Dilek Üstünalan
Yakın zamanda beni çok benzer şekillerde etkileyen ve bana bazı sosyal gerçekleri hatırlatan iki performans izledim. Bunlardan biri, Yalda Younes’in flamenko dans performansı “No”[1], diğeri ise Mihran Tomasyan’ın çağdaş dans-performansı “Sen Balık Değilsin ki”[2]. Yalda Younes’in performansını video kayıt olarak; Çıplak Ayaklar Kumpanyası’ndan Mihran Tomasyan’ın performansını ise Moda Sahnesi’nde canlı olarak izledim. Dans formlarındaki farklılığa ve video kaydı ile canlı performans arasındaki farklara rağmen, iki performans da izleyiciyi bir şekilde içine çeken performanslardı. Bu haliyle performanslar, yalnızca izleyici konumunda kalmaya izin vermiyor, dansı içerisinde var ettikleri koşulları izleyiciyi de çevreler hale getiriyorlardı. Böylece, bu koşulların ortaya çıkmasında izleyicinin de etkisinin olduğunu, seyirci kalmanın da bir tür oyuna dahil olma olduğunu hissettiriyorlardı.
“No”, Lübnan’lı besteci Zad Moultaka tarafından yazılmış ve flamenko dansçısı Yalda Younes tarafından yorumlanarak 2006 yılında Beyrut’ta ortaya konmuş bir flamenko dans performansı. Bu çalışma, geleneksel flamenko temsillerinden konsept, müzik, sahne tasarımı ve sahneleme tarzı anlamında ayrılıyor. 9 dakikalık dans performansı boyunca Yalda Younes, Lübnan İç Savaşı’nda kaydedilmiş ve dijital ortamda düzenlenmiş olan patlama seslerinin üzerine, sadece flamenko ayak vuruşlarını (zapateado) kullanarak dans ediyor. Bu dans, Lübnanlı gazeteci Samir Kassir’in katledilişinin yıldönümünde, onun anısına üretilmiş.
Video kaydında tamamen karanlık bir sahnede; üzerine düşen zayıf, dairesel bir ışığın aydınlattığı dansçının solo performansını izliyoruz. Younes, dansı boyunca flamenko performanslarında alışılmış olduğu üzere bir ritim ya da melodi üretmiyor; ayak vuruşlarıyla yeri dövüyor, bomba seslerine bu vuruşlarla tepki veriyor. Sanatçının kendi sözleriyle ifade edersek, “Bu derecede şiddetle dans ettiğinizde takırdamazsınız, ritim üretmezsiniz, yalnızca vurursunuz; ta ki sonunda kendinizi vurana kadar”.[3] Bizler, izleyiciler olarak, performansçının sahnenin ortasında yapayalnız varlığını ve agresif, çaresiz, anlık tepkilerini izlerken; tüm diğer kimliklerimizden sıyrılıp yalnızca insan olarak bu savaşın içine hapsolmuş hissediyoruz.
Büyük ve gösterişli eteklerle, etkileyici hareketlerle ve insanın içine işleyen bir müzikle yapılan geleneksel flamenko performanslarının aksine bu performans, bizi çevreleyen şiddetin orta yerinde saf bir varoluşu ifade ediyor. Performansın flamenko dansıyla buluşması ise, sanatçının flamenko ayak vuruşlarından oluşan dansını icra ederken hissettikleri üzerinden gerçekleşmiş. Sanatçı, en başından beri flamenko ayak vuruşlarının ona savaş seslerini hatırlattığını söylüyor. [4]
Younes, dansını insanların yalnızlığıyla ilişkilendiriyor ve Fransız filozof Didi Huberman’a atıfta bulunarak, flamenkoyu “yalnızlığın dansı” olarak tanımlıyor. [5] Flamenkonun bu tanımı üzerine düşününce, Younes’in bahsettiği yalnızlığın, kontrol edemediğimiz koşullarla çevrelenmiş varoluşumuzdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu noktada belki de dans, sanatçının bu koşullar karşısında bir şey yapamamanın verdiği hırsla verdiği çaresiz bir tepkiye, saf bir varoluş çabasına dönüşmüş.
