      Bu konuşmayı oyuna yerleştirmenizi istiyorum. Bu konuşma zamanla şeyimizin bir parçası olacak. Martin Luther King’in ünlü konuşması gibi. Biliyorsunuz, bu konuşmayı sanatçılar ölümsüz kıldı.

Yönetmen- Mükemmel bir fikir. Ne hissettiğinizi anlıyorum. Bu çok mantıklı. Sayın Başbakanımızın konuşması oyunda sembolik bir anlam taşıyacak. (Neziray, 2014, s. 49)”

Bu istek önce bir sipariştir, milli  amaçlar uğruna yapılacak kutsal bir görevdir fakat devlet sahneye el atmıştır bir kere durmak olmaz ve  artık metine biçim veren mizanseni belirleyen devletin elidir.

“Bakan Sekreteri- (Elinde sigara ile duran Dilo’ya) Elindeki bu   sigara ile ne yapacaksın?

Dilo- Şimdilik hiç… Ama milli marşımızı geceleri yazan yazarın sahnesi geldiğinde sigaramı yakacağım.

James-          Gündüzleri marşı yazıyor, geceleri siliyor. (Herkes  hayret içinde James’e bakar.) En iyisi ben gidip biraz ahşap boyayım.

Yönetmen- Evet en can alıcı sahne o sahne.

Bakan Sekreteri-  O kadar da değil canım. Sen de biliyorsun ki, bütün kamu kuruluşlarına, sigara içme yasağı getirdik. Kanun hükmünde olan bu kararnameyi 2007 yılında 14/-ROE-KAO bendinde müdüriyetinize ilettik.

Yönetmen-   Ama sayın bakanım, burası bir tiyatro.

Bakan Sekreteri- Tiyatro olduğunu ben de biliyorum. İyi de bu neyi değiştirir? Burası da sonuçta bir devlet kuruluşu ve kurallar bütün her yerde aynı şekilde uygulanır. Eğer seyircilerinizden biri hamileyse? O zaman ne yaparız? Avrupa’daki tiyatrolara sor bakalım, acaba bir sanatçı sahnede sigara içme cesaretini kendinde bulabilir mi? Asla! Eğer Hollanda’da Devlet Kuruluşunda biri bir sigara yaksın Başbakan derhal istifa eder.

Yönetmen-   Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Ama  bu çok önemli bir sahne. Oyunculardan biri sigara içerse, keyfinden değil, vatanın bitik duruma düşmüş olmasından içer. Sigara içer, daha sonra alkol alır ve milli marşımızı yazar. Sonra anlık bir çılgınlık…

Bakan Sekreteri- Öyle ise ona içecek başka bir şey bulun. Ama sakın tütün olmasın. Ben kendi bakanlığımda devletin emirlerinin ihlal edildiğini ve bu başbakanın görmesini ve duymasını asla istemem. Bu sahneyi sakın yapmayın. Ben de tiyatroyu severim ama bu sahne çok abartılı, çok… Ona içecek daha milli bir şey verin. Mesela içki yerine dağlarımızdan çıkıp gelen soğuk su verin ya da yoğurt yesin.  (Neziray, 2014, s. 72-73)”

Sansür öyle bir bela oluyor ki, elini verip kolunu kaptırıyor oyuncular. İşte bu, oyunun her an prömiyer yapma gerekliliği ve belirsizliğiyle dengesini yitiren Yönetmeni; korkulara ve sansürün giderek büyüdüğü kabusları görmeye itiyor. Bu rüyada; Bakan Sekreteri, öneri sunmayı bırakıp direkt müdahalelere başlıyor: “Sayfa 316 tamamen çıkacak.” Demeyi kendinde hak görüyor. Oyunculardan Rosie buna direndiğinde ise gayet devlet ağzıyla: “Çıkarmıyoruz, siliyoruz. İçeriği de uygun değil zaten. Stilinde de bir şey yok. Hem monologlar oyunun gelişmesine engel olur.” Diyerek bu işi devlet olarak işin ustalarından daha iyi biliyormuş gibi  bir tavır takınıyor.  Tıpkı bugün ülkemizde muhafazakâr algının; sanatı, bilimi, felsefeyi herkesten iyi bildiğini iddia etmesi gibi. Bakan Sekreteri bizim ülkemizdeki TÜSAK’ı temsil ediyor sanki. Sipariş oyunlar, metine müdahaleler, rejiye eklemeler, çıkarmalar… Sahneden içkiyi çıkarıp ayran içen aktörler… Yönetmenin bu kâbusu sonunda gerçeğe bürünüyor! Bağımsızlığa bir gün kala, Bağımsız Kosova’nın baskıcı kuralları tek tek sıralanıyor!

