Gizem Aksu
Tijen Lawton’la bir akşamüstü randevusunda söyleştiklerimizi, deşifre etmem iki ayı aldı. Zorunlu aralar vermek durumunda kaldım. Zorunlu aralar; dediklerini, dediklerinin arasındaki boşlukları, dediklerinde düşenleri anlamak içindi. Her bir ara, düşlere dalmak içindi. Her bir sıçrama başka düşlereydi. Tijen’in deyişiyle “…o anlamın altında üstünde çok çok daha var.” hissiyleydi.
Metnin içinden farklı katmanlar çıktıkça, dediklerim silindi metinden. Metne dönük dramaturjik tercihim, metni düzenlemek yerine dilin metindeki dolayımsız ve kaygısız ifadesine dokunmamak oldu. Hiçbir söylenene, söyleyişe ve söyleşiye dokunmamak… Beden ile dil ilişkiselliğindeki tahakkümsüzlüğün izinde itaatsiz bir metin çıkıverdi.
Sıçramanın, düşmenin, sekmenin coşkusunu barındıran bir metin.
Anlamların, anlamsızlıkların,anlam sınırsızlıklarının yan yana titreştiği, halaya duran bir metin.
Parçalandıkça çoğalan bir metin.
Çoğ bir metin.
Keyifli okumalar…
O text kullanma arzusu…
Text benim içim çok önemli. Her şeyin önemi aynı aslında, dansın önemi, textin önemi. Ama benim için o önem şeyden çıkıyor: Dans ederken bedeni kullanıyoruz, ama o yetmiyor. Bir şey daha var gibi geliyor bana, öyle hissediyorum. Texti kullanmak benim için, bedenden başka bir yere gitmek. Text, bedene de bağlı… Nasıl konuşuyoruz, kelimeler nasıl çıkıyor? Bir de benim için, nasıl deniyor, challenge…
Kelime duyunca hemen bir şey anlıyoruz, beden öyle değil. Kelime kullanınca duyuyoruz. Brain’e gidiyor, anlıyoruz bir şey. Keli…Kemin…Words… Bir de bazen çok yanlış anlıyoruz, onunla da oynuyorum.
Benim yaptığım projeler de Need Company projelerinde de neredeyse her proje çalışılmaya başlayınca textten başlıyor. Bir text yazılmış. O text de aslında projede olan kişiler için yazılıyor. Mesela, üç haftadır biraz tanıştık. Biz bu projeye devam edersek şimdi kafamda bir şeyler çalışacağım düşüneceğim, projeyi kafamda kağıtta ilerleyeceğim. I am going to prepare for you.
Textler bir challenge ve başka bir şey anlatıyorlar. Ben şeylerle çalışıyorum: Layers… Katma… Textler de başka bir katma oluyor, başka bir katma atıyor, değişik renkler atıyor.
Textle bir şey söylüyoruz. Ama… Başka bir de anlamı olması. Anlamın tam olmaması.
Nasıl söylüyorsun texti?
Mesela, değişik diller kullanıyorum. Fransızca kullandık. Herhalde, neredeyse hiç kimse anlamıyor Fransızca. Benim için anlamak tabi önemli; ama, o anlamın altında üstünde çok çok daha var. Accentler de çok önemli mesela. Sen accentle konuşunca, senin ana dilin değil. The fact speaking a different language… Bu da başka bir layer. Kat.
Başka bir dil konuşunca… İnsan biraz değişik konuşuyor, değişik düşünüyor. Sesi değişiyor. Hani ben bir kere Gasia’ya sordum. Ermeni konuşuyordu. Türkçe’yi Ermenice gibi konuş. Çok zor. Konuşma değişiyor, beden değişiyor. Sonra nasıl o hissi kullanıp başka bir yere nasıl gitmek? Çok delicate bir şey.