Yalda Younes’in dans ederek var olma çabası, onun politik altyapısından da besleniyor. Arap dünyasında bir yandan demokratikleşme / isyan hareketleri içerisinde var olurken, bir yandan da bu hareketler içinde kadın olarak varlığının, yaşadığı sorunların görünür hale gelmesi için mücadele eden bir birey Younes. Bu politik var oluş çabası dansına da yansıyor. Onu kuşatan, sıkıştıran, çıkmaza sokan, çaresiz bırakan koşullar içerisinde kendi var oluşunu sağlamaya, “ben buradayım, hissediyorum, tepki veriyorum” demeye çalışıyor.
“No” performansında da bu duyguyu yakalayabiliyoruz; savaş seslerinin ortasında var olmaya ve sadece “no” demeye çalışan bir kadının yalnız mücadelesi bu performans. Topluluklar içindeyken yalnız kaldığımızda, çaresizleştiğimizde öyle bir an geliyor ki; o anda elimizden sadece yalnızlığımızdan yükselen bir itirazın sesini yükseltmek, daha güçlü şekilde “hayır” demek geliyor. Younes de bu performansında yeri daha güçlü döverek “hayır” diyor; performans boyunca da bu itirazını gittikçe güçlendiriyor. Performans bitip de sessizlik her yeri kapladığında ise bu güçlü itirazın yankısı kalıyor bizde. Younes, bir röportajında bu sessizlik anını flamenko dansının doruk noktası olarak tanımlıyor: “Birçok müzik eseri bir doruğa ulaşmak; gittikçe yükselmek, güçlenmek ve sonunda da patlamak üzere bestelenir. Flamenko yokluğun ve boşluğun dansıdır. Bir dinamik inşa edersiniz ve doruk noktası yokluktur; sona geldiğinizde geriye kalan sessizliktir.”[6]
Yakın zamanda izlediğim bir diğer performans olan “Sen Balık Değilsin ki” ise, Cem Yılmazer tarafından tasarlanıp, Çıplak Ayaklar Kumpanyası dansçısı Mihran Tomasyan tarafından yorumlanmış ve ortaya konmuş 40 dakikalık bir çağdaş dans performansı. Oktay Rıfat’ın aynı isimli şiirinden yola çıkan sanatçı, “büyük balıklar tarafından yutulan küçük balıkların” hikayesini anlatıyor. Sistemin bekası için harcanan hayatları, bu hayatlar harcanırken nasıl da çaresizleştiğimizi, öylece izlediğimizi, bazen yalnızlaştığımızı; bazen de kalabalıktan biri olup, bu gerçek ya da sembolik öldürme eylemlerine nasıl dahil olduğumuzu hatırlatıyor bize.
“Sen Balık Değilsin ki”yi, Moda Sahnesi’nin 50 kişi kapasiteli salonunda izledim. Sanatçı, onu çevreleyen izleyicilerin ortasında performansını sergiledi. Bu sahneleme biçimi, gerçek hayatta da “harcanan” hayatları nasıl çevrelediğimizi ve bu hayatlar tüketilirken nasıl izlemeye devam ettiğimizi anlamamızı sağlayan bir konumlanma olarak özellikle seçilmiş gibiydi.
