Mavisu Kahya
2013 – 2014 sezonu iyi ve kötü bütün beklentilerin, her ihtimalin karışımı olarak tüm hızıyla şekillenirken; tiyatro düşünmeye ve konuşmaya devam etmeli. Gelişmekte olan bakış açımız, dağarcığımız, fikir ve kavgalarımızla genç tiyatro insanları; bir nevi sahne çömezleri olarak katkıda bulunmanın yollarını aramak tek çaremiz. Sanat açısından özellikle İzmir’de, büyük ölçüde ölü geçen yaz sezonu yerini hazırlıkların, açılış ve prömiyerlerin baş gösterdiği sonbahara bıraktığında aklımda bu konser kalmıştı. İşte bu ölü sezonun kayda değer sahne sanatları olaylarından biri daha ağustosta İstanbul’da gerçekleşti: The Wall Live. Büyük rock efsanesi Pink Floyd grubunun, 30 Kasım 1979 tarihli meşhur The Wall albümünü, baştan sona – üstelik kayıtlarda yer almayan fazladan iki şarkı (“What Shall We Do Now?” ve “The Last Few Bricks”) ile – canlı, Roger Waters’la ekibinden dinlemek için, yurtiçi ve yurtdışından çok sayıda müzik tutkunu etkinliğe akın etti. Özellikle ülkemizin, doğu ağırlıklı olmak üzere, sınır komşusu çeşitli ülkelerden, Taksim çevresinde kalabalık hayran grupları birbiriyle ve yerli kalabalıklarla karşılaşıyordu konser günü. Hatta konsere gelenleri ertesi gün bile etrafta görmek mümkündü.
Radikal gazetesinin yer verdiği, konser günü tarihli yazı, hem manşetine konserin Gezi Parkı sloganları ile inlediğini taşıyor, hem de ilginçtir ki Waters’ı “popüler müzik tarihinin ikonik ismi” olarak tanımlıyor. Bu yaman çelişki ve büyük hata acaba nerden çıktı? Pink Floyd’un konsept albüm (yani bütünlüklü bir eser – atmosferi, teması, karakteri ile baştan sona düşünülmüş, bölünemez ve tamamı anlam sahibi albüm) geleneğinin en özel örneklerinden biri olan The Wall, The Wall Live konser turnesinde her zaman aynı sırayla baştan sona çalınır. Yani gazete yazısında çalan parçaları söylemeye bu konser için gerek yoktur. Eser olarak bir anlatıya benzetmek gerekirse, yahut senaryo veya oyuna, zaten belli sahneleri, yükselen aksiyonu (The Telegraph’teki yazıda “duvarın yıkıldığı sahne”, “climax” – doruk nokta – olarak adlandırılmış) olayların bağlantısı, kişileri ve kurgusu da bütünlüklüdür.
Bu konseri bunları düşünmeden sadece müzik kategorisinde değerlendirmeye çalışmak çok büyük bir kayıp olur. Zülal Kalkandelen’in “Yıkılsın Bütün Duvarlar” yazısında[1] belirttiği gibi “bu olağanüstü rock opera müzik tarihine tüm dünyada en çok satılan ilk beş albümden biri” olarak geçmiştir. Belki popüler ve ikonik bu anlamda doğru olabilir ve yolculuk müzik sektörü dahilinde başlamış sayılabilir. Ancak grubu da Waters’ı da anarken “alternatif”, kendine has, özgün, düzen aleyhtarı anahtar kelimelerini elden bırakmak olmaz.