Buraya gelmek, böyle bir şey yapmak bile çok zor bir şey. Çünkü, they are not used to it. İlk önce size anlatmak. Siz anlamanız lazım. Ondan sonra seyirciye nasıl transfrom etmek lazım? Bakıyoruz, dans görüyoruz. Text, müzik dinliyoruz. Müzik de güzel değil mesela. I like to challenge audience also. O çok önemli. I like treat the audience as intelligent people. O yüzden kolay bir şey yapmayacağız. Entertainment yapmayacağız. O da var, o da çok güzel bir şey. Why not? Ama, öyle entertainment değil. Kolay değil yani. Bedeni, texti nasıl beraber kullanabiliriz? Nasıl ayrı kullanabiliriz ve nasıl ayrı şeyleri beraber getirebiliriz?
Ben öyle çalıştım; performer olarak, dansçı olarak, textçi olarak… Ben de dışarıdan bakınca öyle bakıyorum; tablo gibi, desen gibi, resim gibi. Dediğin gibi yazıyorum. Koreografiyi yazıyorum. Texti… Architecture gibi, katlar var, renkler var. Öyle bakıyorum, öyle görüyorum. Aslında, hayat da öyle. Nasıl diyeyim? Ben çok politik düşünmüyorum. Çok şeyler anlamıyorum. Ama, etrafta ne oluyor diye, dünya da ne oluyor diye ignore edemem. Bunu konuşmak istiyorum diye takılmıyorum da. Çünkü kafam o kadar şey değil; entellektüel enough, intelligent enough değil. Ama her şey geliyor, içime geliyor, sonra çıkıyor.
Yaptığımız şeyleri kullanmaya çalışıyorum; ama daha önemli sizi görüp siz nasıl yapıyorsunuz, onları yazıyorum. Ondan sonra kafama çok fazla şey geliyor. O nasıl duruyor, o nasıl girebilir? Sonra siz bir şeyler yapıyorsunuz, çok basit bir şey olabilir. Ben de sizden onu bekliyorum. Aslında, sizden çok çok soruyorum.
Ama olmadı. Olmadı, çünkü… You are not used to it. Herkes anlamadı. Ama, nasıl söyleyeyim. Orada olmak, içine girmek, her şeyin beraber olmak, beraber diyince spiritüal bir şey değil. Orada olmak, anlamak, dinlemek, görmek. Sen zaten geçen gün kendin dedin, benim için doğru ve önemli bir şey. Sırf kelimeleri dinlemek değil, anladım değil, anladım ama ondan sonra ne var ne olabilir. Ben mesela “şunu yap, şunu yap, onu dene, bunu dene” diyince onun altından arkasından üstünden yanlarından ne olabilir diye anlamak.
Bu benim experience’ım. Bu çok lüks bir şey, onu biliyorum. Ama benim çok çok önemli bir şeydi. Ben onu paylaşmak istedim sizle. Bir de nasıl paylaşacağımı bilmeden. Ben de öğreniyorum. Mistakes’ler yapıyorum dediğim gibi.
Aslında benim için çok basit bir şey, human olarak. Çok basit. Kendimizi nasıl görüyoruz? Öbürkiler bizi nasıl görüyor? Bir de bu mask var. Persona demek aslında mask demek. O maskı koyuyoruz, kendimizi saklanmak için. Maskı koyunca bir personaj veriyoruz. Nasıl denir? İngilizcesi de gelmiyor……..You put a mask on your face and it gives a very specific image. Aynı zamanda, o mask seni saklıyor. Benim çok basit bir şey; ama, neredeyse her gün herkes onu yapıyor bir şekilde. Ve de aynı zamanda, sen kendini nasıl görüyorsun? Sen kendini böyle hissediyorsun, ama başka birine öyle değil. Veyahut da birisine öyle ötekine değil. Değişik, değişik, değişik. Bir de daha önemlisi: What is in between? Nuance… Bilmiyorum Türkçesi ne? Nüanslar da çok önemli. Gene texte geçersek kelime söylüyoruz; ama, aralarda ne var?
It goes beyond words, it goes beyond movement. Mesela text çok direkt ama hareket… is the opposite. Görüyoruz ama kaçıyor. Onu nasıl yakalamak? How can I do a movement how can I say a word, leave behind something that is not that word, that is not that movement. So, when the audience goes away, what stays with them.
