Mehmet Bozkır
Tiyatro Oyun Kutusu, İstanbul dışında kurulan alternatif sahnelerden biri olarak uzun süredir takip ettiğim, ancak ne yazık ki fırsat bulup da oyunlarını izleyemediğim bir tiyatro. Uzun süre oyunlarını izleyemediğim gibi nihayet 32. İzmir Tiyatro Günleri kapsamında izlediğim Kırmızı Dükkân üzerine bir şeyler yazmayı da uzun süre beklettim.
Oyuna geçmeden önce 32. İzmir Tiyatro Günleri hakkında bir paragraf açmak istiyorum. Alaittin Eraslan aramızdan ayrılalı (dilim söylemeye varmasa da Alaittin Eraslan öldürüleli) bir yıl oldu. Ölümünden nerdeyse bir yıl sonra çok sevdiği İzmir’de gerçekleşmesinde çok emeği olan İzmir Tiyatro Günleri’ndeydim, Sabancı Kültür Sarayı’nda oyun izlemek üzere. 32 .İzmir Tiyatro Günleri’nin kitapçığını okurken Alaittin Eraslan’la tanıştığımız güne gittim. Bundan 10 yıl kadar önce Sabancı Kültür Sarayı’na pek de uzak olmayan İsmet İnönü Sanat Merkezi’ndeyim, Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu’nun ilk işlerinden biri olan “Nathalie”yi bir türlü seyretme fırsatım olmamış, üçüncü sezonunda artık son birkaç oyun olduğunu duyunca kalkıp İzmir’e gitmişim, o yıllarda internet üzerinden bilet alma seçeneği olmadığı için Aysa Organizasyonu aramışım, mümkünse bana bir bilet ayırmalarını rica etmişim ve anlattıklarımı tuhaf bulan görevliyi mutlaka geleceğime ikna etmişim. Oyundan yaklaşık 3 saat önce tiyatronun önündeyim, gişedeki görevliye adıma ayrılmış bir bilet olduğunu söylüyorum, bulamıyorlar. Derken telefonda görüştüğüm kişi geliyor ve biletimi veriyor. Bu sırada isteğimi çok tuhaf bulduğunu, sırf oyunu izlemek için Konya’dan İzmir’e geleceğime inanmadığını söylüyor. Konuşmalarımızı duyan bir kişi bana merhaba diyor, orada tanışıyorum Alaittin Eraslan’la. Oyun için o kadar yoldan geldiğimi duyunca bilet parasını almayalım diyor, ben bunu kabul etmeyince o zaman diyor yerinizi değiştirelim, bana en ön sıradan bir yer veriyor. Birlikte kahve içiyoruz, tiyatrodan konuşuyoruz, “Nathalie”nin oyuncuları Zuhal Olcay ve Tilbe Saran geliyor, onlarla da ayaküstü sohbet ediyoruz. Oyuncular kulise, ben salondaki yerime geçiyorum, “Tanıştığımıza çok memnun oldum” diyor Alaittin Eraslan, “umarım yine görüşürüz” diyerek vedalaşıyoruz. Aysa’nın prodüksiyonu olan ya da turnesini üstlendikleri birkaç oyunda daha karşılaşıyoruz ama çok görüşme fırsatımız olmuyor. Sonra İzmir Belediyesi’ne yapılan operasyonu, Alaittin Eraslan’ın başına gelenleri basından takip ediyorum içimde büyük bir öfke ve kırgınlıkla. Sonra o acı haber geliyor, haksızlığı içime sindiremiyorum, öfkem ve üzüntüm birbirine karışıyor. Elimde kitapçık, oyun öncesinde bunları düşünüyorum. Bugün diyorum alkışlarım-aflarına sığınarak- oyunculara değil, Alaittin Eraslan’a. Salona giriyorum, yerimi alıyorum.
