Ümit Denizer
1: Giriş
Büyük Muhsin Ertuğrul ile ilgili düşüncelerime geçmeden önce… Onunla tanışmadan önceki yıllarımı kısaca paylaşmak istiyorum…
Babamız subaydı… “şark hizmeti tayinleri” ile Ankara, Elâzığ, Siirt, Kurtalan, Gaziantep… Dolaşıp duruyorduk…
Babam bir pazar gecesi Siirt’te görevli olduğu birliğe götürmüştü. Kışlanın soğuk salonunda yüksek bir sahne vardı. Canlı yapraklı ağaç dallarından siperler yapmışlardı. Haykırışların ve patlatılan tüfeklerin sesi hala kulağımdadır… Şahit olduğum bu olaya “tiyatro” dendiğini öğrendim babamdan. Askerlerin, istiklal harbini temsil ettiklerini anlattı…
Hangi şehirde olursak olalım, babamız bizi yıllık izinlerinde İstanbul’a getirirdi. Çünkü çocukluğunu ve gençliğini yaşadığı baba ocağı Bebek’teydi. Babamızın babası, dedemiz Halil Denizer, kaptanmış… Şehir hatlarının 64 numaralı “Küçüksu” vapurunun Halil Kaptanı… “Denizer” soyadını seçen oymuş… Şimdi Aşiyan kabristanında… Rahmetle anıyoruz…
Yıllık izin sevincimiz Kurtalan Ekspresi ile başlardı… Ay-yıldızlı TCDD yazılı tren penceresinden, İzmit’ten itibaren gördüğüm mavi deniz de, çocuk zihnimde silinmez izler bırakmıştır… Haydarpaşa garında trenden inip, ahşap bir vapura bineriz… İlk uğrağımız, mavi denizin Üsküdar iskelesi olur… Çocuk zihnimden silinmeyen bir başka resim de, işte bu Üsküdar iskelesinin huzur veren atmosferidir…
1962 yılında babamızın İstanbul’a tayini çıkmıştı. Dört çocuklu bir aileydik. En büyük çocuk bendim ve 14 yaşımdaydım. Aileyi Uşak’taki anneannemlere bırakıp beni yanına aldı. Ev bulup kiralamak için trenle İstanbul’a götürdü… Yine Haydarpaşa’ya vardık, yine Üsküdar iskelesine yanaştık. Aniden içimden geldi: “Üsküdar’da ev bulalım baba” dedim. Vapurdan indik… Ve tam elli üç yıldır Üsküdar’dan ayrılamadık… Muhsin Ertuğrul’un, Musahipzade Celal’in ve İsmail Dümbüllü’nün yaşadıkları semti seçtiğimizi sonradan öğrenecektik…
Sarayburnu karşısındaki yamaçlara konuşlanan ve Üsküdar’ın merkezi sayılan İhsaniye Mahallesi’ndeydi evimiz. Bu mahalleyi, vezirlerine ve paşalarına ihsan eden Sultan Üçüncü Selim’in adı verilen ilkokulun üstünden, Topkapı Sarayı’na bakıyorduk… Ve bu Üçüncü Selim İlkokulu’nun, hayatımızda çok önemli yer tutacağını da sonradan öğrenecektik…
Ahşap köşkleri ve bahçeleriyle, yeşil bir mahalleydi İhsaniye… Yüzmeyi, Salacak-Harem arasındaki o harika sahilde öğrendik… Yakın çevremizde dört kapalı sinema, dört yazlık sinema, Üsküdar Şehir Tiyatrosu, Ergun Köknar-Suna Pekuysal Tiyatrosu, Üsküdar Musiki Cemiyeti ve bazı Kültür Dernekleri vardı.
Üç yıl sonra yeniden “şark hizmeti” çıkan babamız; Üsküdar’dan ayrılmamayı tercih etti ve emekliliğini istedi. Çünkü serin rüzgârlı Salacak sahilleri ve gizemli Kızkulesi ile… deniz motoru, yolcu vapuru ve arabalı vapur iskeleleriyle… Kadıköy’e ve Çamlıca’ya gidip gelen tramvaylarıyla… eski model Amerikan otomobili dolmuşlarıyla… bütün aileyi büyülemişti Üsküdar…
Ben Haydarpaşa Sanat Okuluna girmiştim. Üsküdar Ortaokulu öğrencisi olan kardeşim Turgut ve sınıf arkadaşı Cemal ile beraber bir sözsüz tiyatro ekibi kurduk. “Pantomim Üçgen” dedik kendimize… Okulların yılsonu şenliklerinde ve arkadaş doğum günlerinde sözsüz komik oyunlar sergiledik…
Üsküdar’da bir de Halkevi vardı. Üç arkadaş Halkevi Tiyatro Koluna girmeye karar verdik. İlk sezon, Oscar Wilde’ın “Yıldız Çocuk” hikâyesinden uyarlanan çocuk oyununda küçük roller oynadık… Ertesi sezon yetişkinler için Moliere’in “Zoraki Hekim” komedisinde ve Atila Alpöge’nin “Çürük Elma” adlı modern oyununda ciddi roller aldık. Böylece, bizim “Pantomim Üçgen” tarihe karıştı…
2: LCC
“LCC” adındaki özel okul, 1960’ların İstanbul’unda çok popülerdi… “Language & Culture Center” adının kısaltılmış doğrusu “el-si-si” idi. Fakat bizim gibi, tepki olsun diye “le-ce-ce” diyenler de oluyordu… Yabancı dil, dekorasyon, grafik, mankenlik ve tiyatro bölümleri vardı. Cemal, çalışıp para kazanabildiği için, Tiyatro Bölümüne kaydını yaptırdı. Böylece, Muhsin Ertuğrul, Haldun Taner, Nurettin Sevin, Beklan Algan ve Ayla Algan ile tanışmış oldu… Bu değerli hocalar, İstanbul Şehir Tiyatrosundan istifa ederek ayrılan Muhsin Ertuğrul’un ekibi olarak ciddi bir eğitim başlatmışlardı. Modern Dünya Tiyatrosunun bütün ayrıntılarını aktarıyorlardı gençlere… Hatta Muhsin Bey’in gerekli gördüğü “Görgü” dersi bile vardı…
Turgut ve benim paramız olmadığı için LCC’li olamamıştık. Ama Cemal Pazar günleri, öğrendiklerini bize coşkuyla anlatıyordu… Güzel bir rastlantıyla, altı ay kadar sonra, tiyatro bölümünün yılsonu oyununu seyretme şansını yakaladık. Ve yüreğimizden vurulmuşa döndük…
Türkiye’nin ilk ve tek, döner sahneli ve döner salonlu LCC Tiyatro Salonunda sergilenen: “Marat/Sade” adlı oyundu bu. Uzun bir adı vardı, ama kısaltılmış hali kullanılıyordu. Avrupa’da sahneye konuluşundan hemen bir sezon sonra, Muhsin Ertuğrul’un önerisi ve Beklan Algan’ın rejisiyle Türkiye’deydi… O güne kadar tiyatro diye bütün bildiklerimizi silip attı…
LCC’de tiyatro adına her şey çok güzel gidiyordu… Ancak, küçük burjuva, orta sınıf kökenli tiyatro öğrencileri, kurs ücretlerini ödeyemedikleri için, LCC Tiyatro Bölümü kapandı. Beklan ve Ayla Algan, eğitimi evlerinde sürdürmeye karar verdiler. Ücret yoktu, böylece Turgut’la bana da katılma fırsatı çıkmış oldu…
Fakat maalesef Algan’lar, evlerindeki bu samimi çalışmaları, komşuların şikâyeti üzerine bitirmek zorunda kaldılar… Kısa bir aradan sonra, eğitim programı, Tepebaşı’ndaki “Union Françoise” adlı balo salonuna aktarıldı. Sütunsuz, yüksek tavanlı, ahşap zeminli, bomboş devasa alanda, harikulade çalışmalar yapıldı… Fakat yüksek kira bedeli nedeniyle, oradan da ayrılmak zorunda kalındı…
O yıl Türkiye’deki bütün Halkevleri tek çatı altında birleştirilmişti. Halkevleri Birliğinden gelen davetle, işe yarar bir salonu olduğu için Bakırköy Halkevine geçildi… Üç kere yarım kalan tiyatro eğitimine yine heyecanla devam ediliyordu. Bakırköy Halkevi yönetimi, bir de oyun hazırlanmasını isteyince, Beklan Algan, modern bir “Hamlet” sahnelemeye karar verdi… Çok coşkulu bir prova dönemi geçirdik. Muhsin Ertuğrul provaya geldiği günlerde garip bir telaş yaşanıyordu… Bakırköy Halkevinde tanımlanamaz bir elektrik oluşuyordu…
