Mehmet Bozkır
“Bazen gizleyeceğin bir şeyin kalmaz, bu iyidir.”
BO Sahne’nin ikinci prodüksiyonu olarak geçtiğimiz sezonun ortalarında sahnelenmeye başlanan Bakarsın Bulutlar Gider ilk günden itibaren seyircinin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Seyirciler de eleştirmenler de hep bir ağızdan oyunu övgülerle anlatıyor, tek bir olumsuz eleştiri gelmiyordu. Özen Yula’nın oyunlarına hayranlık duyan ve tüm metinlerini bilen biri olarak benim için şaşırtıcı değil de iyice merak uyandırıcıydı bu durum. İlk sezonunda kaçırdığım oyunu geç kalarak da olsa yakın zamanda seyretme fırsatı buldum.
Oyun hakkındaki olumlu eleştirilerin, sosyal medyadaki paylaşımların ötesinde benim için Özen Yula isminin olması başka hiçbir şey bilmeye gerek kalmadan o oyunu seyretmek için yeterli. Yazdığı her metinle bir şekilde seyircinin yüreğine dokunan yazar kuşkusuz ki Türk tiyatrosunun en incelikli, en özellikli kalemlerinden biri. Çağdaşları içinde günlük bir meseleyi bile anlatırken edebi yandan ayrılmadan yazabilen başka birisine rastlamak neredeyse imkansız.
Özen Yula’nın oyunlarına duyduğum hayranlığın etkisiyle ve oyun hakkında okuduklarımın bilgisiyle biletimi aldığım günden itibaren heyecan duyarak salondaki yerimi aldım. Üstelik bu sezon henüz beni tam anlamıyla çarpan bir oyun seyredememişken rahatça koltuğuma yaslandım, sahnedeki objeleri incelemeye başladım.
Bakarsın Bulutlar Gider halen sahnelendiği ve metni de yayınlanmadığı için seyredecekler için sürprizini kaçırmamak adına dikkatli olmak zorundayım, bu nedenle bazı şeyleri açık etmeden ama gerekçelerimi belirterek yazabilmenin sıkıntısını yaşıyorum.
Oyunun konusu kısaca şöyle özetlenebilir; Betül kocasının beklenmedik ölümüyle kendini eve kapatmıştır, yaşadıklarına ve kocasının ölümüne anlam vermeye çalışmaktadır. Bir akşam daha önce hiç görmediği, kocasının arkadaşı olduğunu söyleyen Kaya ansızın çıkıp gelir ve Betül’e kocasından bir emanet getirir. Emanetin ne olduğuyla birlikte geçmişe dair sırlar da ortaya çıkacaktır. Betül ve Orhan aniden başladıkları sohbetlerinde hem birbirlerini tanımaya, anlamaya çalışırlar hem de tek ortak noktaları olan Orhan’dan bahsederler.
Oyun başladıktan kısa bir süre sonra finaldeki sürprizin ne olduğu anlaşılıyor, en azından seyircilerin büyük bir kesimi için öyle olduğunu düşünüyorum. Ancak sürprizin anlaşılır, tahmin edilir olması oyunun keyfini kaçırmıyor tam tersine konu nasıl oraya gelecek, bu durum nasıl ortaya çıkacak diye takip ettiriyor kendini. Özen Yula burada ustalığını gösteriyor, oyunu sadece finale odaklamayarak sonunun ne olacağını anlayan seyirciler için de yeni kapılar açıyor ve dikkatleri dağıtmadan sonuna kadar keyifle seyrettirmeyi başarıyor. Benim için de öyle oldu ancak oyun bittikten sonra üzerinde uzun uzun düşündüğüm sorular kafamda dolaşmaya başladı.
Metnin farklı noktalarından birisi muhafazakar kesimden iki kişiyi hatta üç kişiyi konu alması. Bu yönleriyle karakterler sahne üzerinde görmeye pek alışkın olmadığımız türden. İnandırıcılıklarında da hiçbir sorun yok. Ancak olayın başlangıcı, gelişimi ve nihayete erdiği noktada yaşananlar bende kopukluk hissi yarattı. Sanatın hayatın birebir kopyası değil, gerçeği kurgusu olduğunu unutmadan ve yazarın “ O karakter onu der mi, öyle tepki verir mi, böyle bir şey olabilir mi gerçekte” diyenlere katılmadığını bilerek ama oyunu seyrettikten sonra bende uyanan hisleri de göz ardı etmeyerek metni ele almaya çalışacağım.