Risk dedin ya? Çok önemli. How go beyond what you already know?
Çok oldu, aslında. Şaşırtan… Aslında böyle çalışmak bana çok natural geliyor; ama aynı anda çok zor. Birisiyle bir conversation yapıyorsun, bir randevu veyahut da. Ama benim içimde de bir şeyler oluyor. How to deal with it? Bu da benim için Persona. Şu var… Şu var… How to put that on a stage with different…? Beni ne şaşırttı? Ben kendim nasıl çalışıyorum on altı kişi? Improvise ettim. Improvise diyince; ordaydım, sizinle beraber, aynı anda bir şeyler yaptık.. Onu nasıl becereceğim, nasıl becerdim, hatta becermedim. Benim için gelmek çok önemliydi. Ben biraz Türk’üm aslında, yarım Türk. Yarım, başka bir şeyim. İngiliz’im. Ama buraya gelmek, sizle çalışmak, Türklerle çalışmak, sizle bütün gün olmak, çalışmak, konuşmak sohbet etmek… Kırk iki yaşımda ilk defa bir şeyler anladım, kendimden. Tam söyleyemem. Hep kendimi Türk mü İngiliz mi? İkisi mi, başka bir şey mi? Ben Türk-İngiliz’im ama Belçika’da oturuyorum. Türkçe konuşuyorum biraz, İngilizce konuşuyorum. İki tane daha dil konuşuyorum, onlar benim dillerim değil. Türkçe de benim dilim değil aslında. Doğru dürüst konuşmuyorum. İngilizcem bozuldu. Ne dil konuşuyorum? Nerden geliyorum? Kimim ben?
Sizi anlamaya çalışıyorum, aynı anda kendimi anlamaya çalışıyorum. O aslında Persona. O da çok gerçek bir şey. ben onu yaşadım aslında. Tam söyleyemem; çünkü tam anlayamadım ama bir şeyler girdi içime. I am like this because of that. Türk olarak, insan olarak, kadın olarak… Gene de çok değişik.
Memoryle çok çalışıyorum. bedende memoryle çok çalışıyorum. Hareketler nasıl geliyor? Hareket yapıyorsun, repetition -repetition yapıyorsun; ondan sonra ne oluyor? Ben şimdi bir koreografi yaparsam kendim için, veyahut da dans phrase yaparsam çok uzaktan hareketler geliyor. Onlar bedenin içinde. Ama çıkıyorlar. Ama, çok değişik çıkıyorlar. O benim için çok önemli bir şey. Herkesin bir individual language var, bir ryhtm var. Onları nasıl çıkartıp, and even take it further? Ondan sonra kafanda da memeory var. Orda da çok değişik hatıralar var. Onlar nasıl birbirlerine mixed oluyorlar? Çünkü, kafa çok çabuk çalışıyor. Bir de bu dünyada, her şey çok çabuk gidiyor.
Hatıralar kafanda çok fragmented olabilir. O frangmentleri naısl beraber koyup hatıra yapabilirsin? Gerçek bir hatıra mı, yoksa fragmentleri koyup yeni bir hatıra mı? Nerden geliyor nasıl çıkıyor? Her zaman orda ama çok değişiyor. Bence beden bu açıdan çok sezngin bir şey. Memoryle çalışmak herhalde yaşa da bağlı. Gençsek belki az hatıralar var. Hayata bağlı, insana bağlı, ne yaşadığına bağlı.