Böyle duygular içinde seyretmeye başlıyorum Kırmızı Dükkân’ı. “Aynı apartmanda yaşayan üç kadın bir patlama sonucu seks shopta mahsur kalırlar. Kırmızı Dükkân’ın sırları, içinde satılan her ürün kadınların ne kadar sıra dışı olduklarını ortaya çıkaracaktır. Gerçek yaşamda hiçbir yere konumlandıramadıkları kadınlıkları burada anlam bulacak, Kırmızı Dükkân’ın açılmayan kapılarından içeri girip yeni bir yaşamı keşfedeceklerdir.” Oyun kitapçıkta bu cümlelerle tanıtılıyor.
Tiyatro Oyun Kutusu’nun kurucusu Serdar Saatman, Kırmızı Dükkân’ın yazarı ve yönetmeni. Daha önce çeşitli oyun uyarlamaları yapan ve pek çok oyun yöneten Serdar Saatman’ın yazarlığı hakkında söyleyeceklerim bu oyunla sınırlı, diğer oyunlarını seyretmediğim ya da metinlerini okumadığım için amacı aşan bir şey söylemek istemem.
Kırmızı Dükkân fikir itibariyle Serdar Saatman’ın ne kadar yaratıcı olduğunu gösteriyor. Konuyu çok ilginç bir ortamda zıtlıklar ve türlü tesadüflerle süsleyerek anlatıyor. Bu da metni ilgi çekici kılan yanlardan. Yazar olarak çok yaratıcı olsa da keşke oyun üzerinde daha fazla çalışsa, sahnelemek için acele etmeseydi de bu parlak fikre yazık olmasaydı. Bu noktadan itibaren metni değerlendirebilmek için konuya dair olağandan daha fazla detaya gireceğim.
Görünümleri, yaşam tarzları birbirinden tamamen farklı olan ancak aynı apartmanda yaşayan üç kadın birlikte alışverişe çıkarlar, alışveriş sırasında bir patlama meydana gelir, kadınlar kendilerini korumak için bir yere sığınırlar. Patlamanın sona ermesiyle birlikte ilk şoku atlatan kadınlar girdikleri dükkânda mahsur kaldıklarını ve dahası bu dükkânın bir seks shop olduğunu fark ederler. Bu noktadan itibaren mahsur kalınan dükkânda gördükleri her şey kadınların kendi hikâyelerinin ortaya çıkmasını sağlar.
Yazar üç kadın üzerinden çeşitli kadınlık hallerini irdeliyor ve toplumsal olarak kadınlara, namus kavramına, cinselliğe nasıl baktığımızı ele alıyor. Oyunda hikâyeleri anlatılan kadınlar Gülşen, Nebahat ve Hamiyet.
Gülşen (Cana Gedik), üç kadın içerisinde en umursamaz tavırları olan ve içinde bulundukları ortama en kolay uyum sağlayan karakter. Seksi ya da en azından öyle olmaya çalıştığını kılık kıyafetinden anladığımız Gülşen bulundukları yerin seks shop olduğunu fark ettiği andan itibaren dükkândaki ürünlerle yakından ilgileniyor, o ürünler üzerinden kendi deneyimlerini ve fantezilerini anlatmaya başlıyor. Umursamaz, uçarı, çapkın bir kadın gibi görünse de oyun ilerledikçe kendi hayatındaki dramlara ve bu hale gelmesine nelerin neden olduğuna şahit oluyoruz. Genç erkeklere düşkünlüğünün nedeni noktasında yaptığı açıklama pek tutarlı olmasa da Gülşen’in oyundaki en hakiki karakter olduğunu söylemek mümkün. Cana Gedik rahat bir beden diliyle karaktere uygun bir oyunculuk sergiliyor, oyunun dinamizmini arttırıyor ve çoğu zaman tek başına komedi unsurunu oluşturuyor.