Ayrıca, oyunun sahne tasarımı için gelen Metin Deniz ile… Ve mask yapımı için gelen Kuzgun Acar ile tanışma şansımız oldu… Metin Deniz ağabey liderliğinde, sahnenin çerçevesini kırıp attık… Kuzgun Acar ağabeyin masklarına killi çamur taşıdık Göksu çömlekçilerinden…
1970 yılının Ekim ayında perde açacağı için “Hamlet 70” adı verilen oyunun ilk gösterimi, ancak 1971 yılı şubat ayında yapılabildi… Fakat ne yazık ki 12 Mart’ta gelen askeri darbe, “Hamlet 70” gösterilerinin bitirilmesini zorunlu kıldı. Beklan Algan kovuşturmaya uğradı ve gözaltına alındı… LCC kökenli genç tiyatrocuların hepsi bir yana savruldular. Cemal askere gitme kararı aldı…
Turgut’la ben üniversitedeydik, Üsküdar Lisesi Tiyatro Kolunda yılsonu oyunları sahneledik. Oyunlarımız liselerarası yarışmalarda ödüller aldı… Ülkenin normale dönmesi, 1972 yılının sonunu bulmuştu. Cemal askerden dönünce, üç arkadaş evlerde toplanmaya başladık. Ve Üsküdar Halkevi Tiyatro Kolu olarak, 1973 yılında, “27 Mayıs Anayasa Bayramı” için bir şenlik düzenledik. Halk türküleri, halk oyunları ve bir tiyatro oyunu sunduk. Modern bir kolaj olan oyunumuz çok beğenildi…
Halkevinin, “27 Mayıs Anayasa Bayramı” şenliği için kiraladığı Üsküdar Şehir Tiyatrosu, meğerse 27 Mayıs 1960 devriminde, askerlere koğuş olarak inşa edilen bir barakaymış… Barakanın bir eşi de biliyorsunuz Saraçhane’dedir ve Fatih Şehir Tiyatrosu olarak bilinir. Barakaları yıktırmayıp tiyatro haline getiren de tabii ki Muhsin Ertuğrul’dan başkası değildir…
“27 Mayıs Anayasa Bayramı” şenliğinin coşkusu, bizim “bir tiyatro kurmak” hevesimizi ateşlemişti. Salacak plajının çay bahçesinde toplanıp, heyecanla tartışıyorduk. Muhsin Beyden telefonla randevu aldık. Bizim evlerimize çok yakın olan Harem’deki evinde ziyaret ettik. “Hocam, biz tiyatro yapmak istiyoruz. Ne önerirsiniz?” diye sorduk. Öneri olarak değil de, güler yüzlü bir talimat olarak: “Siz çocuk tiyatrosu yapacaksınız.” dedi…
Coşarak, dünya çocuk tiyatrolarından örnekler verdi… Sovyetler Birliği’nde çocuk tiyatrolarını kuran arkadaşı Natalia Saz hanımla resimlerini gösterdi ve sevgiyle andı… Kendisinin çocuk temsillerini nasıl başlattığını anlattı… İstanbul Şehir Tiyatrosunun ve Ankara Devlet Tiyatrosunun çocuk temsillerinden bahsetti… Dakikalarca kitaplığını karıştırdı… Dergiler, kitaplar, fotoğraflar, önemli adresler yığdı kucağımıza…
“Amerika’dan ve Sovyetlerden sonra… Bugünkü anlamda çocuk tiyatrosu olan üçüncü ülke biziz!” diyordu… “Çocuk tiyatrosu, yetişkin tiyatrocuların, çocuk seyirciler için yaptıkları tiyatrodur.” diyordu… Avrupa’da, daha 17’inci yüzyılda, çocuklara tiyatro yaptırmışlar. Kilise korolarından çocuklara, İncil’den hikâyeler oynatmışlar… “Ama benim söylediğim bu değil” diyordu…
İlk çocuk tiyatrosu, 1800’lerin sonunda Amerika’da kurulmuş… Sonra bunu, 1921 yılındaki Sovyetler Birliği çocuk tiyatrosu izlemiş. Ve kendisi de dünyanın üçüncü çocuk tiyatrosunu 1935 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosunda başlatmış…
Ancak bütün bu güzel ayrıntılara rağmen bizim çok gücümüze gitmişti. “Hoca, bizim tiyatrocu olduğumuza inanmıyor” diye düşündük… Üzgün suratlarla Salacak plajının çay bahçesine döndük…
Kucağımızdaki dokümanları, eski ahşap masanın üstüne yığdık. Cemal, Turgut, ben, yetişkin seyirciye tiyatro yapmak istiyorduk. Sahnelemeyi hayal edip heyecanlandığımız oyun: Haldun Taner’in “Eşeğin Gölgesi” piyesi idi… Bir de Haldun Taner hocamıza danışalım dedik. Oyunu için kendisinden izin almamız gerekliydi zaten. Telefon ettik, Kadıköy Halk Eğitim Merkezine randevu verdi. Çünkü “Devekuşu Kabare Tiyatrosu” orada şehir içi turnesindeydi. Heyecanla ve merakla gittik. Kulis fuayesinde karşısına oturttu bizi. Öncelikle “Eşeğin Gölgesi” için izin veremeyeceğini söyledi. Çünkü oyun hakkında dava açılmış ve henüz sonuçlanmamıştı…
Sonra Muhsin Hocanın söylediğini tekrarladı bize: “Siz çocuk tiyatrosu yapın… Yeni tiyatro seyircisi yetiştirin” dedi… Ve yüzümüze yansıyan hayal kırıklığımızı dağıtmak için devam etti: “Birkaç yıl önce sizin gibi üç genç gelmişti. Onlara ‘kabare tiyatrosu yapın’ dedim. ‘Devekuşu Kabare’yi kurdular. Bakın kapalı gişe oynuyorlar.” dedi… “Milyonlarca ilkokul öğrencisi sizi bekliyor.” dedi…
Dedi demesine de… Biz de Muhsin Hocaya açmaya çekindiğimiz sorularımızı sıraladık: “Nereden çocuk piyesi bulacağız? Çocuk piyeslerinde uzmanlaşmış oyuncular gerekmez mi? Çocuğa özel dekorlar istemez mi? Giysiler pahalıya patlamaz mı?”
Haldun Hoca “hepsini de şahane yaparsınız!” diye kesti sızlanmamızı. Alman çocuk tiyatrolarından örnekler verdi. Ünlü bir Andersen masalından uyarlanan “Kralın Yeni Giysileri” oyununu ballandırarak anlattı… Söylemesi kolaydı ve güzeldi tabii. Fakat biz yine lodoslu suratlarla döndük Salacak Çay Bahçesine: “Tamam, arada bir çocuklara oyunlar hazırlarız.” dedik… Ama biz yetişkinlere bir oyun sahnelemekle işe başlayalım.” dedik… Ancak tersi oldu: Hep çocuk seyirciler için oyunlar oynadık, arada bir yetişkin seyircilerin ve genç seyircilerin karşısına çıktık…
1973 yazında, Salacak Çay Bahçesinin ağaçlarının üzerinde yükselen düşünce balonlarımızı; ne yazık ki gören kimseye rastlanmamıştır. Salacak kıyılarında, deniz üzerine felsefeler üretilirken ve cinsler arası aşamalar yaşanırken… Biz saatler süren çocuk tiyatrosu konuşmalarıyla geriliyorduk. Tiyatro dergilerinde baktığımız sayfalar değişmişti artık: Çocuk oyunlarına dikkat kesildik… O yıllarda çocuklara: “Elmacı Güzeli”, “Mavi Gözlük” ve “Dilek Dağı” oynandığını gördük. Oyunumuzun adının bile bunlardan farklı olmasına karar verdik. Ve “çocuk oyunları, öyle geniişş alanlar gerektirmez” dedik…
İstanbul’da bildiğimiz, bize uyabilecek, küçük sahneli iki salon vardı… Birincisi Kadıköy Sineması idi… Yıllar önce Yıldırım Önal tiyatrosunun perde açması için yapılmış, ama kısa ömürlü olunca sinemaya dönüştürülmüştü. Dev bir balinanın içini andıran kaburgalı tavanıyla… Çocukların sahneyi rahat görmesine uygun amfi koltuk düzeniyle… Kadıköy Sinemasının salonu çok hoşumuza gidiyordu.