Aslında harika bir şey. Çok güzel bir şey. Çok derin bir şey. Zor bir şey. Çünkü company’ler var, herkes geliyor, kendi şeyini yapıyor. Bir de birisi sana söylüyor; şöyle yap, böyle yap, oraya git, bu saatte gel. Ama burda herkes çok çok çok veriyor. Böyle bir company’de çalışmak, yaşamak… Aile gibi… Benim Needcompany’le derine gidiyordu. Çünkü herkes önemli. Bu ondan daha önemli değil, bu ondan az önemli değil. O yüzden bence, değişik çalışıyorsun. Kendini anlıyorsun, benim yaptığım önemli bir şey olabilir, bir şey verebilir, bir yere gidebilir. Belçika’da çok önemli bir aktress, Viviane De Muynck, Needcompany’ de o da çok uzun çalıştı. O benden 30 yaş büyük, çok çok öğrendim ondan. Ama o da benden çok öğrendi. İşte o yani. Nasıl güzel bir şey, nasıl önemli bir şey. Direktör var, Jan. O aslında hiç koreograf değil. Director diyoruz. Hayatında hiç dans etmedi. Bilmiyor. Ama gördüğü şeye verdiği önem, başka bir yerden geliyor. Visual bir şey, enerjiye bağlı, dinamiğe bağlı. Onun için, çok değişik insanlarla çalışıyor. Çok technical dancer’larla, hiç dans etmeyen birisiyle çalışıyor. Mesela, ben company girdiğimde hiç textle çalışmamıştım. Orada öğrendim, nasıl text’i kullanmak, nasıl çalışmak. Öğrendim ama daha çok çok daha öğrenmem lazım. Herkes bir şeyler öğreniyor, veriyor. Beraber yaşıyoruz. Beraber çalışıyoruz.
O biraz complicated bir şey. O his, o anlam iyi şeylerden geldi; bir de kötü şeylerden geldi. Kendimi doyurdum ama doyurmadım. Aslında devam edebilirdim, devam da etmek istedim; ama bir yere geldim hayatımda: Burada kalırsam kendimi doyuracağım; ama, kendimi belki başka bir türlü doyurmak istiyorum. Ama hiç bilmiyorum. Çok büyük bir risk aldım, aslında. Bir karar verdim; ama, bilmiyorsun ne olacak? Kötü olabilir, iyi olabilir. Kötü, iyi yok aslında. Bir karar verdin, onu takip ediyorsun. Ben de şunu hissettim kendimde: Veriyorum, veriyorum, veriyorum ama hiçbir şey geri almıyorum. Onun için kendimin başka bir yol bulmam lazım.
Sahneye çıkmak; vermek, vermek, vermek. Mesela, seyirciden bir şey alıyorsun. Çok seviyorlar, harika. Seyirciler geliyor, sana bir şeyler söylüyor, harika. Ama neredeyse, sen inanmıyorsun, yani. Anladın mı? İnanmıyorsun, aynı zamanda inanıyorsun. Çok acayip bir şey.
Jan’ bana çok confidence verdi. Neredeyse son yıllarda bana hiçbir şey söylemiyordu. Çok güvendi bana ama benim için the opposite oldu. Bana bir şey ver yani, bana bir şey lazım. Tamam yapabilirim, yapabilirim, ne istiyorsam yapabilirim. Ama, benim için böyle olamazdı. Bana bir şey lazım. Beni yedir, acıktım. Bir de private life da var. Kendim için ne istiyorum, ne oluyor burada? Evet devam edeyim, böyle devam edebilir, ama bana başka bir şey lazım, başka insanlar lazımdı.
O anda düşünmüyordum buraya gelmek ama herhalde bir yerlerdeydi. Çünkü mesele eşim bana dedi ki,” sen buraya gelmeyi neredeyse hemen konuşmaya başladın.” “Hayır.” dedim. “Evet, sen Needcompany’i bitirdin, Türkiye’ye gidip bir şey yapmakla uğraştın.” dedi.
Needcompany ile durmasaydım bu hiç olmazdı. Needcompany ile durdum, 3 sene oldu, belki 4 sene. Sonrasında koreograflarla çalıştım, dansçılarla çalıştım. Bir de neredeyse kendimi kaybettim orada, identity’imi kaybettim. Herhalde devam etseydim bulabilirdim gene ama. Jan bana çok confidence verdi, neredeyse beni yalnız bıraktı. Yapıyorsun, yapıyorsun, yapıyorsun ne yaptığını anlamıyorsun. O da sana identity veriyor, neredeyse. Gidiyorsun, yapıyorsun, öyle kalıyorsun. Başka bir yer bulmam lazım, başka kişilerle bulmam lazım. Önceden konuştuk ya, hareketler nasıl bedensel memory’den geliyor? Orda aynı şeyi yapıyordum, aynı hareketi , aynı hızda, aynı janr…. Şimdi başlıyor, şimdi derinden geliyor. Bir de mesela ders vermeye başladım. O da… Çok şeyler anladım.