Bakan Sekreteri- …Milli ve etnik simgelerin kullanılması yasaklanmıştır!

Zihinlerimizden çıkmayan milli ve tarihi olayların hatırlanması ve konuşulması yasaklanmıştır.

Milli içerikli marş ve şarkıların söylenmesi yasaklanmıştır.

Ulusal duyguları harekete geçiren ifadeler yasaklanmıştır.

Konvoy halinde gezmek ve korna çalmak yasaklanmıştır.

Sanatçıların kendi meslekleri ile ilgili evrensel içerikli eserleri, hükümetçe desteklenecektir. Bununla beraber farklı müzikal ve bale grupları ve diğer sanatçıların, içinde çok kültürlü, çok dinli, çok etnik yapı barındıran eserleri teşvik edilecektir.(a.g.y. s:60)”

Bugünün Türkiye’sinde yaşanan sürekli eleştirilen durumlara o kadar benziyor ki! İşte oto-sansür dediğimiz şey de bu noktada başlıyor; baskı görmemek için kendi baskına maruz kalmak! Zaten bu noktadan sonra baskının bir güç tarafından yinelenmesi gerekliliği ortadan kalkıyor, baskı mantığı hücrelere yerleşiyor! Baskı yapmaktan daha kötü olan bir suç baskıyı öğretmek  oluyor…

Güç ve Paradoks

Bir oyunda, bu kadar çok yer değiştiren güç dengesi bulunması, oyunu gerçeklikten uzaklaştırmamış, oyunu gerçek hayattakine bir adım daha yaklaştırmıştır! Yönetmenin yoksul tiyatrosunda, tüm ipler yönetmenin elindeyken, Bakan Sekreteri’nin gelmesi bütün ipleri kendi eline alır. Artık oyunun gizli yazarı, yönetmeni, hatta dramaturgu Bakan Sekreteridir. Bu görevi Başbakan ve tüm devlet erkânı adına üstlenmiştir. Kosova’nın bağımsızlığı ilan edilecektir ve bu tiyatro sahnesinde gösterilerek taçlandırılacaktır. Tiyatroya yirmi bin Euro ayrılmıştır ve kaloriferi yanmayan, 4 aydır maaş alamayan oyuncular bir hevesle bu oyuna kafa yorarlar. Artık bir ödenekleri vardır fakat bu güç, bağımsızlıklarını ele geçirmiştir hem de bağımsızlıklarını oynamak adına. Üstelik Kosova’nın Bağımsızlığı diye sayıklanan şey;  Amerikan’ın kışkırtması ve Almanya’nın desteğiyle ve Nato yardımıyla  Yugoslavya’ya karşı edinilmiş bir bağımsızlıktır. Yanına bu kadar emperyalist güç alınarak edinilen bir özgürlük gerçek midir yoksa bir başka tutsaklığın başlangıç tarihi midir? Bu, oyunun temel paradoksudur. Kime ve neye karşı bağımsızlık?

Yönetmen, Bakan Sekreteri’nden bu görevi alınca gözleri parlar, çünkü bu onun kariyerinde doruğa çıkmanın başlangıç adımı demektir. Bu, işinde güç sahibi olmanın kapılarını açan  önemli bir fırsattır.

“Yönetmen- (kendi kendine) Offf, ne büyük bir kâbus! Ya bağımsızlığımız hemen yarın ilan edilirse! Yarına kadar oyunu nasıl yetiştireceğim? Tarihi bir günde tarihi bir oyun! Uykuya veda, her şeye elveda. Korkuyorum, bütün güvenim gitti. Bu gece kesin ateşim çıkacak. Ne büyük bir sorumluluk, bununla nasıl başa çıkacağım? Ama bu benim için büyük bir fırsat, hakkını vermeliyim. Ve herkese, müsteşara, bakana ve hatta başbakana ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğumu göstereceğim. Ve hatta tiyatro bölüm başkanlarına! Herkese! Ve kendini star sanan oyuncu bozuntularına da göstereceğim. (Neziray, 2014, s. 50-51)”