Heyecanla gidip konuştuğumuz sinema sahibinin, tiyatrocularla iş yapmaktan ağzı yanmıştı. Tiyatronun para kazandırmadığını düşünüyordu. Fakat aileleri sinemaya çekebilmek için, çocukları ihmal etmediğini söyledi: “Filmlerimize ilaveten renkli miki gösteriyoruz!” dedi…
Küçük sahneli ikinci salon ise, adı üstünde işte Küçük Sahne idi… O yıllarda Ali Poyrazoğlu yönetimindeydi… Randevu alıp gittik. Sevgili Poyrazoğlu: “Kimsiniz siz kardeşim?” diye söze başladı… Biz şaşkın suratlarla birbirimize bakarken: “Kadronuzda şöhretli birisi yoksa vazgeçin bu sevdanızdan.” dedi… “Küçük sahnenin kirasını bile ödeyemeden batarsınız.” dedi…
Böylece, salon bulma işini “umut” hanesinden sildik… Şimdi bir de çocuk piyesi bulmada boyumuzun ölçüsünü almalıydık… Mecburen yine Muhsin Hocamıza danıştık… Onun önerisiyle, ONKAjans’a gittik… Orada da: “siz kimsiniz?” diye sordular… “Böyle her önümüze gelene piyes metni verirsek, yazarlarımızın ve çevirmenlerimizin hakkını nasıl koruruz?” diye, kibarca uğurladılar…
Yaz bitip de yeni tiyatro sezonu başlayınca, Devlet ve Şehir Tiyatrolarına gidip çocuk oyunları seyrettik. Yetişkinlere oynadıkları piyeslerden, gece yarıları evlerine dönen o değerli aktörler… Hafta sonu sabahları yorgun bedenlerle ve uykulu gözlerle, sadece diyaloglarını söylemeye çalışıyorlardı. Çocuklar da salonun koridorlarında koşmaca oynuyorlardı…
İşte böyle kamçılanmalar sonucunda: “Çocuk tiyatrosu, ‘ilaveten renkli miki’ olmamalı…” dedik… “Çocuk oyunları daracık sahnelere sıkıştırılmamalı…” dedik… Ve bu kararlarla, kuruluş bildirgemizi şöyle yazdık:
“Çocuk tiyatrosunu, ‘ilaveten renkli miki’ olmaktan kurtaracağız… Çocuk ruhunu umut ve sevinçle besleyeceğiz… Yarının büyüklerine, yarını kurmanın hazzını taşıyacağız… Kaderci ve savaşçı olmayan özlerle yaklaşacağız Onlara… Kendimizi, insansever, yurtsever, barışsever, çalışkan, ilerici kuşakların yetişmesine adıyoruz. Asla bu kuşakların gerisinde kalmayacak bir sanat üretiminin içinde olacağız… Karşılıklı konuşmaların en aza indirildiği, dans, aksiyon, şarkı ağırlıklı sahne biçimlerini tercih edeceğiz… 7 yaşından büyükler seyircimiz olacak ve koca koca oyunculara, pembe pelüşten tavşan kardeş kostümü giydirmeyeceğiz…”
Tiyatromuzun adını; İstanbul’un Anadolu yakasında yaşadığımız için… Seyirci olarak çocukları seçtiğimiz için… Ve gezginci geleneksel tiyatrolar gibi salonsuz olduğumuz için… “Anadolu Çocuk Oyunları Kolu” olarak belirlemiştik. Fakat hep “AÇOK” kısa adımızla anıldık…
AÇOK‘un ilk çocuk oyunu “Mutluluklar Ülkesi”, daha önce bir hikâyesinde rol aldığımız Oscar Wilde‘in “Genç Kral” öyküsünden uyarlanmıştı. Dede-torun hiç kimsenin yüzünün gülmediği bir ülkenin kralı: “Mutluluklar ülkesinin, mutlu insanları” diye nutuklar atıp duruyordu… Bu öyküyü Salacak Çay Bahçesinde oyun haline getirmiştik. Ancak, provaları orada yapmamız mümkün değildi. Komşumuz “Üçüncü Selim İlkokulu” müdürlüğünden izin istedik.
Tam bir cumhuriyet eğitimcisi olan değerli başöğretmen İbrahimÖzalan’ı, her zaman saygıyla ve rahmetle anıyoruz… Onun sayesinde, çoğu oyunumuzun provalarını o okulda yaptık… İlk gösterimlerimizi o okulun öğrencilerine hediye etmeyi gelenek haline getirdik. Hatta ilk yetişkin oyunumuz “Ferhad ile Şirin” bile Üçüncü Selim İlkokulu’nun velilerine gösterildi ilk defa…
3: İlk AÇOK oyunları
Benim yazdığım, Turgut’un yönettiği ilk oyunumuz, “Mutluluklar Ülkesi”nin yapım giderleri, 200 lira borçla karşılanmıştı. İsmet İnönü‘nün vefat haberini aldığımız gecenin sabahı, 26 Aralık 1973 günü ilk gösterimimizi gerçekleştirdik. Üçüncü Selim İlkokulu’nun 300 öğrencisi, çığlıklarla geldiler…
Muhsin Ertuğrul hocamız da bir kutu çikolatayla geldi. En arka sıraya geçip çocukların arasına oturdu. Biz tarif edilmesi imkânsız bir heyecan yaşıyorduk, fakat hocamız da öylesine coşkuyla seyrediyordu ki: “300 çocuk + 300 çocuk daha var” diyorduk kuliste birbirimize… “Mutluluklar Ülkesi” çocuk çığlıklarıyla bitti… Üçüncü Selim İlkokulu öğrencileri oyunumuzun bitişindeki “Yaşasın Cumhuriyet” şarkısını söyleyerek, güneşli bahçeye aktılar…
Muhsin Hocamız da hepimizin elini sıkıp giderken, küçük defterinin sayfasına yazdığı notlarını bıraktı. Bizi beğenmeyip kızgın eleştiriler yazdığını düşünerek… Üzüleceğimize inanarak, çekinerek, yavaşça sayfayı açıp baktık… Sadece iki öneri yazmıştı: “1: Sesinizi arka sıralara duyurmalısınız… 2: Çocuk piyesi şarkılarına akordeon çok yakışır…”
Sözün burasında, Muhsin Ertuğrul’un bir oyunu seyrettikten sonraki tavrını paylaşmam gerekiyor… Biz kendisinden duymadık, Beklan Algan hocamız aktarmıştı. Ve aynı tavrı kendisi de uyguluyordu. Muhsin Bey: “Ben yargıç değilim.” dermiş… Hiçbir oyunu eleştirmez, sadece güler yüzle, oyunun niçin böyle yapıldığını anlamaya çalışırmış…
Muhsin Ertuğrul’un oyun seyretmeye gidiş tavrını da anlatmam gerekiyor… Hiçbir zaman davetiye kabul etmez, mutlaka bilet alırdı… Ve: “Aktörler bize oyun ikram ediyorlar. Bizim de onlara bir ikramımız olmalı.” derdi. Bu güzel geleneği AÇOK’luların da yaşattığını söylemek isterim: Bilet almaya özen gösteriyoruz ve eli boş gitmiyoruz oyunlara…
Üçüncü Selim İlkokulu, genç Türkiye cumhuriyetinin “Taş Mektep” binalarının aynısıdır. Fakat mahallenin direnişine rağmen, şimdi bir İmam Hatip Okuluna dönüştürülmüş durumdadır…
Beden eğitimi ve törenler için altıgen yapılan çok amaçlı salonu, Üçüncü Selim İlkokulunun taş mektep yapısına sonradan eklenmişti. Ahşap dışbükey tavanını, kocaman somun-vidalarla birbirine bağlanmış olan çok kalın kalaslardan kirişler taşıyordu. İlkokul çocuklarının beden ölçülerinde küçücük bir sahnesi vardı. Çok güzel bir rastlantıyla, bu salonu inşa eden Üsküdarlı usta, arkadaşımız Cemal’in babası Şükrü Ünlü idi… Onu da rahmetle anıyoruz…
Çevre okul öğrencilerini de Üçüncü Selim İlkokuluna davet ettik. Sıralar halinde gülerek gelip “Yaşasın Cumhuriyet” şarkısıyla gittiler… Davet edilecek yakın okul kalmayınca, uzak okulların çocuklarının ayaklarına gitmeye karar verdik. Bir sabah Acıbadem İlkokulunda oynamaya hazırlanırken, İstanbul beyefendisi, kibar bir genç adam geldi: “Merhaba… Ben Şehir Tiyatrosundan Metin Çoban” dedi. Muhsin beyin, Genel Sanat Yönetmeni olarak, yeniden Şehir Tiyatrosuna davet edildiğini sevinçle anlattı… “Sizin, Üçüncü Selim İlkokulunda seyrettiği oyununuzu, Üsküdar Şehir Tiyatrosunda sürekli oynamanızı istiyor.” dedi… Dünyalar bizim oldu…