Diğer yandan, tecrübe edenlerin veya Pink Floyd hayranlarının, hislerinin ötesinde, teknik olanaklar, ekip ve malzeme, organizasyonun boyutları ve ulaşılan izleyici sayısı da tek tek incelenmeye değer. Sahne sanatları açısından bir vaka veya numune olarak incelenebilir. Bir yandan ciddi bir düzen aleyhtarı, bir savaş karşıtı eser ile yüz yüze olduğumuz için, bu varoluş çabası, (en azından fikirleriyle ilk ortaya çıktığında, Roger Waters’ın yaşadığı) güçlükleri aşarak, ulaşılan başarıyı örnekliyor. Söylenmesi güç olanı söylemekte direten Waters “direniyor”. Kalkandelen aynı yazısında şöyle diyor: […] üzerine görüntülerin yansıtıldığı dev bir ekran görevi gören duvarda, “Bring the Boys Back Home” çalarken eski ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın 1953 yılında yaptığı “Barışa Bir Şans” başlıklı konuşmadan alınan savaş karşıtı sözler yer aldı.
“Every gun that is made, every warship launched, every rocket fired signifies, in the final sense, a theft from those who hunger and are not fed, those who are cold and not clothed.” (Gerald Scarfe & Roger Waters melezi el yazısı ile: “Yapılan her silah, suya indirilen her savaş gemisi, ateşlenen her füze, sonuç olarak, açlık çekip doyurulmayanlardan ve üşüyüp giydirilmeyenlerden, çalındığının göstergesidir.”)
Savaş uçakları sahne boyunca uzanan duvar ve ortadaki daire ekranda görüntüleri belirerek, yüksekten bomba yerine simgeler bırakıyor. Bunlar; Yahudi yıldızı, haç, hilal, orak ve çekiç, Shell ve Mercedes amblemleri. Politik duruşunu sakınmadan ortaya koyan sanatçı için, sisteme ayak uyduruveren herhangi bir müzisten olmak, bir seçenek bile değil! O bütün güç gösterilerine, bütün iktidarlara karşı durmayı deniyor. Bu durum bana kalırsa başarısını daha kıymetli kılıyor. Hemen her şeyi eleştirebilecek cesareti var. Üstelik Waters çağrıda bulunarak, bu devasa beyaz tuğlalı duvara, ilk yarının sonunda yansıtılmak üzere, herkesten fotoğraflar istiyor. İnsanlar da kaybettikleri, öldürülen, şiddete veya savaşa kurban giden sevdikleri kişilerin bilgilerini ve fotoğraflarını göndererek katkıda bulunuyorlar. Böylece bu kocaman, barışı özleyen fikirle, The Wall Live, sizi de duyan bir yapım haline geliyor. Gerçekten de, silahlı sanılarak çapraz ateşle öldürülen sivillerden, savaşta ölmüş askerlere, faili meçhullerimiz, kadın – erkek – genç – masum insanlar, başlarına gelen olaya ve kimliklerine dair kısa bir künye ile sahne ortasındaki daire ekranda ve duvarda yerlerini alıyor.
Duvara Dair Bir Parantez
Tuğla tuğla örülen duvar yerli gazete yazarımızın araştırmaksızın kalkıp yazdığı gibi Berlin duvarını sembolize etmez. Söz yazarı ve basçı Waters, önceki long playleri ile başarı yakalamış grubun izleyici ile ilişkisi açısından bunalmıştır ve gerçekten kabalaşan seyirciyle sanatçılar arasına bir duvar örme fikri ortaya çıkar. Elif Ekinci’nin kafa karışıklığına sebep olan, Waters’ın 1990’da Berlin Duvarı’nın bir zamanlar bulunduğu yerde, hayır amaçlı verdiği konserdir belki. Bu aynı zamanda, bu yaz izlediğimiz, ileri sahne teknolojisi ile donatılmış, görüntü ve ses kalitesinde öncü turnenin, başlangıcı sayılabilir.
