[Dalia Maya’nın Fener ve Balat’ta düzenlenen tiyatro parkuru Nereye hakkında Şalom gazetesinde yayınlanan yazısını paylaşıyoruz.] Geçtiğimiz günlerde, Fener-Balat sokakları değişik bir tiyatro parkuruna sahne oldu. Silvina Der-Meguerditchian ve Çağla İlk’in konsept yönetmenliğinde Berlinli tiyatro grubu Büro Milk’in hazırlayıp sunduğu bu tiyatro parkurunda Fener-Balat semtlerinde yaşanan göç ve terk edişlerin ardından kalan izlerin peşinden tarihi, yaşanmışlıkları ve en çok da insanı sorguladık.
Balat’ta buluştuğumuz Cafe Hanımeli’den daracık sokakların arasında yönlendiriyorlar bizi. Ellerinde bir mikrofon “hadi acele edin, düz devam ediyoruz, bizi takip edin” diyorlar. Nereye? Onların aksine, biz bilmiyoruz. Tek bildiğimiz ‘Nereye?’ isimli bir tiyatro oyununun içinde olduğumuz. Oyun bizi nereye götürecekse, onların peşinden oraya gideceğiz. Cafe Hanımeli’de oyuncular ve izleyiciler toplandık. Oyuncular, en azından hangi konuda konuşacaklarını bilenlerdi. Seyirciler, oyuncularla birlikte yürüyüşü takip edecek olanlardı. Arada –her ne kadar oyunun kurgusu gereği istenmiyor olsa da- sorularını soruyor, kimi zaman cevaplarını alıyor, kimi zaman alamıyorlardı. Sokak sokak, hem geçmiş yaşanmışlıkları, bir aşk hikâyesini, olgunlaşmaya henüz başlamamış incir ağaçlarının arasından geçip, daracık sokakların taş binalarının ardında cennet bahçelerde üzerimize düşen dutların arasında, kâh bir Rum okulunun dökülen duvarlarının ortasında meşhur Yunanlı sanatçı Kalliopi Lemos’un eserleri ile birlikte sıralara yerleşmiş, kâh yıkık Ermeni okullarının, kâh sinagogun duvarının önünde, yaşanmışlıkları, hikâyelerini dinledik… Bir kere daha hatırladık, dinlemesini bilene, herkesin anlatacak bir hikâyesi vardı.
BULUŞMA NOKTASI CAFE HANIMELİ
‘Nereye?’ adlı bu ilginç tiyatro parkuruna katılan çoğu gazeteciden oluşan topluluk, Hanımeli Cafe’nin önünde, bir zamanlar yaşanmış ve bazıları yaşanmaya devam eden hikâyeleri dinlemek üzere bizimle birlikte beklemedeydi. Bu yaya yolculuk başlamadan önce, bu ‘cafe’nin sahibi ve aynı zamanda Fener Febayder Kurucu Üyesi ve Onursal Başkanı Hasan Acar mikrofonu eline aldı ve konuşmaya başladı: “Fener Balat Kültür Miraslarını Koruma, Yaşatma ve Güzelleştirme Derneği başkanıyım. 135 yıldır buralıyız. Dedem 12 yaşında, Kastamonu İnebolu Gemiciler Köyü’nden buraya gelmiş. 1932 senesinde bugün hâlâ ailemizin evi olan evi satın almış. 1960’lı ve 70’lı yıllarda Fener Mahallesi Anadolu’dan gelen insanların ilk uğrak yeriydi çünkü tüm sanayi tesisleri biradaydı. Daha sonra, 1980 yangınında 62’ye yakın bina ve fabrika yandı. 1984’te Bedrettin Dalan zamanında sanayi tesislerinin hemen hemen hepsi yıkıldı. Balat-Fener bir değişime uğradı. 1996 Habitat Zirvesi’yle birlikte dünya kültür mirasları arasına alınan Balat-Fener’in, Avrupa Birliği fonlarıyla, 126 binasında restorasyon yapıldı. Ancak aradan bir sene geçmeden, gizemli bir şekilde, bu bölge çöküntü ilan edildi. 2008’de Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Büyükşehir Belediye Başkan ve Fatih Belediye Başkanı tarafından Balat-Fener dünyaya örnek bölge olarak lanse edildi. 