Mimesis Çeviri/ Filmler ve televizyon yavanlık batağında. Artık toplumun aynası sahnede.
Guardian, 7 Kasım 2014, Çeviri: İbrahim Bali
‘Şu an Londra’nın en popüler oyunu olan III. Charles, siyaseten müdahaleci bir kralın tehlikelerini anlatıyor.’ Fotoğraf: Johan Persson
Bir zamanlar siyaset ‘çirkin insanlar için bir şov’ olarak görülürdü. Oysa tiyatronun biraz olsun siyasal sürece etkisi varsa, o zaman siyaset, en azından Britanya’da, tiyatronun ayrılmaz bir parçasıdır.
İnanmıyorsanız, etrafınıza bakmanız yeterli. Şu an Londra’nın en popüler oyunu, Mike Bartlett’in, III. Charles’ı, siyaseten müdahaleci bir kralın tehlikelerini anlatıyor. Bir bilimci olan Chris Rapley ve oyun yazarı Duncan Macmillan beraber yürüttükleri ‘2071’ adlı oyun, kasım ayının başında Royal Court sahnesinde sergileniyor. Bu oyunda da sera gazlarının emisyonunun sürmesinin korkunç sonuçları irdeleniyor. Donmar Warehouse sahnesi yeni sezonda, 2011 Occupy [İşgal Et] eylemini konu alan Steve Waters’ın kaleminden Tapınak [Temple], ve ayrıca James Graham’dan Oy [The Vote]’u da programına aldı. Oy oyununda kurgusal marjinal bir seçimdeki siyasal karışıklıklar ele alınacak. Bu oyun ayrıca 7 Mayıs’ta, yani seçim gecesi Channel 4’te canlı yayınlanacak. Bu bir büyükşehir etkinliği olarak da düşünülmemelidir çünkü Galler Ulusal Tiyatrosu, yasadışı sınır geçmenin fiziksel tehlikelerini ele alan katılımcı bir etkinlik olan Bordergame’i [Sınır Oyunları] başlatmak üzere.
Politik tiyatro batar, çıkar ama şu anda yeniden diriliyorsa bunun bir kaç sebebi var. Birincisi, mevcut politik söylevlere karşı olan hoşnutsuzluk ve genellikle medyanın bazı gerçekleri göstermediği kanısıdır. İskoç referandumunun yoğun kampanyaları, anayasal tartışmalara olan ihtiyacı gösterdi, ki bu tartışmaların yanında Westminster münazaraları lezzetsiz kalır, Sinema ve televizyon da kurgularında önemli konulara nadiren değiniyor. Ken Loach filmleri, Hugo Blick’ten Filistin-İsrail arasındaki karışıklığı ele alan Onurlu Kadın [The Honourable Woman] dizisi gibi bazı istisnalar gösterilebilir ama oyunun düzenli yok oluşuyla televizyonda, merhum Sydney Newman’ın BBC Drama’nın başındayken de dediği gibi ‘tahrik edici eşzamanlılık’ eksik.
Sinema ve televizyonun başarısızlığı tiyatro için bir fırsat oldu. Genelde elitist ve hayattan kopuk olmakla alay konusu olan tiyatro, bilginin, tartışmanın, düşünmenin hatta yakın zamanda Berlin’den bir yapım olan, Ibsen’in An Enemy of the People [Bir Halk Düşmanı] katılımcı bir tartışmanın adresi oldu. Ancak politik tiyatro yaşıyorsa bunun sebebi yalnızca sinemanın ve televizyonun yavanlığı olamaz. Bu, aynı zamanda da şimdiki oyun yazarlarının üzerlerinde oynayabilecekleri zengin bir geleneklerinin olmasından kaynaklanıyor.
Aslında 1968’de yanan devrim ateşi, baskın bir gençlik kültürü ve Vietnam savaşının dolaylı etkisiyle dirilen Politik tiyatro egemen hükümet sistemlerine saldıran bir yığın eser oluşturdu. Bunların önemli bir kısmı geçici ajit-proplardı, ancak bu hengameden bazı birinci sınıf oyunlar da çıktı. Trevor Griffiths’in yazdığı The Party [Parti] (1973), Britanya’da devrimin neden asla başarılı olmayacağıyla ilgili – belki Russell Brand’in de okuması gereken – yıkıcı bir analiz sundu. David Edgar’dan Destiny [Kader] (1976), kılı kırk yaran bir ayrıntıyla aşırı sağ grupları oluşturan hoşnutsuzluğu irdeledi. Caryl Churchill’in kaleminden Top Girls [En Üst Kızlar] (1982) Thatcherist dünya görüşünü delici bir şekilde sorgularken, Pravda’da (1985) Howard Brenton ve David Hare Britanya halkının tekelci medya ‘ağa’larına miskinlikle teslim oluşunu yerdi.
