[BBC Türkçe’den Çağıl Kasapoğlu Diyarbakır’daki teatral ortamla konjonktürü birlikte ele aldığı haberini yayınlıyoruz.] Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun provasındayım. Sahnede ‘Piet’ ve ‘Val’.
İç savaşta iki karşıt cephede çarpışan ‘düşman kardeşler’ “Toprak nedir? Millet nedir?” sorularını tartışıyor:
“Bazen bir milletin savaşla karşı karşıya kaldığı olur. ”
“Bazen aynı toprak üzerinde birden fazla halkın birlikte yaşadığı da olur.”
“Veya o toprağı paylaşırlar.”
“Veya birbirlerinden çalarlar.”
“Birbirilerinden çalınan bölümü kuvvet kullanarak geri alırlar.”
“Kim senden toprak çaldı Piet?…”
Aktörler sahnede ‘ulus’ kavramı üzerine bu derin tartışmaya girdiğinde tiyatro salonunda savaş uçaklarının göğü delen sesleri yankılanıyor.
Ertesi günkü gazetelerde ‘Çözüm sürecinde ilk kez PKK havadan vuruldu’, ‘PKK noktaları F-16lar tarafından vuruldu’ manşetleri atılacağından habersiz, “rejinin işi herhalde” diyorum.
Kobani eylemleri nedeniyle ara verilen provalar, sokaklar sakinleştiğinde başlıyor ama bu sefer de ‘havada tedirginlik’ var.
Sahnede de Fransız yazar Enzo Cormann’ın Bosna savaşından esinlenerek yazdığı hikayesi ‘Diktat’.
Kardeş kavgaları
Yönetmen Işıl Kasapoğlu’na neden bu oyunu Diyarbakır’da sahnelemek istediğini soruyorum, “Buralarda, ‘kardeş kavgalarının’ diyelim, geçtiği yerlerde sanki bir etkisi olabilir (…) gibi geldi” cevabını veriyor.
Enzo Cormann’ın kurgu ve gerçeklik arasında kurduğu bağ, ufak bir kıvılcımın bile yangına dönüştüğü bir dönemden geçen Diyarbakır’da vücut buluyor gibi.
Muktedire tepki gösteren kardeş Val, sahnede elinde silah, çıkışıyor yine ‘üvey’ kardeşine, “Savaştan sonra bize bahşettiğiniz o topraklarda yaşamanın bu gettolarda yaşamaktan ne farkı olacak ha?”
Bu sözler de, Diyarbakır Bağlar’da, Balıkçılarbaşı’nda, İskenderpaşa ara sokaklarındaki gençlerin hissettiklerini düşündürüyor. Köyleri yakılıp kente göçünce kendilerine ‘bahşedilen o ara sokaklarda’ yaşayan gençleri…
Oyunun provasından sonra, aklımda ‘kimlik, ulus, kardeş kavgasına’ ilişkin sorularla Dicle Fırat Kültür Sanat Merkezi’ne giriyorum.
Tiyatro çalışmalarına ve Diyarbakır’daki tiyatro ortamına ilişkin ayrıntıları, 48. Altın Portakal Film Festivali’nde Kürtçe Meş (Yürüyüş) filmiyle en iyi sanat yönetmeni ödülünü kazanan Giyasettin Şehir’le konuşuyoruz.
Mars’a giden Kürt çoban
Henüz metin okuma aşamasında oldukları yeni oyunlarının adı ‘Mars’. Yazarı Metin Ewr.
Kimlik, ulus, aidiyet kavramları bu oyunda da sorgulanıyor. Baş kahraman da, teknolojiyle haşır neşir olan, akıllı telefonu, tableti olan Kürt bir çoban.
Koyunlarını otlatan çoban, Mars’a dünyanın her tarafından farklı uluslardan insanların davet edildiğini öğreniyor ve başvuran tek bir Kürt olmadığını görünce kendisi talip oluyor.
Aklında da, “Şimdi Mars’a gidecekler, kolonileşme olacak ve Kürtler her zaman geç kaldığı için sona kalacak ve yine hizmet edenler onlar olacak o zaman ben gideyim” düşüncesi var.
Mizah, sanat ve siyasetin iç içe geçtiği bu oyunun hikayesine göre, Orta Doğu kökenli uluslar, Faslılar, Araplar ve Kürtler, kendi sorunlarını da Mars’a taşıyabilecekleri korkusuyla gezegenin ayrı bir bölgesinde tutuluyor. Hikaye de o Kürt çobanın yaşadıkları üzerine kurulu.
‘Sanat derdi olanın dilidir’
Mars, “sorunlara işaret eden politik bir komedi” olarak tasarlanmış. Sahneye ve köy seyirliğe göre iki farklı uyarlaması var.
Yönetmene neden kimlik, siyaset ve sanat iç içe diye sorduğumda şu yanıtı veriyor:
“Sanat, propaganda aracı değildir. Derdi olan insanın dilidir.”
Kürtçe sözlü edebiyatın sanatçıları Dengbejlerin dillerinde, sanatçıların kaleminde ve sahnesinde kimi zaman kurgu kimi zaman da gerçeklikle harmanlanmış bir mücadele, direniş ve isyan öne çıkıyor.
Diyarbakır’da salonların dışındaki gerçeklik de aslında ‘kurgu’ gibi. ‘Derdi olanların’ sıktığı kurşunların ara sokaklarda deldiği kapılar, ‘derdi olan’ polislerin ellerinde silahlarla kaptıkları köşeler…
O kurşunlar, polisler ve sokağa çıkma yasaklarının ‘antrakt’ verdiği sanata, tiyatroya neden ihtiyaç olduğu da Işıl Kasapoğlu’nun sözlerinde:
“Sanat yok oldukça, vahşet yükseliyor.”