2009’da ise çöküntü ilan edildi. İşin enteresanı, bugün İstanbul’da Sultanahmet’ten sonra en çok turist çeken bölge Fener-Balat’tır. İki özel üniversitemiz, bir özel hastanemiz, bankalarımız ve 24 saat yaşanan mekânlarımız var. 2007’de bazı tapulu mülkler, meğer haberimiz olmadan ihale edilmiş. Biz bunu ancak 2009’da öğrendik. Sulukule ve Tarlabaşı’nı da elimizden almak istedikleri ortaya çıktı. Bununla savaşmak için, bir dernek kurmaya karar verdik. Kısa sürede bu dernek sadece Türkiye’de değil Avrupa ve dünya çapında duyuldu. ‘Evime Dokunma’ sloganıyla yola çıktık. Mahalleli ve dernek yönetimimiz sayesinde, bir yıl içerisindeki tüm davaları kazandık. Sonuç olarak, burası yeni nesillere devredilecek gerçek bir kültür mirasıdır. Korumak için de elimizden geleni ardına koymayız. Başka neler yaparız diye düşünürken, eşimle birlikte bu ‘cafe’yi açtık. Amacımız, burada Türkiye’de kaybolmuş mahalle kültürünü yaşatmak. İnsanların birbirleriyle yakınlaşması ve dertleşmesi için ortak bir mekan yarattık. Sizlerden ricam, anılarınıza ve geçmişinize sahip çıkmanız ve bunları gelecek nesillere aktarmanızdır.”
NEREYE?
İlk durak: Özel Yoakimion Rum Kız Lisesi
Dilara ve Figen, Kastamonu’dan gelin gelip Fener-Balat’a yerleşen Saadet Eroğlu’nun evinin önünden geçirdikten ve bizlere onu tanıttıktan sonra, rotayı Özel Yoakimion Rum Kız Lisesi’ne çevirdiler. İstanbul gezginlerinin iyi tanıdığı, ‘Kırmızı Mektep’ unvanıyla bilinen büyük haşmetli okulun gölgesinde bir başka Rum okulu burası. Bir sınıfta toplanmadan önce, okulun her bir köşesine kurulmuş, Yunanlı ünlü sanatçı Kalliopi Lemos’un ‘Ben Benim, Dünyalar Arasında ve Gölgeler Arasında’ adlı sergisini geziyoruz. Terkedilmiş okulun ağlayan duvarlarının arasında bir sınıfın sıralarını doldurduk. Öğretmenimiz, okulun eski öğrencilerinden biri: Agni Nikolaidis.
Eski Rumlar için Fener semti çok önemli idi. Burada 18-19. yüzyıllarda zengin Rum aileleri yaşardı. Patrikhanemiz de buradaydı. Şimdi çok az sayıda Rum aile kaldı. 1940’lardan sonra ya Beyoğlu’na ya da başka semtlere taşındılar. Bu okula, 1975 yılında başladım. Doğma büyüme Büyükadalıyım. İlkokulu Büyükada’daki Rum ilkokulunda okuduktan sonra liseyi burada okudum. Annem de bu okuldan mezundu. O zaten 17 yaşına kadar doğduğu Fener’de büyüdü. Babam da muhteşem mimarisi ile karşıdaki Erkek Okulu’nda okurdu. Adadaki Rum çocuklar Fener’deki bu okullara gelirdi.” Bugün, hem Büyükada Panayia Aya Dimitri Profiti İlya Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı başkanı olan hem de mezunlar derneğinin başkanlığını yapan Agni Küçüknikolaidis, tüm eski öğretmenlerini andığı konuşmasında: “Bir kız arkadaşım vardı. Orta ikide sınıfta kalmıştı. O zaman sınıfta kalanlar bütün derslere devam etmiyorlardı. Çok şakacı bir öğretmenimiz vardı. Öğrencileri iğnelemeyi severdi. O zaman kızlar küpe taksın, yüzük, bilezik, şans bilezikleri taksın, mümkün değildi. Yasaktı. Şimdi bu imitasyon kocaman bir yüzük taktı. Elini çenesine dayayarak oturdu. Dışarıya bakıyor. ‘Ah’, diyor, ‘bak Matmazel, nişanlandım.’ ‘Kiminle nişanlandın?’ ‘Derslerle, derslerle,’ demiş. Gülümsemeye devam ederek… Bir sınıf arkadaşımız da, ‘Güzeller çirkinlerin kıymetini bilsin’ derdi.” 1988 senesinde öğrenci yokluğundan kapılarını kapatan okul, üç yıl önce resmen eğitim hayatına son vermiş. 2013 Bienali’nden beri Kalliopi Lemos‘ın sergisi ile farklı bir işlev edinmiş bu okul da.