Nebahat (Sevcan Yaman), temizlik hastası ve sıkıcılık derecesinde mazbut bir ev kadını. Duygularından çok mantığının hâkimiyeti altında ve bu mantığa tezat oluşturacak kadar ürkek ve yardıma muhtaç. Genel halinden sosyo-ekonomik açıdan üst orta sınıftan biri olduğunu çıkarabiliyoruz, eczacılık fakültesini yarıda bıraktığını, eşiyle nasıl tanıştığını öğreniyoruz oyun ilerledikçe. Ancak kafamızda oluşan Nebahat’ten beklemeyeceğimiz davranışlarına şahit oluyoruz. Eşinin ve eşinin ailesinin kendisine karşı olan tutumundan şikâyet eden Nebahat söz konusu kendi oğlu ve oğlunun kız arkadaşı olunca onlardan daha beter bir tavır sergiliyor. Oğullarını fazlasıyla sahiplenen ve hayatlarına bir kadının girmesi durumunda o kadını nerdeyse düşmanı ilan eden anneler olduğunu biliyoruz, bu nedenle Nebahat’in davranışlarını garipsesem de elle tutulur bir yanını buluyorum. Sevcan Yaman’ın oyunun genelinde bütünlüklü bir karakter yarattığını söylemek mümkün.
Hamiyet (Gonca Altıntaş), kendimi çok zorlasam da maalesef elle tutulur bir tarafını bulamadığım bir karakter. Dindar mı, cahil mi, cesur mu, ezilmiş mi anlamak mümkün değil. Bir cümlesinde “galiba şöyle” diyorsunuz, ardından gelen cümle “yok öyle olamaz” dedirtiyor. Göründüğü kadar dindar ve muhafazakâr bir kadınsa oyunun sonunda verdiği tepkileri anlamak mümkün değil, yansıtıldığı kadar cahilse eşinin durumuna karşı nasıl bu kadar anlayışlı ve soğukkanlı olabiliyor? Hamiyet sağlam temellere dayanmadığı için karakteri canlandıran Gonca Altıntaş da tatmin edici bir performans sergileyemiyor.
Serdar Saatman çok parlak bir fikir bulmuş ve ne yazık ki bu fikrin heyecanına kapılmış. Gülşen ve Nebahat’in hikâyelerinde de çelişkiler olmakla birlikte asıl sorularımı Hamiyet’in hikâyesi üzerinden sormak istiyorum. Ülkenin doğusunda büyümüş, oranın kültürüyle yetişmiş, kocasını ilk defa bir düğünde görmüş, âşık olmuş ama töre gereğince evlenemeyeceklerini öğrenince sevdiği adamla kaçmış bir kadın Hamiyet. Buraya kadar itirazım yok. Peki, Hamiyet’in mutsuzluğunun sebepleri? Töreye ve ailelerine karşı gelip kaçmışlar ama kaçtıkları andan itibaren kocası Hamiyet’e hep uzak durmuş, cinsel anlamda birliktelikleri olmamış. Hamiyet’in söylediğine göre kocası “gay”miş ve kendisinin yeni farkına varmış. Töreye ve ailelerine karşı gelecek kadar âşık adam o ana kadar cinsel yönelimini fark etmez mi, hadi fark etmedi diyelim, kaçıp evlendikleri anda mı bir aydınlanma gelir? Hepsine hadi öyle oldu diyelim Hamiyet bu durumu anlatırken kocasından “gay” diye mi bahseder, kendisinin farkına yeni varmış mı der? Bir an için bunları da kabul edilebilir bulalım ancak yazarın geldiği öyle bir nokta var ki anlamak mümkün değil. Hamiyet ve kocası kaçtıktan sonra kendilerine büyük ikramiye çıkmıştır, ailelerinden uzakta maddi açıdan keyifli bir hayat sürmektedirler, yaşamlarına istedikleri gibi yön vermektedirler. Hamiyet’in çantasından çıkan kayganlaştırıcı jel hikâyeyi alt üst ediyor çünkü Hamiyet durumu açıklamak için kocasının “gay” olduğunu, ikramiye çıktıktan sonra kocasının sevgilisiyle birlikte yaşamaya başladığını ve evlendikleri günden itibaren kocasının kendisine anal yoldan tecavüz ettiğini anlatıyor. Bir an mantıklı düşünelim ve bu anlatılanlara bir açıklama bulmaya çalışalım. Hamiyet’in kocası ruh hastası mıdır, anlatılana göre birbirlerini sevmişler ve her şeye karşı çıkarak evlenmişlerdir, kocası “gay” olduğunu anlamış (?) ve sevgilisiyle birlikte yaşamaya başlamıştır. Hamiyet’ten almak istediği bir intikam mı vardır? Ya da çok fena bir düşünce ama usturuplu bir şekilde ifade etmeye çalışarak sorayım: “gay” olan bir kişi hemcinslerine ilgi duyan değil de karşısındaki kişinin cinsiyetini gözetmeksizin anal seks yapan/yapmak isteyen kişi midir? Ve tabi “gay” olma durumunu salt cinsellik üzerinden ele almak başlı başına bir facia. Benim anlamam mümkün olmadı, oyunu izleyip de anlayan varsa ya da yazar bunları neye dayanarak yazdıysa bana bir açıklayan olursa sevineceğim.