Hemen ertesi hafta sonu, Üsküdar Şehir Tiyatrosunda sürekli gösterilerimize başladık… Fakat 1973-1974 sezonunun bitmesine çok az kalmıştı. “23 Nisan Çocuk Bayramı” sonrası tiyatro, yaz tatiline girdi… Boşluğa düşmüştük… “Şimdi ne yapacağız?” diye düşünürken, Muhsin Hocadan: “Gelecek sezon için yeni oyun düşünün” haberi geldi… Yine dünyalar bizim oldu… 1974 yılı yaz aylarımız değerleniverdi… Salacak Çay Bahçesine gitmemize gerek kalmamıştı… AÇOK’lu gençlere, provalarını yapabilmeleri için Üsküdar Şehir Tiyatrosu açılmıştı…
4: Üsküdar Şehir Tiyatrosu
1974-1975 sezonunda, Üsküdar Şehir Tiyatrosunda: “İkinci çocuk oyunumuz ne olabilir?” diye kafa patlatırken… TRT televizyonunun “Uzay Yolu” dizisiyle dalga geçen mahalle çocuklarından ilham geldi. Apartman bahçesinde oynayan çocuklardan birisi: “Benim adım Spak… Soyadım sivri kulak… Mantığıma dayanarak… Konuşurum salak salak…” diye bir tekerleme uydurmuştu…
Tiyatro sahnelerindeki ilk uzay serüveni oyununu yazdıranlar, mahallemizin o şahane çocuklarıdır, hepsini sevgiyle anıyoruz… Uzayda mor renkte görünen bir gezegenin hikâyesi olduğu için “Mor Gezegen” demiştik adına. Sadece çocuklar yaşıyordu Mor Gezegende. Uzay gemisiyle gelenlere, sahneyi kaplayan devasa boyutlarda; dünyadan savaş-açlık-hastalık slaytları gösteriyorlardı. Ve: “Bunları düzeltmeden uzaya gelemezsiniz” diyorlardı…
Sevgili Nilgün Gürkan, hem uzay gemisi hem mor gezegenin dekorlarını… Ve sevgili Türkan Kafadar, hem uzay gemisi mürettebatının, hem mor gezegen çocuklarının kostümlerini tasarladı… Bu vesileyle şükranlarımızı sunuyoruz…
Muhsin Hocamızın, kimseye haber vermeden gelip, Üsküdar Şehir Tiyatrosu ışık odasında sessizce oturup, birkaç defa provalarımızı seyrettiğini sonradan öğrendik… Zamanın çocuklarının çok sevdiği bu uzay oyunu “Mor Gezegen” Üsküdar Şehir Tiyatrosunda sezonu açtı ve kapadı. Toplam 55 gösteriminde, 13.500 seyirciyle buluştu.
Bu 1974-1975 sezonu, en rahat sezonumuzdu… Bundan yararlanıp, içimizde ukde kalan yetişkinlere yönelik ilk oyunumuzu provaya aldık… Yine Üçüncü Selim İlkokulunun altıgen salonundaydık. Ünlü “Ferhad ile Şirin” efsanesini çalışıyorduk. Sadece AÇOK’un değil, Türk Tiyatrosunun Tarihine övgüyle kayda geçen bu oyunu yazdığımda 24 yaşımdaydım. Yönetmen kardeşim Turgut Denizer ise 21 yaşındaydı…
30 kişiyi bulan kadrosuyla, altıgen salona yayılan oyun için… Turgut, salonun tamamına göre bir sahne tasarımı hayal etmişti: Kot farklı, merdivenli, rampalı, ahşap platformlar istiyordu… Sevgili Nilgün Gürkan yine imdadımıza yetişti. Ve bir karşılık beklemeden Turgut’un hayalini başarıyla hayata geçirdi.
Altıgen salona yayılan “Ferhad ile Şirin” efsanesinin dünyasını aydınlatmak için, soba borularından kesip boyayarak spotlar yapan arkadaşımız Melih Özaltıner’e ve sevgili Nilgün Gürkan’a bir kere daha teşekkürlerimizi iletiyoruz…
Büyük bir coşkuyla sergilenen “Ferhad ile Şirin”imizi Üçüncü Selim İlkokulunda seyreden Muhsin Hocamız, bir oyuncunun kaza geçirmesi nedeniyle gösterimi durdurulan “Mavi Yapraklı Ev” yerine oyunumuzu davet etti… Böylece, Şehir Tiyatrolarının çeşitli sahnelerinde seyirci karşısına çıkan ilk yetişkin oyunumuz “Ferhad ile Şirin” 1975 yılında “İsmet Küntay Ödülü” ile onurlandırıldı…
Büyük boyutlarda yapılmış “Kalem Tutan El” heykelini, Ankara Sanat Tiyatrosu salonunda törenle aldık. Şimdi Şehir Tiyatrosu Yönetmenlerinden olan, sevgili AÇOK’lu Ragıp Yavuz da aramızdaydı…
“Ferhad ile Şirin” sahnelenmeye devam ederken, Muhsin Hoca, Almanya’dan gelen bir çocuk tiyatroları festivali davetine AÇOK’u göndermeye karar vermiş. Harbiye Tiyatrosundaki ünlü odasına çağırdı ve bizim kadar heyecanlanarak hazırlanmamızı söyledi…
Kapıldığımız sevinç dalgasını şimdi burada tarif etmemiz imkânsızdır… Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatrosu dururken, bir dünya festivalinde Türkiye’yi biz temsil edecektik… Müthiş bir sorumluluk yüklüyordu omzumuza bu görev… Nasıl bir oyun sahnelememiz gerektiğini, çok düşündük. Ve Anadolu’dan bir hikâye seçmeye karar verdik… Çünkü “evrensel olmak için, ulusal olmak gerektiğini” biliyorduk…
Günler süren araştırmalarımız… Tartışmalarımız… Anadolu halk kahramanı Keloğlan’ı öne çıkardı. Yayınlanmış bütün masallarını okudum. Ve birkaç masaldan harman yaparak bir metin oluşturdum. Turgut hem yönetti, hem harika müziklerini besteledi… Cemal de Keloğlan rolünü üstlendi…
5: Dünya Çocuk Tiyatroları Festivali
1975 yaz aylarını provalara ayırdık. Bir Pazar günü Üçüncü Selim İlkokulunda doğaçlamalar yaparken, aniden Metin Deniz ağabeyimiz çıktı geldi… Muhsin Hoca: “Bizim çocuklara, bir el atıver” demiş… Provamızı coşkuyla seyretti ve az sayfalı oyun metnimizi alıp gitti. Üç-dört gün sonra da gülerek telefon etti:
“Keloğlan’ı pazar küfeleriyle oynayalım” dedi…
Ertesi hafta sonu renkli eskizlerini getirip hediye edince, bize de İstanbul’daki bütün sepet atölyelerini öğrenmek düştü. Ve çok sevdiğimiz pazar küfeleri, hem dekor, hem kostüm oldular…
Muhsin Hoca, Mengü Ertel ustayı da bize yönlendirmiş. Atölyesine davet etti… Ziyaretine gidip oyunumuzu anlattık… Avrupa sokaklarına asılacak Keloğlan afişimizi tasarladı, bastırdı ve hediye etti bize… Onu da rahmetle anıyoruz…
Böylece, “Keloğlan” Almanya’nın Hamburg şehrindeki “Welt-Festival der Kindertheater” kapsamında, 28 Eylül 1975 günü, Tik Theater sahnesinde dünya prömiyeri yaptı… Dünyadan başka çocuk tiyatrosu örneklerini seyretme fırsatını bulduk. Sovyetler Birliği Çocuk Tiyatrosu ile Natalia Saz Hanım da gelmişti. Onun selamını Muhsin Ertuğrul’a götürme mutluluğunu yaşadık…
Festival dönüşünde tabii ki Muhsin Hocamıza rapor verdik: “Çok beğenildik Hocam” dedik… “Programda iki gösterimiz vardı. Ama iki gösteri daha ilave ettiler ‘Keloğlan’a…” dedik… Çocuk gibi sevindi: “Ben başarınızı siz gelmeden öğrendim” dedi…
Festivalden İstanbul’a dönüşümüzde “Keloğlan”, Şehir Tiyatroları sahnelerini dolaşarak sergilenmeye devam etti. Yurtiçi turnelere ve festivallere davet edildi… Cemal’in Grotesk Keloğlan yorumu başarılı olmuştu… Sevgili Seçkin Cılızoğlu yönetimindeki “Tiyatro/76”dergisi tarafından, Türkiye’deki bütün çocuk ve yetişkin oyunları içinde “Yılın Oyunu” ödülüne layık görüldü…