2. Durak: Bugün içinde Ersin Bey’in yaşadığı evin bahçesi…
Bu sefer küçük bir kapıdan girdiğimiz, kitap ve kolonya şişeleri dolu bir salondan, duvarlarında bakır kap kacak asılı bir mutfağa geçtik. Oradan da varlığını hayal dahi edemeyeceğimiz geniş bir bahçeye çıktık. Dutlar olgunlaşmış, üzerimize düşüyorlardı. Meyve ağaçlarının arasında söz aldı evin sahibi Ersin Bey: “Ben Fener’in sahil kesiminde doğdum. Baba tarafım Selanik, Kavala’dan. Anne tarafım Erzurum’dan. 70 yıllık bir hikâye benimkisi. Doğup büyüdüğüm bu semtten başka şehirler, başka ülkeler, başka semtlerden geçtikten sonra, hayatımı yeniden değiştirmek istediğim bir dönemde, fabrika ayarlarına geri döndüm. Nişantaşı ve Teşvikiye’deki evlerimi satarak burayı satın aldım. 1891 yapımı bir ev. Az sonra içinden geçeceğimiz yer 11. yüzyıldan kalma. Ben aldığımda buralar toprakla doluydu. Toplam 36 kamyon toprak çıkartarak burayı temizledik. Toprak altından önce taş plaklar çıkarıldı. Bir dönem meyhane olarak kullanılmış. Sonra, daha derinlerden kolonya şişeleri çıktı. Yaklaşık 80-90 yıl boyunca burası kolonyacıymış. Evin çeşitli yerlerine dağıttım. Bahçe düzenlemesini yaptım. Bizden önce, yüz binlerce insan, yaklaşık 2700 yıldır bu topraklarda oturmuş. Bu semtin, bu tepelerin altında ikinci bir şehir katmanı daha var. Depremler yangınlar sonucunda yıkılmış galeriler var, yeraltı kiliseleri var. Dolayısıyla burada çok hikâye var.”
“Ben sadece kendi hikâyemi anlatacağım.” diyerek Balat’ta başlayan bir aşk hikâyesi anlattı. Kahramanları ağabeyi Ersoy ve güzeller güzeli Rum kızı Despina. Ersin’in kuryeliği ile başlayan bu büyük aşk, Ersoy’un dönemin adını aşklarıyla duyuran şarkıcısı Esengül’ün gözüne takılmasıyla yarım kalmış. Yıllar sonra Selanik’in kuzeyinde Makedonya sınırında bulur Ersin Despina’yı. Kendisini aldatan Ersoy’a aşkı belki de hiç sönmemiş, adını dahi duymak istememiş ama yine de Allah sevdiğine daha sonra tanıştığı bir kızla evlenip iki çocuk bağışladığı için memnuniyetini dile getirecekti. Bu aşkın yarım kalmasına neden olan Esengül diğer bir sevgilisi ile bir trafik kazasına kurban gidecekti. Despina ise, durumu anladığı andan itibaren kendini kapattığı kadınlar manastırında kıdemli rahibeliğe yükselecekti. Despina’nın sımsıkı sarılarak uğurladığı Ersin’in yanından ayrıldık.
3. Durak: Eski Horenyan Okulu’nun kalıntılarının yanındaki çimenler…
1948 Fener doğumlu Garbis Horasanciyan’la buluştuk. Baba Eyüplü, anne Karagümrüklü… Otel olması planlanan Horenyan Okulu’nun kalıntısında anlattı Garbis hikâyesini:
Bu okul, 1922‘de kız yatılı okuluna dönüştü. Çünkü Anadolu’dan 1915 olaylarından kalan 300 kadar yetim ve öksüz kız getirildi ve yatılı olarak burada eğitim gördüler. 1925’te tütün deposuna dönüştürüldü ve ondan sonra da yandı. Sonra sabunhane olarak kullanıldı. Şimdi otel olacak. Babam, amcalarım burada okudu. Ama ben küçük Horenyan dediğimiz kilisenin yanındaki ahşap binada okudum. Beş yaşında okula kendi ayaklarımla tıpış tıpış yalnız gittim. Babamın çırağı getirdi sokağın başında bıraktı. Dedi okul orada. 5 yaşındayım, girdim ve bahçenin ortasında kaldım. Çeşmede ellerini yıkayan bir öğretmen vardı. “Okula mı geldin, bak oradan gir” dedi. Giriş o giriş, halen okuldayım. Çıkamadım. Otuz yıl Ermeni dili ve edebiyatı dersleri verdim Eseyan Lisesi’nde. Geçen sene emekli oldum ama yine de devam ediyorum.
