Nurdan Derman
Tiyatro, toplumu gerçekleriyle yüzleştiriyor ve içinde bulunduğu karmaşada aynaya dahi bakamayan, baksa dahi görmeyen insanları sahnede kendileriyle karşılaştırıyorsa eğer, evet, ben baktım o aynaya geçen akşam. Bir selam çakıldı bana da dün.
Oyun atölyesi sahnesinde, Berkoff’un bu sahici trajik komedisi Dolu Düşün Boş Konuş, omuzlardan sarstı sarstı ve bak dedi, sen busun işte. Bir an kahkahalarla gülerken, hemen arkasından gözler doldu. Frank, Henry, Donna, George ve kayınvalide, aslında hiç bir şey göründüğü gibi değildir sözünü bir kez daha hatırlattılar. Sistemin çarklarının içinde nefes alamayan bireylerin, biricikliklerini kabul etmekten uzakta, oynadıkları rolleri ve hayatı kendileri için ne kadar zorlaştırdıklarını, kendi bulmacalarının içinde kendilerini kaybettiklerini anlattı bize oyun.
Aslında söylemek istediklerimiz ancak bir türlü söyleyemediklerimiz, donan sahnelerde karakterlerin kendi iç seslerini duymamız, aslında herkesin ne kadar birbirine ihtiyacı olduğu, aslında ne kadar yalnız olduğumuz ve aslında çözümün ne kadar kolay olduğu, cayır cayır gözümüzün önünde, oradaydı. Kendimizi ne zavallı hallere düşürdüğümüzü görüyor, buna gülüyor ve aynı zamanda belki de bağıra çağıra ağlamak istiyorduk. Defolarımız yüzümüzde patlarken, aynen sahnedekilerin yaptığı gibi, biz de sadece oynuyorduk. Gülüyorduk ağlanacak halimize ama içten içten dokunuyordu bize hem gördüklerimiz hem duyduklarımız.
Yatak sahnesi. Kimileri için artık oradan daha mahrem bir yer yok. Teoride en çok kendimiz, yakın, içten ve gerçek olmamız gereken yer. Ve fakat pratikte hiç olamayışlarımız. Görev kılıklı kabuslar, asla paylaşılamayacak olan fanteziler, bastırılmış yok sayılmış iç dünyamız, çöplüğe dönmüş bilinçaltımız. Sanki hiç içine girilip temizlenmemiş metruk bir ev gibi. İçten içe çürüyen ama çaktırmayan, hala sağlam duran iskeletiyle dışardan bakanları etkileyebilen ama kokan, hatta kokuşan…
Satışçı sahnesi. Modern insanın içindeki en dokunmadığı, en normal saydığı yeriyle, incesiyle, tüm kurbanlığıyla ve tüm çaresizliğiyle göstere göstere oynandı. Hem de öyle böyle bir oynamak değil, o kadar hassas bir dengede öyle güzel gidip geldi ki; neredeyse sahnede bir ruhsal ameliyat izledik. Her şeyin ortaya dökülmesi, saçılması, yüzümüze, gözümüze bulaşması acıklı ama çok acıklıydı. Öyle içine aldı ki mizahın tatlı pamuk yatağında bizi, irkildik ve beyaz yakalarımızı kapatmaya çalıştık bazılarımız.
Müzik seti sahnesi. Kredi kartları ve ihtiyacımız olmayan her şeyi almaya ne kadar hevesli oluşumuzun alt yazıları. Hala kulaklarda çınlayan AL AL AL AL sesleri. AL ve dışlanma. AL ve sistemin içinde kal, sistem seni korur. AL ve içindeki boşluğu ört. AL ve daha çok borçlan ki; sana daha çok sahip olabilelim. AL ve olduğun yerde köle şeklinde kal, sisteme bağımlı ol. AL ve özgürleşeme. AL ki; kendinden biraz daha uzaklaş. Madde ol, para ol ve kendini unut. Çünkü seni böylece aynılaştırarak yönetmemiz çok daha kolay oluyor.
Şemsiye sahnesi ve gözler dolar. Korkuyorum, çok endişeliyim. Ben de. Sen de miiiiii? Sevilmeye ne çok ihtiyacımız var, kendimiz olarak, maskesiz halimizle. Aslında bizden ne çok var etrafımızda. O korunmak için başımızın üzerinde tuttuğumuz şemsiyelerimiz aslında ne anlamsız, ne gereksiz, ne boş. Biz, zaman geçer ve yapraklar dökülürken konforlu labirentimizde ne ustalıkla birbirimize çarpmadan, çarpıp da bir yerlerimiz kırılıp, içinden biz çıkmadan, ne kontrollü ve sert, ne kabuklu yaşıyoruz hayatımızı. İntihar fikri daha ne çok insanın aklından geçiyor kim bilir?
Cinsel kimliklerimiz. Kadınları seven erkekler, erkekleri seven kadınlar. İçi boşaltılmış bir sevgi kavramı. Daha kendini sevemezken, birbirini sevmeye kalkışanlar, karşılarında kendi korkularını, eksikliklerini, endişelerini gören ve “sevdiklerinden” buz gibi soğuyanlar. Aslında kendilerinden nefret edenler onlar. Ötesinde, içimizde bastırılanlar, toplumun o sımsıkı duvarları, kalıpları yüzünden kendin olamamanın bir başka boyutu. Abartılmış erkekliklerin altında düğümlenmiş saklanan gerçeklik, fizikselliğin baskıladığı kadınlık, pompalanan güzellik şerbetinin erittiği tek memeli dişiliğimiz. Kadın ya da erkek, hiç farksız, hepimizin içindeki cesaretsizlik ve gerçekleşememe hallerimiz.
Çok aynıyız aslında. Aynı korkuları, aynı endişeleri paylaşıyoruz. Boşluklarımızı kapatmak için aynı yamaları kullanıyoruz. Bir an bir şey oluyor, tam coşuyoruz, yaşamaya başlıyor, içimizdeki kapağı açıyoruz ki, yine içerdeki kakafoni bırakmıyor peşimizi cesaret edemeyip, kapağı tekrar kapatıyoruz. Egomuz, sistem, alışkanlıkları, duvarlar, sınırlar ne dersek diyelim bizi kalın çivileriyle çakıyor olduğumuz yere. Tiyatro bu yüzleşmeleri yaşatıyor seyircisine. Oyun demek ironik aslında. Senin içinde oynadığın hayattaki oyunu sana sahnede aynalıyor, bunu da bir anda şoka girme diye oyun görünümünde, yavaş yavaş veriyor.
Tiyatro gerçek, tiyatro içine bakmak aslında. Ve nasılsa, her havuzun dibi aynı ya. Bizi BİRleştiren tiyatro, zaten gücünü de buradan alıyor. Seyircisini yarattığı gibi, belki bir gün bir toplumu da yeniden yaratacak, tohumları sabırla ata ata. Tiyatro umuttur ne de olsa!