Yok ya, çok az, vermiyorduk workshop filan. Company vermek istemedi, onu yapmıyoruz dediler. Ben durunca ders vermeye başladım. Üretmek için para lazım. Benim için ders vermek çok zor bir şey. Neden? Çünkü aynı zamanda anlatıyorum, araştırıyorum, aynı zamanda keşfediyorum.
Öğretmek demeyi sevmiyorum. Çünkü ben öğretmen değilim, paylaşıyorum. Bir şey paylaşıyorum, ama aynı zamanda üstünden altından bir şeyler araştırıyorum, keşfediyorum. Onun için zor. Ama çok entresan bir şey aslında. Benim için ders vermek ve gösteri çalışmak neredeyse aynı şey. Çünkü, ben sizlerle bir şey paylaşıyorum sonra bakıyorum “Hah! Bu olabilir”… Bedenler de çok değişik ya, çok fascine oluyorum. Bu beden bunu yapabilir, görüyorum, onu yapabilir. O onu yapabilirse ben de böyle düşünebilirim. Çok çok yani çok. Her şey çok geliyor. Ben de öyle olunca daha çok istiyorum.
Çok güzel bir şey söylüyorsun. Ben de başka bir türlü bilmiyorum. Another way of doing bilmiyorum. Bir şey yapıyorum, veyahut bir şey yapmıyorum. Üstten bir şey geliyor. Ben kimim, ne bu ya? Ben kimim? Çok acayip bir feeling. Her şey benden geliyor. Paylaşmak istiyorum. Çünkü içimde kalamaz, yoksa explode edeceğim. Bunu söylemek biraz utanıyorum ama söyleyeceğim: Needcompany direktörü Jan, he describe me in one way: “Tijen is diamond with full of dynamite. That is going to explode.” Kendimi hiç öyle görmüyorum ama… İçimdekileri kendim için tutamam, onu paylaşmak lazım. Sahnede, derste, burada… Çünkü bunlar sırf benim için değil. Kendim için saklarsam ne yapacağım bunlarla ben?
Kilitliyor bazen çünkü ben nasıl bunu yani.
Kendini böyle hissediyorsun, bir yandan da nasıl böyle konumlandırıyorsun?
Ama benim için sahnede olmak, ders vermek, onu paylaşmak, bir de gösteri yapmak… Çok değişik ama gene de her şey beraber geliyor. Esasen dediğin gibi sen beni sahnede öyle görüyorsun, ama ders de hiç ayrı değil. Çünkü… Bilmiyorum, bedenle çalışıyoruz ya.
Kendinizi nasıl… How do you understand your own bodies and souls? Bir de bazı kişiler çok belli oluyor, bazı kişiler de hiç belli olmuyor. Yani, movement information nerden geliyor? Dışardan gelirse? Ben onu yapamam. Kötü bir şey değil; ama ben onu yapamam. Kendimden gelmek lazım. Mesela spiritual olabilir; ama, öyle düşünmüyorum. İçinden geldiği için spirititual oluyor herhalde, ama öyle düşünmüyorum, fizik düşünüyorum. Çünkü benim için beden fizik.