6-7 Eylül Olayları’ndan sonra tatsızlıklar yaşandı. Bir kere bir kavgaya karıştım. Ama bu çocukların kabahati değil. Hani Hrant Dink’in hanımının bir sözü vardır: ‘Çocuktan katil yaratmak.’ Aynı durum. Onun dışında dostluklar çok iyiydi. Yalnız bizim halkımız maalesef birbirini tanımıyor. Mesela benim öğrencilerimin devamlı şikâyeti: Dershaneye gidiyorlar ya da üniversiteye. İsminden anlaşılıyor tabii. Nesin? Ermeni. ‘Yahu sana her gün Ermenistan’dan okula gelip gitmek zor olmuyor mu?’ Maalesef birbirimizi iyi tanımıyoruz.
4. Durak: Eski Çana Sinagogu’nun arkasında kalan kahvehane…
Son olarak Robert Elmas, Yahudi Balat’ı anlattı bizlere. “Balat dışında doğdum ben. Balat dışı ve Balat içi vardı o zamanlar. ‘Balat dışı’ deniz kısmı idi. Burada çok büyük bir sevgi- saygı çerçevesinde büyüdük. Mahallede yapışık kardeşler gibiydik. Burada dil, din farkı diye bir mevzu yoktu. Bugün de yok. Balat eskiyi muhafaza ediyor. Hepimiz birbirimizi kardeş bilirdik. Komşumuzu Hatice-ana bilirdim ben. Onun evinde yatardım. O da benim annemin, Sara-ananın evine gelirdi. Bazı evlerde dersler verilirdi; okumaya başlamak ya da aritmetik konusunda. Ben de böyle bir okula gittim. Bu okula Musevi dilinde Mestrika denirdi. Hasköy İlkokulu’na vapur ya da kayıkla giderdik. Hatta kayıkçı efendiye üç beş kuruş fazla verirdik ki, biz kürek çekelim. Burada gençliğimizde gençlik kulüpleri vardı. Bunlardan bir tanesi hastaneye bağlı idi. Biz kızlı erkekli olarak hastanedeki hastalara terapi yapardık. Onları eğlendirirdik, bahçede gezebilenlere eşlik ederdik.”
Eşiyle tanıştığı evin önünde bizi karşılayan Robert Elmas bu binada bir zamanlar muayenehanesi bulunan, rahmetli Doktor Jak Kurtaran’ın ne kadar sevildiğini ve ona Dr. Can Kurtaran dendiğini anlattıktan sonra mahallenin iki sinemasından biri olan Milli Sinema’nın önünden geçerek anılarını dile getirdi. Ardından bir kahvehanenin içinden geçip ardındaki Çana Sinagogu’nun duvarlarına getirdi. Burası zamanında dini mahkeme olarak kullanılmıştı. 1948’den sonra 20.000 Musevi’nin yaşadığı ve 13 sinagogun var olduğu Balat’ta günümüzde sadece iki Yahudi yaşamakta ve biri sadece bayramlarda açılan iki sinagog hâlâ ayakta.
Rum, Ermeni, Musevi melodileri eşliğinde devam eden yürüyüşün sonunda Filistin Kilisesi’nden geçerken 1453’ten beri ayakta kalan İstanbul’un en büyük ağaçlarından birini uzun uzun izledik. Bugün sokaktan geçenlerin yaz sıcağında gölgesi ile serin bir nefes almalarına sağlayan bu haşmetli ağaç, kim bilir daha ne hikâyelere şahit olmuştur.
Oyuncuların başlangıç noktasında izleyicileri selamlaması ile son bulan Tiyatro Parkuru festivallerde sergilenmek üzere bir filme dönüştürülecek. Kim bilir geçmiş yaşam hikâyeleri, belki de dünyanın bambaşka bir ülkesinde, çok farklı kişilerin yaşamlarına katkıda bulunacak, geçmiş bir kere daha geleceğe yol gösterecektir.