Sanatçı, Oktay Rıfat’ın aynı isimli şiirini bir ses kayıt cihazına okuyor:
Büyük balık küçük balığı yutar demişler
Bok yemişler
Onu sardalyeler düşünsün
Sen balık değilsin ki Ahmet
Sonra sistemin yuttuğu küçük balıkları bir bir sayıyor:
Sen balık değilsin ki Berkin
Sen balık değilsin ki Hrant
Sen balık değilsin ki Mihran
…
ve diğerleri…
Irkçılığa, cinsiyetçiliğe, devletin bekasına kurban verdiğimiz canların isimlerini bir bir sayıyor. Sonra kendi sesini kaydettiği kasedi çalıyor ve bu ses stüdyoda yankılanmaya devam ederken gözümüzün önünde defalarca vurulup ölüyor birileri. Her saydığı isim için bir daha vurulup düşüyor. Her vuruluşta, sadece izlediğimiz ve durdurmak için hiçbir şey yapmadığımız için öldüren biz oluyoruz belki, hatta alışıp gündelik rutinimize devam ediyoruz; ya da o anda öldürülenin biz olduğumuzu hissediyoruz belki de. Sonra oradan bir itiraz yükseliyor: “Sen balık değilsin ki!”
Performansın, izleyicileri sorumluluğa davet eden bir bölümü benim açımdan çok etkileyiciydi. Sanatçı, kendisini çevreleyen izleyiciler arasında, ellerine tutuşturduğu kaset şeritlerinden bir ağ oluşturuyor. Bizler, izleyiciler olarak, ortadaki ağın arasına sıkışıp kalmış, hareket etmeye çalışan performansçıyı izlerken, ellerimize tutuşturulan şeritlerden bulaşmış olan suçu hissediyoruz. Bu hisle birlikte yalnızca izleyici olmanın, etrafımızda olan biteni yalnızca kaydetmenin verdiği rahatlık ortadan kayboluyor artık. Başka bir bölümde, her birimizin önüne konfetiden bombalar patlıyor. Her patlayan bomba, biz seyirci kaldıkça anlamsızlaşıyor, karnavallaşıyor, seyir nesnesine dönüşüyor. Patlayanın bombalar olduğunu ve biz orada oturup “izlemeye” devam ettiğimiz esnada dünya üzerinde bir yerlerde gerçek bombaların patlamaya devam ettiğini sadece sesler hatırlatıyor bize.
Her iki performans, sistemin yok ediciliği karşısında hissettiğimiz yalnızlığı ve çaresizliği farklı şekillerde ifade ediyor. Her ikisi de kendimi izleyici koltuğunda bulduğum ölçüde bir huzursuzluk yarattı bende; belki de her an içten içe hissettiğimiz ama hayatın her şeyi yutan akışı içinde unuttuğumuz rahatsızlık duygusunu hatırlattı. Toplum olarak suça nasıl ortak olduğumuzu, bu izleyici konumunun aslında hiç de masum olmadığını; sessizliğimizin, eylemsizliğimizin birilerinin hayatlarının kolayca harcanabilmesine neden olduğunu yüzüme çarparken bir yandan da bir başına kalmışlığımızdan yükselen bir itirazı büyüttü içimde. Belki de her iki performansta da ortaya çıkan bu itiraz, aslında kendimize verdiğimiz tepkidir. Elimizden bir şey gelmemesinin, gittikçe duyarsızlaşmamızın yarattığı öfkeyle ortaya çıkan bu tepki, doğrudan kendimize yönelmektedir belki. Fakat bu tepki, izledikçe izlemeyi zorlaştıran, hareket isteği uyandıran bir farkındalığa dönüşüyor. Yaratılan distopyada aktif rolümüz olduğunu ve aynı zamanda da bu distopyanın içinde sıkıştığımızı, çaresizleştiğimizi, yalnızlaştığımızı hissediyor ve sonunda performansçının isyanına, “hayır” çığlığına da ortak oluyoruz.
[1] Performans videosu: http://www.youtube.com/watch?v=BPtq-mcZeBk
[2] Tanıtım videosu: http://vimeo.com/40113529
[3] “The peak is the silence, when you stop..” The Free Library. 2013 Al Bawaba (Middle East) Ltd. 13.12.2014. http://www.thefreelibrary.com/The+peak+is+the+silence%2c+when+you+stop.-a0318383509
[4] A.g.m.
[5] A.g.m.
[6] A.g.m.