1976 sonbaharında uluslararası bir davet daha aldık. İsviçre’nin Fransızca konuşulan kantonunun La-Chaux-de-Fonds adlı küçük şehrinde, beşincisi yapılan “Bienale du Theatre”da sergilemek üzere “Keloğlan”ımızı götürdük. İnanın yine çok beğenildik… Öyle beğenildik ki: Bir yıl sonra, 6 hafta sürecek olan bir turneye davet ettiler bizi… “Keloğlan” küfelerini yeniden yaptırıp süsledik. Kostümlerimizi yeniledik ve oyunu düzeltme provasına soktuk…
Provalar için Üçüncü Selim İlkokuluna gitmek zorunda kaldık. Çünkü Fatih Şehir Tiyatrosu, 22 Ocak 1978 gecesi bombalandı… Üsküdar Şehir Tiyatrosu da 26 Ocak 1978 gecesi bombalandı… Biz de okul salonundaki tedirgin provalarımızı kısa kesmeye karar verdik…
1978 ilkbaharında İsviçre şehirlerinde coşkulu seyircilerimiz oldu. Kaldığımız küçük otelde, bir sabah erkenden, bando sesiyle uyandık. Ne oluyor diye pencereden baktığımızda: 1 Mayıs İşçi Bayramı pankartları taşıyan neşeli bir kortej gördük. Kortejin önünde keyifli marşlar çalan bando, polis bandosuydu. Çok hoşumuza gitti, biz de kortejin arkasına takılıp, dans ederek yürüdük…
İsviçre turnesinde 27 kere sahneye çıkan “Keloğlan” yaklaşık 5.400 seyirciyle kucaklaştı. Turneden sonra tabii yine Muhsin Hocamıza rapor verdik…
Coşkulu sohbetimiz sırasında Muhsin Hoca bana: “Sen sanat okulu mezunusun ve Mühendislik okumuştun değil mi?” diye sordu… “Evet, Hocam” deyince de şöyle devam etti: “Seni Şehir Tiyatrolarına Teknik Müdür olarak atıyorum… Yarın git, Tepebaşı Marangoz Atölyesinde göreve başla…” dedi…
Başladım başlamasına, ama itiraf etmeliyim ki, Teknik Müdürlük bana göre bir görev değildi… Sadece bir ay sürebildi… Üzülerek istifamın kabulünü rica ettim… Muhsin Bey de gerçekten çok üzüldü, fakat hiç ısrarcı olmadı…
O yıl Cemal de İstanbul Devlet Tiyatrosuna girip AÇOK’a veda etti… Şimdi halâ orada oyuncu ve yönetmen olarak görev yapıyor… Bu nedenle, “Keloğlan” rolü için Arsun Erdal arkadaşımızı uygun gördük. Ve 1978 yaz aylarında yeni görev dağıtımıyla provalara başladık. Naif bir Keloğlan yorumuyla başarılı olan ve arı sokması sonucu genç yaşta kaybettiğimiz Arsun’u da, rahmetle anıyoruz…
“Keloğlan” 8 sezondur sahneden inmiyordu… Ayrıca, ona yeni bir kukla oyunu ekleyelim istedik… Böylece beşinci AÇOK projesi, 4. çocuk oyunu: “Leke, Çizgi / Benek, Renk” adıyla hayata geçti. Türkiye’de ilk defa, sahneyi soldan-sağa tamamen kaplayan, üç küçük sahnesi olan, büyük bir kukla perdesi yapmıştık. Her üç sahnede birden, aynı anda aksiyon oluyordu. Kukla perdesi arkasındaki yoğun trafik “Kuklacılar Fabrikası” gibiydi…
Benim yazıp yönettiğim oyunun adını; Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kendi resim anlayışını anlattığı mısralarından ödünç almıştık. Oyunun kuklalarını da yapan öğrencisi Zeki Dinlenmiş arkadaşımız getirmişti bu mısraları bize…
Günlüğümde, bu oyunla ilgili şu satırları buldum: “27 Eylül 1978… Üçüncü Selim İlkokulu… ‘Leke, Çizgi / Benek, Renk’ oyunumuzun ilk gösterimi… Muhsin Ertuğrul, Haluk Şevket, Oben Güney ve çocuklarıyla beraber Seçkin Cılızoğlu seyircilerimiz arasında…”
Günlüğümden iki alıntı daha yapacağım… Birinci not şu: “1 Ekim 1978… Pazar günü saat 11.00… Üsküdar Tiyatrosunun 1978-1979 sezonunda bombalanma sonrası yeniden açılışını ‘Leke, Çizgi / Benek, Renk’ oyunuyla AÇOK yapıyor…”
İkinci not ise şu: “17 Kasım 1978… AÇOK’lu Aziz Çolak kardeşimiz… Gece afiş asarken vuruldu…”
Ülkemiz 12 Eylül 1980’de gerçekleşecek darbeye tırmandırılıyordu. Tedirgindik, çekiniyorduk, ama tiyatro yapmaktan vazgeçmiyorduk. Çeşitli semtlerde ve davet edildiği yurtiçi festivallerinde “Keloğlan” ve “Leke, Çizgi / Benek, Renk” sergilenmeyi sürdürüyordu…
Haldun Taner, kısa adı “ITI” olan “International Theatre Institute” kurumunun Ankara’daki Türkiye Milli Merkezinin başkanıydı… Bir gün telefonla aradı ve: “Ankara’dan trenle geliyorum. Haydarpaşa’da beni karşılayın.” dedi. Merakla gittik… Devasa bir makaralı teyp, birçok yeni spot ve paketi açılmamış elektrik kablosu ruloları getirmişti… “Muhsin Beyin önerisiyle, ITI’nin AÇOK’a hediyesi” olduğunu söyledi. Sevinçle, Üçüncü Selim İlkokuluna götürdük… Birkaç ay sonra bir gösterimizde kullanmak üzere Üsküdar Halkevine taşıdık. Halkevi binası da bombalandı ve çıkan yangın, ITI hediyesi bu malzemelerimizi kül etti…
Günlüğümden son iki not daha aktarmam lazım… Birincisi şu: “15 Nisan 1979, Pazar… Üçüncü Selim İlkokuluna provaya giderken Muhsin Beye uğradık… Kendisini çok keyifsiz gördük…” Bu ziyaretimiz, hocamızı son görüşümüzmüş meğer… Çünkü bir hafta sonra, şunları not düşmüşüm: “29 Nisan 1979… Pazar günü saat 11… AKM Oda Tiyatrosu… Devlet Tiyatrosu adına oynadığımız ‘Leke, Çizgi / Benek, Renk’ 27. gösterimini yapıyor… Oyunun ilk bölümünde kullandığımız slayt makinesi bozuldu… Gergin ve mutsuz geçen gösterimizden sonra, Muhsin Hocamızın İzmir’de vefat ettiğini öğrendik…”
Belki metafizik alanına girecek, ama biz bu iki olayı birbirine bağladık… Çünkü bizim Muhsin Ertuğrul Hocamızın Ruhunu her zaman yanımızda hissettiğimizi söylemek isterim… AÇOK, ondan miras kalan disiplinle üretmeye devam etti… Şimdi hiç birinin ayrıntılarına fazla girmeden, sahnelediğimiz oyunları sırasıyla paylaşmak istiyorum…
6: Muhsin Hoca’dan Sonra AÇOK Oyunları
“Aksak Timur İle Hoca Nasreddin” adlı 5. çocuk oyunu, altıncı AÇOK projesi oldu… Bir avuç Anadolu köylüsünün, yabancı bir zorbanın işgaline direnişinin hikâyesiydi… Metin Deniz ağabeyimizin kapısını çaldık, az sayfalı oyun metnini verdik. Yine Üçüncü Selim İlkokulu’na gelip provamızı seyretti. Birkaç gün sonra renkli dekor-kostüm tasarımları getirdi: “Bu oyunda kâğıt kullanacağız.” dedi… İstanbul kâğıtçılarının yolunu tuttuk ve ne cins kâğıt bulduysak alıp provaya taşıdık: Üçüncü ve birinci hamur kâğıtlar, kartonlar, oluklu mukavvalar,pelür kâğıtları, krepon kâğıtları, kasap kâğıtları, ambalaj kâğıtları… Bu malzemeyle neler yapılabileceğini denemeye başladık… Sonuçta bu “kâğıttan oyun” da, Türk Çocuk Tiyatrosu Tarihinde benzeri yapılamayan bir yere oturdu… Hiçbir karşılık beklemeden, teşekkürlerle yetinenlerden biri olan Metin Deniz ağabeyimize, bu vesileyle sevgilerimizi iletiyoruz…