Tüm bu yazarlar, ne mutlu ki, hala bizleler ama daha da önemlisi, yeni bir neslin de, tiyatronun, toplumun durumunu ele almak gibi ahlaki bir görevi olduğu inancını miras alması oldu. Mike Bartlett büyük, ve kamuya açık oyunlara iştahlı olduğunu gösterdi ve National Theatre da izlenen, the undervalued 13 [önemsenmeyen 13] birleştirici bir felsefe arayışı içinde etrafı sallayan, karşıt protesto eylemlerini gösterdi. James Graham’ınki de bir başka büyüleyici vaka. Kariyerine Londra’da küçük Finborough tiyatrosunda Suez macerası hakkında (Eden’s Empire [Eden İmparatorluğu]) ve Thatcher’ın Grantham yetiştirmesi hakkında (Little Madam [Küçük Madam]) oyunlar yazarak başladı. Ondan beridir de davasını, meclis denetleyicisinin gücünü (This House- [Bu Ev]), ve şirketlerin çıkarları doğrultusunda teknolojiyi işgal edişlerini (Privacy [Gizlilik]) eleştirmek için genişletti. Bu adlara Roy Williams, ki kendisi – birbirini takip eden iki güzel oyun, Fallout [Atık] ve Sing Yer Heart Out for the Lads* ile – ırk gerçekliğini Britanya sahnesine taşıdı.
Politik tiyatronun şu anki canlılığı günümüzdeki krizleri ele alma dürtüsünden ve var olan gelenekten geliyor. Aynı zamanda anahtar kuruluşlardaki bireylerden de aktif destek almasına dayanıyor. Nicholas Hytner’ın görev süresince görece az bahsedilen başarılarından biri de günün anahtar konularıyla ilgili yazarlara olan desteğiydi: 9/11 ile ilgili (Stuff Happens [Böyle Şeyler Olur]), çevresel felaket (Grönland) ve ekonomik kriz (The Power of Yes [Evetin Gücü]). Bunların hepsi aynı derecede başarılı değillerdi ama en azından bir inancı gösterdiler – İskoçya Ulusal Tiyatrosu ve Galler Ulusal Tiyatrosu’nca da paylaşılan bir inancı –; kuruluş, unvanı yanında, tartışmaların yapılabileceği bir forum görevi görme mecburiyetini de taşıyordu.
Oysa, politik tiyatronun tek parça bir yanı yoktur; ve son yıllarda tartışmasız olarak en heyecan verici gelişim de onun yeni şekillere girebilmesi olmuştur. Nicolas Kent, 1984 – 2012 yılları arasında Tricycle Tiyatro’sunun yönetmeni olarak, güncel sorunlara kelimesi kelimesine ifadelerle karşılık veren ve mahkeme tiyatrosu olarak bilinmeye başlanan akımın öncüsüdür. Eleştirilen konular, büyükşehir polisinin Stephen Lawrence cinayeti soruşturmasının Macpherson raporundan (The Colour of Justice [Adaletin Rengi]), Derry’de 1972 yılında 13 medeni hak yürüyüşçüsünün öldürülüşünün Saville soruşturmasına kadar genişti. Ancak kelimesi kelimesine tiyatro esnektir. En olağanüstü Tricycle gösterilerinden biri de Gillian Slovo’nun The Riots’ıydı [Ayaklanmalar], ki bu oyun dört ay önce Ağustos 2011’de yaşanan ayaklanmanın sebeplerini ve sonuçlarını ilgi uyandırıcı bir biçimde açıkladı: bu da aslında tiyatronun güncel olaylara, televizyondaki gibi bürokratik engellere ya da bir film çekmenin çetrefilli antlaşmaları gerektirmesi gibi zorluklara takılmadan, hızlıca bir tepki verebilecek gücü olduğunu kanıtladı.
Britanya tiyatrosunun tamamen politikayla meşgul olduğunu söylemek de yanlış bir yönlendirme olur. Çok miktarda pamuk helva misali, gerçekten kaçan oyunlar da var. Birkaç köklü topluluk ya son dönem John McGrath’ın 7:84’ü gibi bıraktılar ya da Red Ladder gibi Sanatlar Konseyi ödeneklerini yitirdiler. Sıkışık ekonomi aynı zamanda bölgesel tiyatroları da tedbirli olmaya ve daha az yeni şey üretmeye yönlendiriyor. Ümit verici şeyse seyircilerin, artarak, saf bilgi ve içinde yaşadığımız toplum hakkında kışkırtıcı tartışmalar için tiyatroya bakıyor oluşu.
Bu aynı zamanda bizim yerli kan akışımızın da bir parçası gibi görünüyor. Birkaç yıl önce Britanya Konseyi tarafından Santiago’da organize edilen uluslararası politik tiyatro tartışmasına davet edilmiştim. Britanya tiyatrosunun muhalif geleneği hakkında konuştuktan sonra, iki Fransız temsilci değindiğim noktalara kibar bir yukarıdan bakışla tepki gösterdiler. Yakın zamanda Paris’te George W. Bush hakkında sahnelenmiş bir oyunun çok az ilgi uyandırdığını gözlemlemişler. Konuştukça, farklı noktalardan baktığımızı fark ettim. Fransız meslektaşlarım için, tiyatro önemli ölçüde estetik bir disiplindi ve hayattan kopuktu. Benim yerleşik Anglo-Sakson bakış açımdansa, hayatın vazgeçilmez bir parçasıydı; kaçınılmaz bir şekilde politikayı utandıran bir parçası. Britanya tiyatrosunun en büyük güçlerinden birinin toplumumuzu mikroskop altına koymaya her an hazır oluşuna ve korkusuzca konuşabilmesine olan inancımı hala yitirmedim.
* r.n. Siyahilerin konuştuğu bir İngilizce ile Delikanlılar için Kalbinin Şarkısını Söyle manasında çevrilebilir.