Nobody At Home sırasında, dekora dair en şaşırtıcı anlardan birini yaşadık. Tuğlalarının bir bir yerleştirildiğini gördüğümüz duvarın içinden, yukarıdan aşağı açılan bir kapak indi, ardı bir oda alanı olarak tasarlanmıştı. Waters şarkıyı bu üç boyutlu odadan söyledi stadyuma dönerek. Etkileyici olan eşyaları, aydınlatması, koltuğu ve Roger Waters’ı ile bu odanın açılıverip kapanıvermesi… İzleyene birbiriyle aynı görünen tuğlaların yer yer içinden bir çalgıcı görünür oldu, bir oda görünür oldu. Zaten “duvar” izleyen ile sanatçı arasına örüldü. Açılan pencereler de belki empati ihtimaliydi.
140 tonluk bir sahne lütfen!
Gösterinin muhteşem gerçekleriyle devam edelim. İçerik olarak çoğulcu/ popülist olmayan bu yapıt, kurulmuş en büyük sahne olarak tarihe geçen ölçeği ile 3.3 milyon seyirici tarafından izlenmiş[2]. The Wall Live sahnesi için 250 kişi ile 8 vinç, 12 fork lift ve 4 kamyon çalışıyor. Ekipte 14 yerli 10 yabancı mühendis yer alıyor. Büyük konserlerdeki profesyonel projeksiyonun 6 katı büyüklüğünde projeksiyon makinesi, 140 ışıklama robotu ve 8 ışıkçı… 12 ses mühendisi yalnızca bu konserde duyabileceğiniz, stadyumda surround kullanımı çılgınlığı için iş başında. Albümden alışkın olduğunuz efektler sizi tuzağa düşürüp, gerçek hissi vererek her yandan duyuluyor. Dekor demeye yürek isteyen duvar, konser boyunca albümlerden aşina olduğumuz muhteşem görsellere zemin oluşturuyor; dünyanın bir konserde kullanılan en büyük projeksiyon duvarı, 120 metre, tabii Waters’ın, geridönüşümlü ve çok amaçlı kullanılıyor.
İşte bu etmenlerin toplamı, bu eseri eşsiz kılıyor. Teknik, felsefi, edebi, politik, evrensel, bireysel parçaların mükemmel uyumu, ahenkli bileşimi… Sadece gösteriş yapma amacıyla kullanmıyor oyuncaklarını Waters. İzleyicisinin hissettiklerini önemseyen, mükemmeliyetçi bir sihirbaz gibi en ince ayrıntısına kadar her dakikayı kontrol ettiğini anlayabilirsiniz. Sütunların üzerine güneş doğarkenki ışığın gerçekliğinden, açılışta tepemizden süzülen savaş uçağına kadar, baştan sona hayret verici, detay yüklü bir gösteri… İngiliz The Telegraph gazetesinde James Hall, Wembley Stadyumu izlenimlerini aktardığı 15 Eylül 2013 tarihli yazısında, arkaplanda 30 sene önce çekilmiş konser görüntülerinden derlenen 15 metre yüksekliğindeki silüetinin önünde, şarkıya başlamadan, Waters’ın, kalabalığa narsist görünmek istemediğini söylediğini aktarıyor. Duvarın büyüklüğü stadyumu evcilleştirmiş. Dev kuklaları unutmamalı: finalde seyircinin parçaladığı domuz kuklası, “The Mother” (anne) ile “SchoolMaster” (okul müdürü) ve tabii “Pink” (baş kişi)… İstanbul konserinde özellikle müdür/öğretmen ile çocuk korosunun anlaşmazlıklarını canlandırdıkları sahne muhteşemdi. Ateşle yapılan oyunlar diğer konserlerde de karşımıza çıkabilecek nispeten normal karşılanan bir ayrıntı diyebiliriz. Fakat eserin bütününü, dev marionetteleri, hikayeyi, dekoru ve 60 yaşındaki Waters’ın performansını düşünerek, rock opera olarak adlandıran, estetik bir deneyim olduğunun altını çizen, dünyanın pek çok köşesinden eleştiri yazılarına rastlamak mümkün.