Betül de Kaya da öyle görünüp bir şeylerden nemalanmak için değil gerçekten de inandıkları için İslami kurallara göre hayat süren kişiler. Bunu her ikisinin de halinden tavrından ve söylediklerinden çıkarmak mümkün. Betül’ün hayatı boyunca hiç çalışmadığını, eğitim durumunu, nasıl bir ailede yetiştiğini, kaç yaşında evlendiğini kendi ağzından öğreniyoruz. Kaya, Betül’e oranla daha az bahsetse de onun da nasıl bir çevrede yetiştiğini, ne iş yaptığını falan biliyoruz. Betül oyunun başlarında son derece tedirgin, yabancı bir adama kapıyı açmak konusunda bile son derece tedbirli. Nihayet evine kabul ettiğinde de tüm davranışları ona göre. Kaya da aynı şekilde eve gelmek zorunda kalmaktan rahatsız, bakışlarını yerden ayırmamasından ve Betül’e vurgulaya vurgulaya yenge demesinden mahcubiyetini anlıyoruz.
Betül’ün Kaya’ya kısmen de olsa güven duymaya, Kaya’nın da Betül’e olan merakını açık etmeye başlamasıyla birlikte karakterler renkleniyor, oyun tempo kazanıyor. Finaldeki sırrın ortaya çıkmasına kadar da pek çok sürpriz yaşanıyor. Ancak bu sürprizler yaşandıkça, olaylar geliştikçe benim de kafamda soru işaretleri oluşmaya başladı. Orhan niçin bir mektup bırakmıştır, hadi diyelim ki Orhan intihar etmeyi planlamıştır ve mektup ortaya çıktığında nasıl olsa kendisi çoktan ölmüş olacağından olabileceklere dair kaygı duymamıştır. Ama Kaya’nın bu emanete sahip çıkması, emanetin ne olduğunu öğrenmeden Orhan’ın anısına saygıyla bunu Betül’e getirmesi olağan mıdır? İnsanın sevdiği birinin son isteğini gerçekleştirmesi, onun anısına saygı göstermesi elbette ki normal. Ama o emanette kendine dair bir şeyler de olduğunu öngörebilecek birinden bu saygı beklenebilir mi, bunun için en azından o kişide her şeyi göze aldığına ya da birçok şeyden vazgeçtiğine dair emareler görmemiz gerekmez mi? Çünkü Orhan ölmüştür, olabileceklerden etkilenmesi söz konusu değildir ama Kaya hayattadır ve belki de Orhan’ı ölüme götüren nedenler Kaya’nın da sonunu getirebilecektir. Kaya’nın psikolojisi ne her şeyi göze aldığını ne de sahip olduğu hayattan vazgeçtiğini gösteriyor. Betül’ün çekingenliğine ve mutaassıplığına rağmen aralarındaki konuşma ilerledikçe bir durumu nitelemek için “Hani derler ya, sevişirsen değil seversen geçer” demesi bende yabancılık hissi yarattı. Sevişirsen değil seversen geçer cümlesi gerçekten çok anlamlı ve etkileyici ancak Betül gibi birisi bu cümleyi nereden duymuştur, duyduysa bile bu cümle ona ne ifade etmiştir. Hepsini geçtim Betül yeni tanıdığı bir adamla konuşurken sevişmek kelimesini bir durumu ifade etmek için bile olsa kullanır mı? Yazarın yine Betül’e söylettiği oyunun etkileyici cümlelerinden “Kalbimi hiç kırmadı ama gönlümü de hiç almadı” böyle bir yabancılaşma hissi yaratmadı hatta beni üzdü ama diğer cümle etkileyici bir söz, güzel bir laf olarak kaldı aklımda sadece. Betül’de olduğu gibi Kaya’da da aynı türden yabancılaşmalar yaşadım. Yazarın yarattığı Kaya karakteri gerçekten çok saf, çok iyi niyetli, çok temiz bir insan. Söylediklerine, haline tavrına baktığımızda Kaya en iyi ihtimalle ya İmam Hatip Lisesi ya da belki bir meslek lisesi mezunudur ki büyük ihtimalle ortaokulu bitirip kendi dükkanlarında çırak olarak başlayıp zamanla işlerin başına geçmiştir. Hayatına dini kurallar hakimdir, hayat görüşü de bu yönde şekillenmiştir. Ve bunun doğal uzantısı olarak da sorgulamaktan çok kabullenmesi, tevekkül etmesi beklenir. Hal böyle iken Kaya’nın bulutlara bakıp oradan insanlarla