Yedinci projemiz, 6. çocuk oyunu “Avrupaya Avrupaya” oldu. Adını bilinçli olarak apostrofla ayırmadan yazmıştık. Çünkü yurtsever gençlere “Moskovaya Moskovaya” diye bağırılmasına göndermeydi bu… Avrupa’ya işçi göçünün, ailelerin dağılmasına yol açtığını ve dağılan ailelerdeki çocukların durumunu irdeliyorduk…
Dört çocuk oyunumuzu dönüşümlü olarak sahnelemeye devam ederken… Ben de yetişkinler için Köy Enstitülerini sahneye hazırlıyordum. Fakat kalabalık bir kadro, çok para ve çok çaba gerektireceği için daha ileriki yıllarda sahnelemek üzere durdurduk… Onun yerine, İtalya’da yaşanan benzer eğitim denemesini anlatmaya karar verdik. “Barbiana Öğrencilerinden Mektup” adlı bir kitap yayınlanmıştı. Turgut, kitaba kadar yaşananları anlatan bir sahne metni yazdı. Lise öğrencilerine gösterilmek üzere: “Barbiana’da Bir Okul” adını yakıştırdığı bu oyunu yönetti ve çok güzel şarkılar besteledi… Böylece AÇOK’un 8. projesi; birinci gençlik oyunumuz olarak sahneye çıkmış oldu…
Ailemizin tek torunu, yeğenimiz Elif’in, 4 yaşındayken mırıldandığı: “Benim arkadaşım yok” cümlesinden esinlenen Turgut; aynı adı taşıyan bir sahne metni daha yazdı. Az maliyetli, iki kişilik bu oyunun müziklerini de besteledi, yönetti ve rollerden birini de üstlendi… Böylece, AÇOK’un dokuzuncu projesi, 7. çocuk oyunumuz, seyirciyle buluşmuş oldu…
Anne-babaların çalışmak zorunda olduğu, kentsoylu birçok ailede yaşanan çağımızın sorununu işleyen “Benim Arkadaşım Yok”; sessiz sinema gibi oynanan bir önoyunla açılıyordu: Pijamalarının üstüne pardösülerini giyip, büyük tahta bavullarıyla evlerini terk eden iki yalnız adam, ters yöne gidecek trenlerini beklemektedir… Vakit geçirmek için bavullarından çıkardıkları aksesuarlarla, arkadaşsız bir çocuğun öyküsünü oynarlar…
Sahnelerde 17’inci yılımızı doldurmuştuk… Çocuk ve gençlik oyunlarımızın pek çok sahnede gösterimleri sürerken… Dönemin Kültür Bakanlığı, Ankara’daki bakanlık binasında: “AÇOK’un Tiyatro Alanındaki Başarılı Çalışmalarından Dolayı…” yazılı, güzel bir plaket takdim etti…
Sözün burasında dikkatinizi çekmek istediğim bir ayrıntı var: AÇOK, kardeşler, eşler ve yakın arkadaşlarla üretim yapabiliyordu. Çünkü tiyatroda kaliteyi tutturmanın bedeli ağırdı: Hocalardan miras kalan disiplinin hâkim olduğu hafta sonu tatilleri yoktu… Yaz tatilleri yoktu… Bazı geceler bile evlerde giysi-aksesuar hazırlıklarına ayrılıyordu… Sevgili İbrahim Bozalan emekli olduktan sonra vefat ettiği için, artık Üçüncü Selim İlkokulunda prova yapamıyorduk…
Gösteriler için salon yoktu… Üstüne üstlük para da yoktu… Bu zor koşullara, çok yakın olmayan hiç kimse dayanamazdı… Para konusu Turgut’un ve benim kendi bütçelerimizi kötü etkiledi. Çalıştığımız şirketlerdeki maaşların büyük bölümünü yeni AÇOK oyunlarının yapımına aktarıyorduk. Bir tiyatronun bu işleyiş biçimiyle ayakta kalması; üniversite öğrencilerine tez konusu oldu. Ancak ailelerimizde sıkıntılar yaşatmaya başladı…
Bu koşullar altında Turgut, “Beni Anlayan Yok” adını verdiği ikinci bir gençlik oyunu yazdı. Şarkılarını besteledi, yönetti ve oynadı: Aynı coğrafyada, aynı gökyüzünü paylaşan, aynı yaştaki iki delikanlının; aralarından sınır geçirilince, düşman ülke askerleri oluşlarını anlatıyordu… Bu ikinci gençlik oyunumuz, 10. AÇOK projesi olarak sahneye çıktığında 1991 yılındaydık… (Yıllar sonra, bizim bu konumuzdan esinlenen “Sınırda” adlı bir başka oyunun, 2000 yılında yazılıp oynandığını öğrendik…)
İkinci gençlik oyunumuzun gördüğü ilgi, bize bir “Değişim Üçlemesi” yapmayı düşündürmüştü. Yani: Değişim 1: Çocuklar için “Benim Arkadaşım Yok”… Değişim 2: Gençler için “Beni Anlayan Yok”… Ve Değişim 3: Yetişkinler için “Dönüşüm”…
Anlaşılacağı gibi, yetişkinlere yönelik “Dönüşüm” oyununu, Kafka’nın: “Böcek olarak uyanan Gregor Samsa” hikâyesinden uyarlamıştım… Provalara giriştiğimizde bir de baktık ki… Önümüzdeki yıl… 1992… Muhsin Ertuğrul Hocamızın 100’üncü Doğum Yılı… Her şeyi bir yana bıraktık ve büyük bir proje başlattık… Bu projenin neden büyük olduğunu anlatmadan önce, son çocuk oyunumuzu paylaşmalıyım…
Sekizinci çocuk oyunumuz “Uçan Şemsiye”, 11. AÇOK projesi oldu… Ben rejiye, Turgut metne yardım etti… Çocuklara: “Doğayı korumamız için, çevremizi kirletmeyelim” diyorduk. 1992’de sahneleyeceğimiz büyük projenin çalışmaları sürdüğü için, İkinci Kuşak Genç AÇOK’lular oynadılar. O yıl yine çocuk oyunu yapamayan Devlet Tiyatrosu davet etti. Sezon boyunca Taksim Sahnesinde “Uçan Şemsiye” gösterildi…
Şimdi sıra büyük projemiz “Perdeci”de… Turgut’la birlikte yazıp yönettiğimiz bu ikinci yetişkin oyunumuz, 12. AÇOK projesi olarak Türk Tiyatro Tarihine geçti… Provalarda, en az 75 genç tiyatro gönüllüsüne ihtiyaç duymuştuk. Ve Muhsin Ertuğrul’un hayatının, İtalyan Sahnelere sığmayacağını düşünüyorduk. Oyunu bir Boğaz Vapurunda ve Boğaziçi İskelelerinde sahnelemeye karar verdik. Bazı yazılarındaki imzasından esinlenerek, oyunumuzun adına da“Perdeci” dedik…
1992 Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalinde seyirciyle buluşan “Perdeci”, “dünyada ilk ve tek tiyatro örneği” olarak tanımlandı. Zira hareket halindeki seyirciler, hem Asya’da, hem Avrupa’da, hem Boğaz Vapuru içinde sahneler izliyorlardı… Seyirciler, Ortaköy İskelesinden “Tiyatro Vapuru”na biniyorlar. Vapur hareket edince, alt salonunda Muhsin Ertuğrul’un tiyatroya adanmış ömrü sergilenmeye başlıyordu… Gerçek hayatta O’nun giderek yaşlanmasını, biz “gençleşerek çocukluğuna dönmesi” olarak yorumlamıştık. Çünkü daha çocukken, büyük adam gibi kararlar vermiş; yaşlandığında, her yeni tiyatro haberine çocuk gibi sevinir olmuştu. Vapurun yanaştığı iskelelerden, giderek gençleşen 12 Muhsin Ertuğrul vapura bindi…
İskelelerde farklı AÇOK oyunlarından kısa sahneler sunuyorduk. Seyircimizi, Anadoluhisarı’nda vapurdan inmeye davet ettik. Ve hisarın içine kurulan sahnede, yaz oyunlarına hazırlanan Hocamızın “Hamlet” provasına uğradık. (Muhsin Ertuğrul, gelenek haline getirdiği yaz oyunlarını, Rumelihisarı’nda Shakespeare ile açardı. Biz de aslında “Hamlet” provasına orada seyrettirmek istiyorduk. Ama Rumelihisarı gösterilere kapatılmış ve iskelesi iptal edilmişti.)