Burada görsel tasarımın babası İngiliz çizer Gerald Scarfe anılmadan geçilmemeli. The Wall albümünün gönüllerde taht kuran çizimleri ve karakterlerin görsel tasarımı onun elinden. Bir bakıma eserde, müziğin bir başka sanat dalı ile şifrelenip ona eşlik etmesini sağlayan kişi. Toplumsal cinsiyet kalıplarından, akran zorbalığına, ebeveyin veya eş bencilliğinden özeleştiriye o kadar çok kavram – sorun atmosfere görsel olarak aktarılmış ki; tasarımın muhteşem akışı karşısında takip etmek için gözünüzü dört açmalısınız. Her an, bu çok yüklü devasa ziyafetin bir parçasını dahi kaçırmamak için tutulmuş ve yutulmuş, ufacık kalmış hem de kocaman bir birlik olmuşsunuz…
Kalkandelen yazısında söylediklerinde gerçekten tamamen haklı: “Daha önce gördüğüm hiçbir şeyle kıyaslayamayacağım bir deneyimdi. Çalınan her notası, kullanılan her ışığı ve görüntüsüyle bir konserin çok ötesinde, baştan sona mesajlarla dolu eşsiz bir gösteriydi. İnsan aklının ve yaratıcılığının önünde bir kez daha saygı ile eğildim.”
İTÜ Stadyumu, Ulaşım ve Eksikler: Bir Konser(ve)
Benzersiz – hatta dünya çapında en iyi – olanaklar ile sanat severleri buluşturan, böylesi büyük bir prodüksiyon için, konsere ev sahipliği yapan İTÜ stadyumu, çok amatör, zayıf, hazırlıksız ve alt yapı fakiriydi. Kulağa acımasız gelen bu değerlendirmeler sadece lükse duyulan bir özlem veya beğenmezlik gibi görünmesin; bu denli kalabalık etkinliklerde ufak görünen aksilikler yalnız sanatı veya icracıyı etkilemez, izleyici sağlığını, hatta hayatını teklikeye bile sokuverir. Bu da en az izleyicinin keyfini kaçırması kadar önem arz eder.
Ayrıntılarıyla; çok yetersiz kalan seyyar tuvaletler, kampüs içi yolların ve giriş – çıkışların, stadın tahliyesi ve alternatif tahliyesinin hiç planlanmamış olması ve benzeri durumlar; sadece içeride bira satılmamasıyla ilgilenen yasakçı zihniyetin ilgisini hiç çekmemiş olsa gerek. Konserin başlangıç ve bitiş saati göz önünde bulundurularak, bilet satış kanallarında kullanılması önerilen toplu taşıma için gerekli sefer düzenlemeleri yapılmadığı gibi; altyapı sorunlarının boyutu stadyumu ve saha içini dolduran seyircinin çoğunun yürüme mesafesindeki metronun ufacık koridorlarını doldurmasıyla son raddeye erdi. Ne trafik, ne metro, ne kampüs görevlileri herhangi bir plan çerçevesinde hareket etmiyordu. İzleyici kendi iradesi ile birbirine dikkat ve yardım ederek konser çıkışı “hayatta kaldı”. Saha içinin tahliyesi için tasarlan(may)an toprak yolların iki yanı dikenli böğürtlen ve türlü çalılığın, ufak tepeler ile koca portatif tel örgülerin arasına sıkışmıştı. Kalabalık birbirine alışkın bir “sürü” gibi bayır yukarı, karanlığın içinden kampüsün araba yoluna çıkmak için patikadan geçip uçurum kenarından atladı. Finalin, metro kapanış saatine rast gelmesi ve ek seferle ilgili hiç bir hazırlık ve bilgilendirme olmaması, aceleyle istasyona doluşan müthiş bir kalabalığa sebep oldu. Ek sefer koyulmak zorunda kalındığı haberi kulaktan kulağa geldiğinde, metroya “giriş” sırasında kuyrukta adım adım ilerleyerek oksijensiz geçen bir saatlik panikli bekleyiş nispeten bir rahatlamaya dönüştü.
