Üstün Akmen
Anayasa’yı korumakla görevli Cumhurbaşkanı Anayasa’yı çiğnedi.
Anayasa’nın bizzat Cumhurbaşkanı tarafından çiğnenmesi bir anlamda darbe anlamına gelmekteydi, bu yazı için bilgisayarın tuşlarını tıkırdatana dek durum kimsenin umurunda değildi.
Zaten anayasal rejim uzun bir süredir yok edilmişti.
Başimamlıktan Cumimamlığa “terfi” eden kişi, illegal yollardan her bir şeye (detaya bilerek girmiyorum) tek başına karar vermekteydi.
Kimse ses etmedi.
Vezir-i Azam’ın Fetvaları
Diğer taraftan, Vezir-i Azam Davutoğlu “restorasyon”dan söz etti, Osmanlı’nın bu coğrafyada yeniden ve güçlü biçimde hayat bulmasını amaçladığını utanmadan, sıkılmadan, çekinmeden söyledi.
“Osmanlı’yı sil baştan inşa edeceğim” dedi.
Fevkalade karanlığın kararlılığı içindeydi.
Laik, demokratik cumhuriyetin doksan yıllık geçmişine “hodri meydan” dedi, dedi demesine de Kemalistler, “Mustafa Kemal’in Askerleri”, ulusalcılar falan bir araya gelip meydanları gümbür gümbür gümbürdetemedi.
Milli Eğitim de, kültür-sanat da bu modele uygun olarak biçimlendirildi.
Halklarım hep esnemekteydi.
AKP Faşizminin Darbe Girişimi
Cumhuriyet rejimi, hedef tahtasının odağına yerleştirildi.
Adaletsizlik artık iyiden iyiye “vaka-ı adiye”dendi.
Bu ortamda, muhalefetin anası da babası da başarıya doğru yol alan AKP faşizminin darbe girişimi karşısında silkinemedi.
Aydınlar da mı umutsuz ne, o cenahtan da ses gelmedi, sanatçılar topluma umut şırınga edemedi.
Bir Film Seyrettim Aklıma Geldi
Benim Saygın Okurum, malumunuzdur bendeniz tiyatro eleştirmeniyim ve de üstüne üstlük gelenekselleşmiş Sadri Alışık Tiyatro Oyuncu Ödülleri Seçici Kurul Başkanıyım.
Dolayısıyla tiyatro oyunlarını izlemekten sinema filmlerine zaman ayıramıyorum.
Yaz aylarındaysa, edindiğim DVD’lerden, İnternet’ten yaptığım indirmelerden gediğimi kapatmaya çalışıyorum.
Geçtiğimiz haftanın son günü, Şilili Yönetmen Pablo Larrain imzalı, 2012 yapımı “No/Hayır” (Meraklısı İçin Not: http://unutulmazfilmler.com/no.html#izle) başlıklı yarı belgeselini izledim.
Elbette anımsayacaksınız, ama ben “hafıza tazeleme babından” yineleyivereyim. 4 Kasım 1970 günü “Seçimle işbaşına gelen ilk Marksist Devlet Başkanı” unvanını başına taç olarak takan Salvador Allende, “Amanın Şili komünist oluyor” diye çığır çığır çığıran Amerika Birleşik Devletleri”nin müdahalesi sonucu, 11 Eylül 1973 günü tepetaklak edildi, ama teslim olmadı intihar etti.
Pekiii… Bu darbenin maşası kimdi?
Yüzlerce CIA uzmanının yardımını arkasına alan General Kenan… (ay affedersiniz) Augusto Pinochet idi.
Pinochet Ne Etti
Augusto Pinochet, ilk iş olarak Anayasa’yı lağvetti, diktatörlüğünü ilan etti.
11 Mart 1990 gününe kadar ülkeyi yönetti/yönettirdi.
Neoliberallerin kobayıydı Şili, diktatör diktatörlüğünü sergiledi; tutukladı, işkencelerden geçirdi, “faili meçhuller”, tarihe kaydetti, kalanları sürgünlere gönderdi, imha etti, baskı uyguladı, sindirdi.
Yukarıda izlediğimi söylediğim film, diktanın süresinin dolduğuna inanan uluslararası güçlerin Pinochet’in yönetimde kalıp kalmaması yönünde 1988 referandumuna karar vermesine odaklanmıştı. Demokrasi ve tam kapitalizm için en uygun iklim “Hayır” oylarının yüksek çıkıp Pinochet’nin defolup gitmesi ya da köşeye sıkıştırılmasıydı. Bunun için, diktatörün karşıtı muhalefet, yıldızı parlak mı parlak bir reklamcıyı allem kalem kampanyanın başına geçirdi, seçimle iktidar olan Sosyalist Lider Allende’yi deviren Pinochet keratasının kıçına referandumda teneke bağladı.
Toplumsal Dinamikler
Pablo Larrain, diktacıların uygulayabileceği “Trafoya kedi girdi” ve benzeri hilelerle kaybedileceğine kesin gözüyle bakılan kampanyada, Reklamcı René Saavedra’nın fişeklemesiyle uyanan toplumsal dinamiklerin galibiyet öyküsünü perdeye pek güzel oturtmuştu.
René Saavedra, halkına dandik birlik ve beraberlik ruhu içinde demokrasiye geçme yerine, herkese olumlu anlamları ve çağrışımları olan mutluluğa ulaşmak fikrini işliyor, bu fikir diktatörün sonunun gelmesini sağlıyordu. “Hayır” fikri, belki sadece bir fikirdi, ama ülkesinin kaderinde önemli rol oynadı.
Sonuç: Diktatör Pinochet yüzde 44.01 oranıyla kaybetti ve 91 yaşında cehennemin dibine intikal etti.
Önerim Şu Ki…
Şimdi önerim şu, benim Saygın Okurum. Ekim ayı itibariyle meydanlara çıkalım: “Burada (yani Türkiye’de) biz de varız” diye bağıralım.
Laik, demokratik doksan yıllık cumhuriyeti tarihe gömmek, hilafeti geri getirmek isteyenlerin karşısına, 25. dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin seçilmesi için 14 Haziran 2015 günü yapılacak genel seçimlerde halkları çıkaralım.
Milli Eğitim sistemine de, kültür-sanatın yok olmasına da, diğer kamu kurumlarının çağ dışı uygulamalarına da engel olalım.
Halklarımızı, içinde çırpındıkları “gerçek olan” kötü koşulların değişimine inandıralım.
Demokrasiyi, kültürü, sanatı, uygarlığı iktidara taşımak için tekniği ve stratejileriyle insanlara özlemini duydukları hayatların “gerçekleşebilme ihtimali”ni dayatalım.
Filmdeki gibi: “Başka bir dünya mümkün” sloganını kafalara çakalım.
Haydi, reklam erbapları!
Uzatın ellerinizi, beraber çalışalım.
Olumlu çağrışımlar ve yönlendirmeler aracılığıyla sonuca ulaşalım.
Başka çaren kalmadı be insancıklarım, haydi artık meydanlara çıkalım, coşalım, konuşalım, anlatalım.
Bu kere kazanalım.