bağlantı kurması, bulutların gitmesinden yola çıkıp hayata dair tespitlerde bulunması beni ikna edemedi. Kader demesi beklenen birinin birdenbire işin felsefesini yapmaya başlamasını yadırgadım. Hem Kaya hem de Betül karakterlerini değerlendirirken muhafazakar kesimde olan insanların cahil olduklarını, okumadıklarını, felsefe bilmediklerini, sorgulama yapamayacaklarını iddia etmiyorum elbette, asla böyle bir üstten ve hadsiz bakışım yok. İster muhafazakar kesimde olsun ister başka bir kesimde bu karakterlerle bu davranışlar, bu sözler çelişir durumda. Aynı şekilde Betül’ün Orhan’a dair sırrı öğrendikten kısa süre sonra kavuştuğu ruh halini de inandırıcı bulmadım. Aylarca yaşananlar üzerine kafa yoran, kendini eve kapatan biri asla tahmin edemeyeceği bir şeyi öğrendiğinde bunu sindirmesi, anlaması, kabullenmesi için bir zamana ihtiyaç duyar. O zamana kadar şaşkınlık, öfke, üzüntü gibi duygular içinde gidip gelir, birilerini suçlar. Ancak Betül kısa bir şaşkınlığın ardından son derece sakin ve normal bir ruh haline bürünüyor ama nasıl bürünüyor onu anlamak mümkün değil. Oyunun sonunda yaşanan olaylara dair, hayata dair yapılan sorgulamalar, söylenen sözler bence doğru ve güzel. Bunları Kaya ve Betül’ün ağzından duymama rağmen şöyle bir hisse kapıldım; oyunun sonunda birden Kaya ve Betül sahneden çekildi, Özen Yula sahneye çıktı ve bize bunları anlatmaya başladı. Ben o tespitleri Özen Yula’nın kaleminden ancak Betül ve Kaya’nın cümleleri olarak duyabilmeyi isterdim, yazarın varlığını ve kimliğini bu derece hissediyor olmak karakterlere zarar verdi.
Bunlara rağmen oyunun sıkılmadan seyredilmesinde iki şey etken. Birincisi Özen Yula’nın merak ve heyecan duygusunu yitirmeye engel şekilde yapmış olduğu kurgu. İkincisi ise Kenan Ece ve Selen Öztürk’ün oyunculukları. Her iki oyuncu da müthiş bir uyum, denge ve paslaşma içindeler.
Selen Öztürk’ü daha önce Şekspir Müzikali’nde seyretmiştim, o günkü enerjisi ve coşkusunu bugün halen koruduğunu sevinçle gördüm. Abartılı gelebilecek bir tepkiyi bile öylesine içtenlikle canlandırdı ki oyunun başından sonuna kadar sürdürdüğü performansıyla her türlü övgüyü fazlasıyla hak ediyor.
Kenan Ece’yi dizilerdeki ve sinemadaki birkaç rolünden biliyordum, Islah Evi’ni görme şansım olmamıştı, o nedenle tiyatro sahnesinde ilk kez karşılaştım. Ve sahnede göründüğü ilk andan itibaren bunun ne kadar geç bir karşılaşma olduğunu düşündüm. Yarattığı Kaya karakterinin göze batan, kulak tırmalayan en ufak bir yanı yok. Hem küçük oynayıp hem de her şeyiyle bu kadar sahici bir karakter yaratabilmek her oyuncunun harcı değil. Kenan Ece tiyatro sahnelerinde her daim olması ve dikkatle takip edilmesi gereken bir oyuncu.
Bakarsın Bulutlar Gider keyifli bir yetmiş dakika geçirdiğim, Kenan Ece ile Selen Öztürk’ün oyunculuklarının tadına vardığım bir oyun oldu. İnsani olan her duygunun, her durumun hangi sınıfa mensup olursa olsun, neye inanıyor olursa olsun herkes için geçerli ve aynı olduğunu bildiğimden oyunu seyrettikten sonra “Muhafazakar kesimde de böyle şeyler yaşanıyor muymuş” şaşkınlığına kapılmadım, belki bu durum oyunun etkisini kişisel olarak azaltmıştır ama bunu fark etmek için Bakarsın Bulutlar Gider’i seyretmeye ihtiyaç duymak da son derece acıklı.
Oyunlarının hayranı olduğum Özen Yula beni derinden etkilemiş olan Dünyanın Ortasında Bir Yer, Sahibinden Kiralık, Rahvan Giden Atlılar, Yala ama Yutma, Şems Unutma’dan sonra bana bu oyunuyla pek de bir şey söyleyemedi.