Aslında sözleriyle dağ deviren yönetmen içinde bu zayıflığı ve kompleksi taşımaktadır. Ama aynı zamanda vatansever gözükür aynı zamanda da: “20 bin Euro yeterli para. Ben alacağım ücretten feragat ediyorum. Bu tarihi günde çalışmak benim için onurdur.” der ve bu vatanseverlik maskesinin altında ekibine bütçeyi “on bin Euro” olarak söyleyip paranın yarısına el koyar. Bu da onun sanatçı kişiliğinin bir paradoksudur. Tıpkı, Bakan Sekreteri’nin  İki milyon Euroluk  bütçenin yarısını iç hizmetlere diyerek baştan ayırmış olması gibi. Birinin politikacı diğerinin sanatçı olmasının değişen hiçbir özelliği yoktur, herkes konumuna ve şartlarına göre cebine atmasını bilir.

Rosie ise, ekibin kadın sanatçısıdır fakat sürekli şikâyettedir, yarın provaya gelmeyeceğim der ama her defasında da gelir. Yönetmenin onu Bakan Sekreteri’nden özel bilgi almak üzere yollaması aslında bir devletin sanatçıya  bakışının bir ironisini yaratır. Rosie, kendi çıkarlarını ön planda tutar ve cömert davranmaktan kaçınmaz. Yönetmenin istediği bağımsızlık tarihi ve başbakanın konuşmasını öğrenmekten çok Bakan Sekreteri’nin kendisi için ne yapacak güçte olduğunu ölçer ve ona istekler sıralar! Rosie tek kişilik bir performans yapmak ister ve bu oyunun prömiyerini yurtdışında gerçekleştirmeyi planlar. Onay alınca da kendini sunmaktan çekinmez. “Rüzgar Gibi Geçti” filminden sürekli tekrar ettiği replikler onun hayatına uydurduğu kılıftır: “God is my witness, as God is my witness they’re not going to lick me. I’m going to live through this and when it’s all over, I’ll never be hungry again. No, nor any of my folk. If I have to lie, steal, cheat or kill. As God is my witness, I’ll never be hungry again.(a.g.y. s:84)” Tanrı şahidimdir ki bir daha asla aç kalmayacağım.. cümlesi Rosie’nin düzene uyum sağlamasının masumca bahanesidir. O, bu fırsatı güce dönüştürmüş, tiyatroda daha etken olmanın yolunun Bakan Sekreteri’nden geçtiğine inanmıştır. Tıpkı Kosova’nın bağımsızlığının Amerika ve Almanya’dan geçmesi gibi. Tutsaklık ve bağımsızlığın paradoksunu yazar çift katmanlı  vermiştir.

Oyunda,  Bakan Sekreteri, sürekli çocukken oynadığı Kırmızı Başlıklı Kız oyunundan söz eder. O, burada ağacı oynamıştır ve tek izlediği oyun bugüne kadar budur. Aslında bürokrasinin sanatla olan ilişkisini o kadar yalın ve gerçek bir biçimde ortaya çıkarır ki bu örnek. Devletin Tiyatrosuna talimatlar veren üst düzey bir yöneticinin sahne bilgisi “Kırmızı Başlıklı Kız” kadardır. Ve bu ona yeterlidir çünkü temelde oynanan zaten bir kurt ve kuzu (genç kız) hikâyesidir. Bu müthiş bir ironi yaratır. Yönetmenin kuzusu para ve statüdür, Dilo’nun içki,  Rosie’nin  ün,  Bakan Sekreteri’nin  güç, mevki ve haz,  James’in ise takdirdir. Ama hepsinin bütününde bağımsızlığı kazandırılan kuzu Kosova’dır. O da Rosie gibi gücün masasına yatırılmıştır. Böylece yazar tutsaklık ve özgürlük paradoksu yaratmıştır. Ve bu o kadar gerçektir ki bizi bu gerçekçiliğiyle ürkütür.

Devlet Tiyatrosu  ve Kral Lear benzerliği:

Yazar, sıradan klasik bir oyunla da baskıyı, bağımsızlık-tutsaklık  çelişkisini gösterebilirdi elbet fakat onun bunu tiyatronun kendini dert edinerek yapmasında bir çok ironi yatıyor. Bir dönem çalıştığı Kosova Devlet Tiyatrosu’nu oradaki ilişkileri, bürokrasinin tiyatroya olan baskısını ve devlet tiyatrosunun kendi içindeki çapraşıklığını gözlemlemiş olmalı ki bugün bizim ülkemizde de tartışılan sorunlarla benzerlik taşıyan sorunları yansıtıyor.