The Wall Dünyası: Doğum
Roger Waters’ın, ona yazılan nota cevaben, 23 Ağustos’ta yayınladığı, “ne işim anti-semitist ne de ben anti-semitistim” dediği yazıda[3] adlandırdığı gibi The Wall onun “tiyatral eseri” durumundadır. Hem de bu eserin dev boyutlarını dolduran her parça, sahne plastiğinin yetkin kullanımına ve anlatım olanaklarının görkemli bir oyuncağa dönüşmesi, ustalığına verilecek canlı bir örnektir. Eserin en taze haline, ortaya çıkışına ve 1980 turnelerine dair küçük bir araştıma bile bunları doğrular nitelikte bir başlangıca ışık tutar.
İronik bir denge
Bütün bunlar sanatçı ve alımlayan ayrımı/ birliği çerçevesindeki tartışmalarda çığır açan ifade çabasının “gösterisi” olarak karşımıza çıkar. Grup kıskacına düştüğü mali sorunlarla, sanatın paraya çevrilmesi, harcama ve kar dengesizliği gibi çeşitli durumlarla cebelleşirken, yapmak istedikleri prodüksiyon, iflaslarına yol açar gibidir. Derken ortaya çıkan ürün, toplamda bugüne kadar, seyirciye ulaşmıştır. 2010 Eylül’de başlayan The Wall Live turnesi, üç yılda toplam 219 gösterimden oluşur: 98 Kuzey Amerika, 91 Avrupa, 15 Okyanusya, 15 Güney Amerika konseri. Konserin ulaştığı izleyici kitlesini ve hitabettiği kalabalığı anlamak için buna dahil olan ülkelere gözatmakata fayda var[4].
*Arjantin, Buenos Aires – “Estadio Antonio Vespucio Liberti” 66.449 kişi alabiliyor, Waters Mart 2012’de ardarda 9 konser vererek tarihe geçti: toplam 430 bin bilet satıldı.
*Hollanda, Arnhem – GelreDome 1996 yapımı stad 34 bin kişilik, 2011’de 3, bu yıl bir kere konsere ev sahipliği yapmış, tamamen dolmuş: 88 bin bilet, 8,632,039 $ hasılat.
*Amerika Birleşik Devletleri, California Eyaleti, Los Angeles – Memorial Coliseum 1921 yapımı, (1964 ve 1993’te yenilenmiş) 93,607 kişi kapasitesine erişmiş; 1932 ve 1984 yıllarında olmak üzere Olimpiyatlara iki defa ev sahipliği yapan tek mekan. Konser burada yaklaşık 45 bin izleyiciye ulaşmış, hasılat 3,544,731 $.
*Brezilya, São Paulo – Estadio do Morumbi, 1952 yapımı, 1960’da açılmış üç tadilat geçirmiş, güncel kapasitesi 66. 795 kişi. Dört Brezilya konserinin sadece ikisi 100 bine yakın izleyen ile 12,5 milyon dolar hasılat elde etmiş.
Toplam 3 milyonu aşkın izleyici. En büyük yapım 1990 Berlin gösterimi olmuştur. İkinci sırayı ise açık alanda 71 bin izleyenin biraraya geldiği 21 Temmuz 2012 Kanada, Quebec City’deki “Plains of Abraham” konseri almıştır. Eski savaş alanı olan düzlüklerdeki konseri bir yıllık ara izleyecektir. Çünkü Türkiye’nin de yer aldığı Avrupa Turnesinden önceki ayağın son konseri bu olmuştur. Sırada, başta bahsettiğimiz 2013 büyük Hollanda konseri vardır. Peki ya Londra, Paris, Atina? Muhteşem stadyumların listesi daha uzayıp gider.
Bayanlar Baylar Lütfen Dikkat!