Işıltılı Boğaziçi sularında Karadeniz’e seyreden Tiyatro Vapuru; en son İstinye iskelesine yanaşıyordu… En yaşlı AÇOK oyuncusu olarak, Ortaköy’de Tiyatro Vapurunu bekleyen çocuk Muhsin ben olmuştum. Babasını temsil eden, büyük boy-maskını Zeki Dinlenmiş tasarlamıştı. 7 yaşındaki en küçük oyuncumuz da hocamızın yaşlılığını üstlenmişti. “Mutluluklar Ülkesi” oyunumuzu izlerken yaşadığı coşkunun benzeri bir duyguyla, her seyirciye “vasiyetim” yazılı birer zarf verip vapurdan indi. İstinye iskelesinden gülerek el salladı ve karanlığa karışıp gitti… Gece saat 02’de, hızla Ortaköy’e dönen Tiyatro Vapuru içine, saygılı, hüzünlü, sessiz bir atmosfer hâkim oldu…
Bizi onurlandıran Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülünün: “Tiyatroyu şehir dokusuna yayan AÇOK için” cümlesiyle sunulan gerekçesi, çok hoşumuza gitmişti. Birinci, ikinci, üçüncü kuşak tüm AÇOK’luların omuz verdiği “Perdeci” ruhu öyle güçlüymüş ki… Şimdi çoğu tiyatroya devam ediyor. Dünya çapındaki bu projede, AÇOK dışından gönüllü olan amatör tiyatrolar da vardı… Onlara da bu vesileyle sevgiler gönderiyoruz…
Projeleri ardı ardına eklerken, salonsuzluğumuzu dert eden AÇOK dostu bir inşaat ustası vardı. Bahariye’de, bir süpermarketin terk ettiği mekânda yarattığı “Moda Sineması”nda biz de birçok gösteri yapmıştık… Bir gün geldi ve Üsküdar Belediyesinin bitiremediği bir salonu anlattı. Zeynep Kamil’de temeli atılmış bekleyen binayı, AÇOK olarak kiralamamızı önerdi. İhaleye girip inşaatı devir aldık. Bağışlarla ve kendi maaşlarımızdan desteklerle inşaatı bitirdik…
Muhsin Ertuğrul’un sahneye çıktığı ilk salondan esinlenerek, binanın adını “Odeon Tiyatrosu” olarak belirledik. İç dekorasyonu bitirememiştik, koltuk ve spot koyamamıştık, fakat çok seviniyorduk… Zira nihayet belli bir merkezimiz olmuştu… Son oyunlarımızın dekorlarını, aksesuarlarını, kostümlerini; yani AÇOK arşivini, binanın arkasında, ikinci kattaki yönetim odalarına depoladık.
Artık tek kuruş verecek halimiz kalmadığı için, inşaatçı dostumuz, bir başka tiyatroya kiralamayı önerdi. Haberler iletildi ve Haluk Bilginer–Zuhal Olcay kiracımız oldu. İç dekorasyonu güzelce bitirdiler… Yeni koltuklar yerleştirdiler… Ve en son model spotlar alıp getirdiler… Ancak… Ne yazık ki… Spotların demir taşıyıcıları takılırken… Kaynak makinesinden çıkan kıvılcımlar, sahne çatısını tutuşturdu. Alevler hızla salona yayıldı… Odeon Tiyatrosu bir anda yandı gitti!
Yani, heyecanımız, emeğimiz, zamanımız, bütün AÇOK arşivimiz ve paramız, Odeon’la birlikte kül oldu… Ve orası tabii ki Haluk Bilginer ile Zuhal Olcay’a da yâr olmadı… Üsküdar Belediyesi, bir süre sonra yangın yerine yeni bir salon yaptı. Şehir Tiyatrolarına kiraya verdiği bu salon, biliyorsunuz, şimdi Kerem Yılmazer Sahnesi adını taşıyor…
Aradan kırgın ve küskün yıllarımız geçti… Değerli rejisör Orhan Alkaya, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni olarak atanınca… Değerli oyuncu Aslı İçözü de Çocuk Birimi Sorumlusu olunca… Muhsin Ertuğrul’un yaptığı gibi yaptılar: Turgut’la beni davet edip, çocuk oyunları sahnelememizi istediler… İlk çalışma olarak, Turgut’un, AÇOK projesi yapamadığımız, “Büyüyünce Ne Olacaksın?” adlı çocuk oyununu önerdik… Turgut, çok beğenilen bu çağdaş hikâyesini, daha önce, Konya Devlet Tiyatrosunda ve Eskişehir Tiyatro Anadolu’da, iki ayrı sezonda, peş peşe sahneye koymuştu: Çocukların, ebeveynlerin tutkularına göre yarış atı gibi yetiştirilmeye zorlandıklarını anlatıyordu…
Provalar nerede yapıldı biliyor musunuz? Odeon Tiyatromuzun yerine açılan Kerem Yılmazer Sahnesinde… Çünkü orasını “Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Merkezi” olarak seçmişler. Ve demek ki “İlahi Adalet” diye bir kavram varmış… Bu vesileyle: Orhan Alkaya ile Aslı İçözü dostlarımıza, şimdi bir kere daha en içten teşekkürlerimizi iletiyoruz…
“Büyüyünce Ne Olacaksın” seyirciyle buluştuktan sonra, önerdiğimiz diğer oyunların provalarına başladık. AÇOK olarak gerçekleştiremediğimiz “Değişim Üçlemesi”, hayal edilişinden tam 17 yıl sonra “Odeon”da hayata geçmiş oldu: Çocuklara “Benim Arkadaşım Yok”, gençlere “Beni Anlayan Yok” ve yetişkin seyircilere “Dönüşüm”…
İki çocuk oyunu, bir gençlik oyunu ve bir yetişkin oyununu; yeni seçilmiş genç kuşak tiyatrocularla çalışıyorduk. Hepsi eğitimliydi. Üniversite Tiyatro Bölümü veya Konservatuar bitirmişlerdi… Biliyorsunuz, sergilenen oyun kadrolarının fotoğrafları, fuayedeki panolara asılır… Güzel bir gelenektir… Kerem Yılmazer Sahnesinde gece oynayacakları oyun için gelen Şehir Tiyatrolarının yeni kuşak kadrolu oyuncularından bir grup, bizim resimlerimizin asılı olduğu panoları incelerken: “Kim ulan bunlar?” diye dalga geçtiler…
Ancak bundan daha güzel bir başka örnekle de karşılaştık… Bir gösteri sonrası, Şehir Tiyatrolarının orta kuşak kadrolu oyuncularından bir hanım, “Büyüyünce Ne Olacaksın?” kulisine hışımla girdi. Ter içindeki gençleri: “Bu ne biçim oyun?” diye azarladı. “Çocuk oyununda boks ringinin işi ne?” diye bağırdı…
Neyse… Hocamız Beklan Algan: “İnsanı tiyatrocu yapan dürtü nedir?” diye defalarca sorar dururdu… Halâ bir cevap bulamıyoruz, ama “dürtü” devam ediyor… Hayal ettiğimiz oyunları AÇOK’ta sahneleyebiliyorduk. Odeon yangını bu imkânımızı bitirmişti… Ama demin “Muhsin Ertuğrul ruhu bizimle beraber” dedim ya: Dünyanın ve ülkemizin gündemine göre, sahnelenmesini şart olarak gördüğümüz hikâyeleri yazmayı sürdürüyoruz!