Dilo: Sanatçı olarak daha halkçı bir yapıya sahip, bağımsızlığın ne işe yarayacağını sobaların daha çok mu ısıtacağını sorguluyor. Bakan Sekreteri’nin müdahalelerine karşı tepki veriyor fakat hep sarhoş. Hep terkedilmiş, hep zavallı! Sefil  bir aktör olarak ışığı sönmüş fakat yine de kendince çabalıyor.

Rosie: Çok yetenekli olmayan fakat güzel olan, iş bitirmek için pazarlanmaktan rahatsız olmayıp bunu çıkarı için kullanan “ün ve şöhret” düşkünü kadın oyuncu.

Yönetmen: Ağzı çok laf yapmasına rağmen, beceriksiz, güvensiz fakat kendini matah gösteren biri.

James: Oyunun  en gerçek kişisi. İş olmasa bile, tahtaları boyayarak iş yapan, her şeyi fark eden ama statüsü nedeniyle sürekli ezilen, itilip kakılan teknik personel.

Dilo, sürekli bir Kral Lear kostümü ile dolaşır. O kostümlerin üstünde uyur. Rakıyı çok içtiğinde Lear’ın tiradını söyler. Yazarın Lear’ı seçmesinin nedeni Lear’ın da gözden düşmesidir, eski gücünü yitirmesi, krallığını kaybetmesidir. İşte Devlet Tiyatrosu da Lear ile özdeşleştirilebilir. Eski önemini yitirmiş, yaptığı işin farkına varmayan, değerini bilmeyen, baskıya ve güce hemen teslim olup direnmeyen tahttan düşmüş sıradanlaşmış, yitik bir kimlik. Oyunun sonunda Dilo yine içmiştir, söz vermesine rağmen ve başka kostüm giymesi gerekirken yine Lear kostümünü giymiştir. Önce Lear’ın kızlarının sevgilerini sınadığı sahnedeki gibi Başbakanın konuşmasına güçlü başlar fakat sonu tıpkı kızları tarafından ortaya atılan ve düşman olunan zavallı bir baba gibidir, kafası karışık, bedbaht, yalnız ve pişman. Tıpkı karısı tarafından sürekli terk edilen Dilo gibi.

Lear artık eskisi gibi kral olamaz sadece kurtaracağı onuru vardır. Bu benzerlik ironik olmasının yanı sıra bir o kadar da hazindir!

Bir Kuş Uçtu

Oyunda, Kosova’nın gerçekten bağımsızlığıyla tek ilgilenen kişi halktan biri olan James’tir. Kendisi de hayalperestçe yaklaşır belki fakat bu onun ulusal duygularının çocuksuluğundandır. Eski bir uçağı, döner sahne motoru ile çalıştırıp, her yere Kosova’nın bağımsızlığını anlatan broşür dağıtmayı hedefler. Böylece babasının gurur duyacağı biri olacak, ulusal bir kahramana dönüşecektir. Ama onun bu hayali bile kendini, statüsünü ve çıkarlarını düşünen diğerlerinden daha gerçektir. Çünkü James çalışmakta bunu başarmak için uğraşmaktadır. Bu hayalini bir tek Rosie’ye anlatır, ama o sadece dinleyip güler… Oysa James, hükümet binasına saldırı düzenlemek isteyen bir terörist olarak görülüp hapse girer. Tüm çalan, çırpan, kendi bedenini sunarak hesap yapan dışarda mükafatlandırılırken gerçek bir Kosovalı suçlu olarak görülür. Yazarın en büyük ironisi budur! Kosova Tiyatrosu’nun kuşu; James’tir. Çünkü o gerçektir!

Henüz çok genç bir oyun yazarı olan,  Yeton Neziray, “Kosova Tiyatrosu’ndan Bir Kuş Uçtu” adlı oyununda, tiyatroya, ödenekli tiyatro yapısına, sanatçı yaklaşımına oldukça yürekli bir şekilde eleştiri getirerek, iğneyi tiyatroya batırıyor, ama dışarıdaki dünyaya, bizi içinde öğüterek, dişlilerin arasında ezerek geçen sisteme de çuvaldızı batırmaktan geri kalmıyor!

Dilo’nun da sonsözünde dediği gibi: “Başbakan mı? O hep Başbakan!”.

           

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Emel Bala Gürel

Yanıtla