Kendi oyunlarının rejisini yapan kişiler olduğunu biliyoruz, bunun için doğrudur ya da yanlıştır demek mümkün değil. Ancak hassasiyetle yaklaşılması gereken bir durum. Tiyatro kolektif bir iştir. Bir oyun yazımından başlayıp seyirciyle buluşacağı ana kadar pek çok kişinin katkısıyla oluşturuluyor. Bazı oyunlarda yönetmenin dramaturg hatta sahne tasarımcısının alanını da üstlendiğini görüyoruz. Bunların kimisi gerçekten yetkin kişiler kimisi de maalesef ki kendisini pek maharetli sanan kişiler. Serdar Saatman’ın ne yönetmenliğine ne de yazarlığına bir diyeceğim yok ancak keşke oyunun yönetmenliğini yapmasaydı diyorum. Bunun nedeni şu; metnini bir başka ele teslim etseydi metne daha mesafeli durabilen bir yönetmen belki bazı bölümleri çıkarabilir, metin üzerinde çalışarak aksayan yönleri belli miktarda azaltabilirdi. Ama yazar ve yönetmenin aynı kişi olması bu imkânı ortadan kaldırmış.
Metnin diline uygun olarak cesur bir reji var ama daha oyunun başında panik havası aktarılacak diye karanlık o kadar uzatılmış, oyuncular-özellikle de Hamiyet-karakteri o kadar çok bağırtılmış ki seyircide korku ve panik duygusu oluşmuyor, tam tersine ışıklar yansa ve artık şu kadın bir sussa diyorsunuz. Oyunda şarkı olması yazarın tercihi ama bu şarkıları niçin oyunculara söyletmemiş de playback yaptırmış, playback yapılması eğreti durduğu gibi bir de bunu gözümüze sokmak istercesine dans eklenmiş. Bu şarkı ve danslar oyuna hiçbir şey katmadığı gibi şuna neden olmuş; oyun oynanırken bir anda oyuncular ruh hallerinden sıyrılıyorlar, şarkı söyleyip dans ediyorlar, şarkı bitince oyuna kaldığı yerden devam ediyorlar. Metnin aksaklıkları nedeniyle seyircide zar zor oluşan adaptasyon durumu rejideki hata sebebiyle iyice ortadan kalkıyor.
Maalesef ki övgüyle bahsedilecek bir oyun olacakken yazarın ve yönetmenin –ki ikisi de aynı kişi- hatalarına kurban gitmiş Kırmızı Dükkân. Serdar Satman yazar olarak nerede duracağını, nelere değineceğini iyi hesap edememiş ve olabilecek her durumu üç karakter üzerinden anlatmaya çalışmış. Yönetmen olarak da sahne sanatlarının pek çok imkânını kullanmak istenmiş ama bu zengin bir reji oluşturmayı sağlayamamış. Sonuç itibariyle karışık ve kalabalık bir oyun ortaya çıkmış. İzledikten sonra kötüydü dediğim çok oyun oldu ama Kırmızı Dükkân için bunu demedim. Yazık diyebildim sadece, yazık olmuş bu harika fikre.