Turgut’un desteğiyle çalıştığım “Adalet, Sizsiniz” adlı oyunum, LCC’den sevgili dostlarım Rutkay Aziz ve Taner Barlas’ın yorumuyla iki sezon önce sahnelendi. Belki görenleriniz olmuştur… Bütün Türkiye’deki 80 gösterisinde, yaklaşık 30 bin seyirciye ulaştı. Ve farklı seçici kurulların 6 seçkin ödülü ile onurlandırıldı.
“Adalet, Sizsiniz” Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu desteğiyle sahnelenebilmişti… Ödül verilen sahne tasarımı tabii ki yine Metin Deniz’in imzasını taşıyordu… Bu oluşumun adını “Perdeci Oyuncuları” diye kulağımıza fısıldayan da; yine Muhsin Ertuğrul ruhundan başkası değildir… Şimdi: “Perdeci Oyuncuları” başka doğru projelerle yaşasın istiyoruz tabii… Ayrıca, üç kuşak AÇOK’lularla “Tiyatro Kültürü” konuşmak için ayda bir buluşuyoruz ve “neler yapabiliriz?” diye tartışıyoruz…
AÇOK’un, “kadirbilir” bir tiyatro olduğunu söylemek isterim… Hocalarımıza olan gönül borcumuzu hiç unutmuyoruz… “Perdeci”den sonra Haldun Taner hocamız gündemdeydi. Onun hayatından bir kesiti, Turgut yetişkin seyirciler için “Ölür İse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil” adıyla oyunlaştırdı. Yine İtalyan Sahnelere sığmayan bir açık-hava oyunuydu, sahnelemeye fırsat bulamadık…
Sırada, Beklan Algan hocamızın gerçekleştiremeden veda ettiği; yine İtalyan Sahnelere sığmayacak bir “Lozan” projesine, şu anda Turgut’la çalışıyoruz…
Ayrıca benim sahnelenmeye hazır, üç metnim var. Birincisi, “Vatan” kavramını irdeleyen dört oyunculu bir dram… Diğerleri tek kişilik oyunlar. Birincisi, insan Einstein’ın hayat hikâyesi… Diğeri, kadın gözünden bir boşanma komedisi… Turgut da, Çanakkale Zaferi için modern bir sahne uyarlaması yapıyor…
Yani sözün kısası… Muhsin Ertuğrul Hocamızın Stanislavski’den aktararak öğütlediği gibi: biz “Kendimizdeki sanatı sevdik, sanatta kendimizi değil…”
7: Sonsöz
Sözlerimin sonunda Muhsin Ertuğrul Hocamızın bazı hediyelerini de sizlere anlatmak istiyorum… Mesela: AÇOK, hareket halinde bir ekip olduğu için; her yerde oyun yazabileyim diye, küçük bir seyahat daktilosu hediye etti bana…
Bir ziyaretimizde, benim astım hastası olduğumu öğrenince; son model bir astım ilacı pompası hediye etti. Kendisi de yıllardır astımla savaşıyordu…
Ve bir sabah evimizin kapısı altından atılmış bir zarf bulduk. İçinde kâğıt paralar vardı ve bir de Muhsin Ertuğrul imzalı not konmuştu. Şunlar yazılıydı: “Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ‘Marat/Sade’ı oynuyorlar. Seyrederseniz iyi olur…”
Konuşmamı şükran duygularımla bitirmek istiyorum: Birinci sırada Handan Uran Ertuğrul Hanımefendi var… Muhsin Bey’in son yıllarındaki huzurunu sağlayan kahramandır O. Devlet Tiyatrosu Oyuncusu ve Devlet Sanatçısıdır… Harem’deki evlerinde ziyaret ettiğimiz zaman, ikram ettiği “Üryani Likörü”nü hiçbir zaman unutamıyoruz. Saklamaya gerek duymadan bize de tarifini verdiği için, kadirbilir dostlarımıza anlatıyoruz… “Handan Hanım’ın sağlığına ve Muhsin Bey’in ruhuna gitsin diye… Siz de yapıp için…” diyoruz…
Teşekkürlerimizin ikinci sırasında değerli Tiyatro Eleştirmenlerimiz var.
*Tiyatromuzu “AÇOK Efsanesi” olarak tanımlayan…
*“AÇOK’luları tanıdığımda çocuktular” cümlesini yazan…
*“En unutamadığım AÇOK sahnesi: ‘Avrupaya Avrupaya’ adlı oyundaki sınır köpeği kuklalarının sahnesidir” diyen…
*Türk Çocuk Tiyatrosunun Tarihini “AÇOK’tan önce, AÇOK’tan sonra” başlıklı iki döneme ayıran…
*Bizim her zaman kaliteli işler yapmamız için emek veren…
*Ve “Perdeci” oyunumuzu çok özel bir “Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülü” ile onurlandıran… Seçkin Selvi, Zeynep Oral, Dikmen Gürün, Üstün Akmen… Ve 1995 yılında kaybettiğimiz Tahir Özçelik’e, sonsuz saygılarımızı iletiyoruz…
Teşekkürlerimiz şimdi değerli Tiyatro Hocalarımıza gidiyor…
*Derslerinde öğrencilerine AÇOK’u örnek gösteren…
*Medyaya verdikleri söyleşilerinde ve yazdıkları makalelerinde oyunlarımızdan övgüyle bahseden…
*“Keloğlan” için: “Türk Çocuk Tiyatrosu Tarihinin Zirvesi” diyerek, seçkin bir ödül daha veren… Ayşin Candan’a, Ayşegül Yüksel’e, Özdemir Nutku’ya, Cevat Çapan’a… Ve 2014 Temmuz ayında kaybettiğimiz Sevda Şener Hanımefendiye… Tüm AÇOK Çalışanlarının sonsuz saygılarını iletiyoruz…
AÇOK çalışanları deyince… Grup içinden ve dışından oyunlarımıza emek veren o kadar çok tiyatro sevdalımız var ki… Adlarını burada tek tek saymama imkân olmadığı için beni hoş görmelerini dilerim… Ve hepsine huzurlarınızda yürekten teşekkür ederim…
Sonuna kadar sabırla dinledikleri için, Muhsin Ertuğrul Sempozyumu Değerli Konuklarına da şükranlarımı sunuyorum…
1 Yorum
Hiç bir gününden pişmanlık duymadığım hayatımın ilk bölümünü-aslında başlangıcının bu kadar duru bir dille anlatımı için tebrik ediyorum..Değerli hocamız örnek insan Muhsin Ertuğrul beyefendi ve diğer büyüklerimiz ve artık aramızda olmayan arkadaşlarıma rahmet diliyorum…<3.