Mesela, Needcompany ile çalışmak öyle oldu. Yok aslında, onlar audition yapmıyorlar. Orada çalışan bir performer vardı, Carlotta Sagna. Aslında, o beni sahnede gördü, bir solo yapmıştım. Sonra bir gün telefon çaldı.“Herhalde sen beni tanımıyorsun ama biz böyle Need Company’de birisi arıyoruz. Herhalde gelirsen bir küçük audition yaparsak iyi olur.” Tamam. Gittim audition’dı aslında ama 3-4-5 kişi vardı. İşte bir şeyler yaptık, konuştuk, dans ettik, text yaptık. Öyle yani.. İki gün sürdü. Sonra Jan, “Tamam ben senle çalışmak istiyorum” dedi. Ama onun için bu çok önemliydi; Carlotta Sagna beni sahnede gördü ya, o çok önemliydi. O benim için çok büyük bir şeydi. Sonra ilk gösteri filan. Ondan sonra… Herhalde… Benim hayatımda en büyük şey benim abim. Öldü.
Yani benim için öldü; ama, onu öldürdüler aslında. Ölmedi, öldürdüler yani. Herhalde düşünmüyorsun… O savaş journalisti. Herhalde bir yerde kafamdaydı. O büyük bir şok, hayatını değiştiriyor yani. Benim ondan önce var, ondan sonra var. Hani ben size bir şey sordum ya improvisation’da… Ondan, bir olaydan önceki hayatınız? Böyle atmıyorum yani. Melihler bir dergi yapıyorlar ya, ben birkaç sayfa yazdım. Bir sürü şeyler yazdım; ama, onu yazdım. Herhalde sen o dergiyi göreceksin. İşte o var.
2001… Çok oldu… İşte, çok yani… Bum! oldu. İşte hayatımda çok kötü bir şey, çok konuşmayı sevmiyorum. Benim için sorun değil, ama ondan kaçamam. Benim için mesela memory’i konuşursam. Physical… Hiç unutmam yani, haberi aldığımda… Abimin karısı bana telefon etti, söyledi. Ben o anda sahnedeydim. Prova yapıyorduk, sahnede. Tam kuliste çalıyor, haberi alıyorum, fiziksel o sensation’ı hiç unutmam. Bir de kafamdan neler geçiyor onu da hiç unutmam. Şimdi gibi, dün gibi, şimdi gibi aslında.
Mesela ben bugüne kadar ne olduğunu anlamıyorum. Herhalde hiç anlamayacağım. Bazen de inanmıyorum, bu olamaz. Bu olamaz. Ama, oldu. Bazen böyle dışardan bakıyorum, kemdime bakıyorum, olamaz. Ama orda oldu. Çok doğru bir şey söyledin. Herhalde herkes için öyle değil, ama, bilmiyorum. Benim için evet öyle.
Evet evet. Dediğin gibi hayat derin, herkes de değil. Herkes de olamaz. Herkes öyle yaşamıyor. Bazıları surface yaşıyor, onlar için iyi. Kötü bir şey değil. Ama mesela biz öyle yaşayamayız yani. Herşey beni effect ediyor, her şey… Her küçük şey, her büyük şey effect ediyor. Bu olabilir, bu olabilir. O koku, o ışık… Her şey giriyor, giriyor, ondan sonra bir anda çıkacak, bir yerde.
İşte onu kendim için hala araştırıyorum. Hala anlamadım. Ama yani, ben aslından bir küçük şeyle başlamaya çalışırım. Bir küçük his ya da bir küçük his olsun, text olsun. Ordan başlıyorum, o herhalde küçük şey başka taraflara gidebilir. Oralara gidiyorum, ondan sonra geri geliyorum. Böyle yapıyorum. I cant start like this. I have to have a subject, a solid thing. Her zaman öyle düşünüyorum ama olmuyor. Onun için şey çalışma yapıyorum aslında, onun için çok vaktim lazım. Mesela stüdyoya gidiyorum, bedenden başlıyorum. İşte o bedenin memory’si var ya, oradan başlıyorum. Sonra oradan bir şey anlıyorum, o anladığım şeyi tutuyorum. O anladığım şey, başladığım yer oluyor. Öyle gibi bir şey. Yahut da… Mesela sizle beraber… Text var, Patti’ninki. Onu okuyorum, onu okuyorum.. Ondan sonra onu tamamen anlıyorum, bir de aynı zamanda anlamıyorum.