Sektöre pek çok ülkeyi ve değişik sanat dallarını göz önünde bulundurarak bakınca, büyük çaplı düşününce güncel sorunlarımız ve bazılarımızın bunları neden sorun ettiği daha anlaşılır bir hal alıyor. Çağdaş gösteri sanatları, sunum, hizmet, pazarlama, hedef kitle, üretim ve tüketim politikaları açısından örneklenecek olursa; üzerinde düşünmeye değer bir örnek olarak bu eser öne çıkıyor. Eser – sanatçı, tüketici olarak izleyici kitle – pazar payı, yaratıcılık – satılabilirlik, kanon – marjinallik gibi çok çeşitli kavramların çatışma ve uyumu bu karmaşık örnekte gözlemlenebilmekte. Bütüne yönelik durum değerlendirmesi yapacak olursak dünya, iyi örnekleri ile “kitlelere ulaşan bir sanat eseri” veya “hayatını yaratıcılığı ile kazanan sanatçı” ya da “bir sanat etkinliğinin/yapıtının izleyiciye/kalabalıklara ulaşması” için sağlanan şartlar açısından (bizden) farklı bir yerde bulunuyor. Çok çeşitli coğrafyalardan, faklı kültür ve sosyo-ekonomik dilimlerden örneklerle, varılan noktaya bakmaya çalıştık.
Türkiye güncel gerçekliğine dönünce bunların mümkün olmadığını gördük. Sadece büyük yapımlardan yana yaşanan eksiklik değil, böyle bir yerli yapımın olmayışının yanında, onu ağırlayacak alt yapının da kültür – sanat için tahsis edilmemesi dikkat çekici. Öyle ki ülkemizde benzeri organizasyonlar diğer pek çok sahne sanatları işi gibi, zaten İstanbul’un tekelinde. Başkent ve İstanbul dışında önemsenen, tanınmış, örnek alınası yabancı toplulukların diğer şehirlere yolu düşmüyor. Müzik, opera, bale, tiyatro alanlarında hep aynı kısırlığın içinde boğuluyoruz. İzmir’de en son ne zaman büyük organizasyonla karşılatık? Yazın bir kaç festival için flarmoni orkestrasının yolu Efes’e düşerse diye aylarca bekliyoruz. Neden? Fuar açıkhava tiyatrosunun sahnesinde en son ne izledik? Kavruk kalmış bitki gibi bodur bir sanat hayatı… İki üç çırpınan, emekleyen festivalimiz var. Gittikçe ufalıyor alan: tiyatro sahnesi sıkıntısı çekiyoruz! Ne olacak? Kimse bilmiyor! Stadyumda orotoryo, klasik müzik konserlerimiz, opera ve bale şimdilik ve idareten süren geleneklerden. Gelecek kuşaklar, binlerce kişinin aynı anda duygularına kapılarak, değişip, haz alıp, üzülerek, coşarak antik bir ışıkla ruhunu beslediği sahne sanatlarını yaşayabilecek mi emin değilim. Efes antik tiyatrosu görkemine yaraşan, bu yaşlı ihtiyaç, solup gider mi? Ölüyor ölüyor diyoruz, her gün biraz daha ölüyor!
Madem sahne ölüyor, ne gerek vardı da Anadolu’nun, Akdeniz kıyısının antik insanları, emeklerini yüzlerce yıl ayakta kalacak sayısız tiyatro tasarlamaya ve inşa etmeye verdiler? Stadyumda tiyatro yaparak, onbinlerin ritüelini modern zamana taşıyan ve Muhsin Ertuğrul tarafından da örnek alındığını bildiğimiz, etkili yönetmenlerden Max Reinhardt’ın yaptığı neydi? Tiyatro: “dünyaya kan vermek”… İşte bir bakıma Waters da dünyaya gerçek anlamda kan bağışında bulunuyor. İzleyeni duygudan duyguya sürükleyip arındırıyor; coşup doruğa çıkıp, uçurumdan aşağı yuvarlanıp hüzünlenmenizi, gülüp ağlamanızı sağlıyor. Antik bir tragedyadan beklenen o kadar çok şeyi yerine getiriyor ki; The Wall Live yüreğinizi ve ruhunuzu, sizin gibi yüzlercesiyle beraber, sünger gibi sıkıp sıkıp bırakıyor.