Mesela bu gösteri için sizle yaptığım proje için oradan başladım. Sonra, benim için çok önemli bir film vardı. Persona, Ingmar Bergmann’ın filmi. Filmin içindeki karakterler… Onlar birbirini nasıl görüyorlar, nasıl communication..? Bir tanesi hiç konuşmuyor, öbür ki de konuşuyor. Onların iki şeyi var, onların arasında in-between de var. Aslında, çok komplike bir şey.
Bilmiyorum soruyu iyi anladım mı, anlamadım mı? Önceki soruya dönüyorum biraz herhalde… Festivale iş yapmamı söyleyen programatör beni sahnede gördü, çok. Needcompany’de gördü. Başka company’lerde gördü. Beni performer olarak gördü, çok beğendi. Ondan sonra beni performer’ın ruhundan çıkarmak istedi. Sen kendine performer olarak ama koreograf da olarak, kendine çok personal bir solo yap… İşte, ordan çıktı. Ama yoksa…Veyahut da spesifik insanlarla çalışmak istiyorum, beraber çalışmak istiyoruz, aslında oradan geliyor. Veyahut da sıfırdan başlıyorum.
Anladım ama anlamadım.
Zor bir soru; çünkü, benim için neredeyse her zaman bir deadline vardı. Ama bazı çalışmalarda bir deadline var ama o deadline’dan önce karar veriyorsun ki göstereceğiz. Bitmedi ama göstereceğiz. İnsanları çağıracağız, feedback almak için.
Ama bu projeyle , deadline vardı. Ama, nasıl diyeyim bir devam etmek için göstermek lazım. Siz üç kere yaptınız. Birinci kere ben bakıyorum, sizle beraberim, ikinci üçüncü kere ben bir distance alıyorum. Düşünmüyorum ama öyle oluyor. Ben de şimdi görüyorum, “Heh tamam, oraya da başka bir şey gelmek lazım. Belki o olmayacak”. Benim için process öyle aslında, performance’ı bitirmek için ama göstermek lazım. Kendin hissediyorsun; şimdi göstermem lazım, feedback bir şey… Seyircilerle bir confrontation olmak lazım. Yoksa böyle devam eder. Aslında böyle paylaşmak lazım seyircilerle. İki kişi olsun yüz kişi olsun paylaşmak lazım. Ondan sonra devam edebilirim.
Mesela benim solom o kadar çok oynamadı, ama her kere çalışıyorum, sırf prova yapmıyorum. Structure değişmiyor; ama, benim yaptığım daha da derinleşiyor. Yoksa reproduce, reproduce yapamam.Sahnede olmak nasıl? Kendimi nasıl hissettim seyircilerle? Kendimi onların yerine koyuyorum. İşte, Persona gibi bir şey.
Benim için… Burada söylediğim şeyler… Her şeyi koyabilirsin. Dediğim gibi burada söylediğim şeyler, paylaşmak istiyorum zaten.
Benim için de müthiş oldu. Çok zor olacak, eve gitmek.
Umarım gene gelince…
Bence olacak yani, ben istiyorum.
Tijen Lawton, bağımsız dansçı, oyuncu, eğitmen ve koreograf olarak kendi araştırmalarını ve eserlerini gerçekleştirmesinin yanı sıra yanı sıra farklı koreograf, sanatçı, topluluk ve kolektiflerle çalışıyor. Londra’da The Arts Educational School’u bitirdikten sonra eğitimine London Contemporary Dance School ve The Juilliard School, New York’ta devam etti. Dünyaca ünlü Needcompany’nin unutulmaz performansçılarından oldu. Bunun yanı sıra Carlotta Sagna, Erika Zuenel,Mauro Paccagnella, Harold Henning,Pierre Droulers gibi isimlerle çalıştı. Brüksel, Paris ve İstanbul’da ders vermeye devam ediyor. Kasım 2014’te, İstanbuldaki dansçılarla geçirdiği üç haftalık süreç sonucunda PERSONA’yı üretti, eser Mart 2015’te tekrar sahneleniyor.