Sesi duyan var mı?
Bu arada unutmadan 24. yılında Efes’inin kaldırılmasıyla zora düşen Blues Festivali, İzmir’e uğramıyor. Mevsimi gelmişken söyleyelim, boşuna bilet aramayın. Ya fuar? 2006’da Apocalyptica yaklaşık 5 bin kişi tarafından izlenmişti, 2008’de de Goran Bregoviç seyircisi açık hava tiyatrosundan taşıp bahçeyi doldurmuştu. Şimdiyse en iyi olanaklara sahip konser salonumuz Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi büyük salonu kapasitesi yalnız bin kişi. Dokuz Eylül ve Ege Üniversiteleri’nin konferans salonları olmasa, Akbank Caz festivali için de yer bulamazdık belki. 24. yılında Eğitim Fakültesi Konferans Salonu ve Mötbe’ye konuk. Bir yandan afişi bile olmayan bir oyun mesela “Debokrasi”, F. Şensoy’un Güle Güle Godot eserindeki türetmesinden, en iyi ihtimalle “esinlenilerek” konulmuş adıyla ve herhangi bir yönetmen, yazar, prodüktör veya topluluk adı belirtilmeksizin, internette (20 ila 30 lira arası) biletlerini satıyor. Mekan: İzmir Sanat. Az kalsın unutuyorduk, sahi İzmir Devlet Tiyatrosu’na ve salonlarına ne oldu? 2013 – 2014 sezonunun sadece iki oyun ve tek salon ile başladı, cılız programda pek az şey görülüyor. Tamirattaki salonların hangi aşamada olduğunu kim biliyor? Ne zaman yenilenmiş olacaklar? İzmir tek tiyatro sahnelik bir şehir mi? İki üç oyunluk bir sezonu mu hak ediyor İzmir seyircisi?
Devlet sanat kurumlarının kapatılmasını ve tamamını tek bakanlığa bağlayarak sürekliliğini ortadan kaldırmayı öngören yasa artık bir ihtimalden fazlası, neredeyse uygulamada. Bu noktaya nasıl geldik? 2008 yılında da Karşıyaka sahnesi kapatılmanın eşiğine gelmiş ve bu durumda Devlet Tiyatrosu tek salona (Konak) mecbur olacaktır, denmişti. Bunca yıl hiç bu konu üzerine düşünülmedi, çalışılmadı, bir ilerleme kaydedilmedi mi? Konak sahnesi tarihi kimliği ve estetiğiyle, izleyici için de sanatçılar için de özel bir mekan; ancak İzmir DT izleyicisinin tiyatro yaşamının, bütün yükünü taşıyabilir mi? Unutmamalı ki bütün tarihi tiyatro salonlarının, atölyelerinin kaderi de aynı bütün emektar veya taze sanatçıları ile sanatçı adayları bizlerin kaderi gibi, yasanın kabulü ile karanlığa gömülecektir. Roma’da belediye tiyatro özelleştirmelerine gidecekken “Teatro Valle” işgal edildi ve sanatçılarla halk birlikte bizzat tarihi binada yaşayarak direndiler[5]. İyileştirmek için, eleştirip aksaklıklara dikkat çekmek için, kurumdan ve harici pek çok sanat insanını bir araya getiren çalıştaylar, yasalar, araştırmalar yapılmasına kimse karşı çıkamaz. Ancak kapanan bir kurumun klasik müzik icracısını düşünün, konsevatuvardan güzel sanatlardan mezun olan gençler? Kıyasıya mücadele edip ödenek almaya çabalayan projeler bu kurumların yerini tutabilir mi? Özel tiyatroların, devlete ait olanların öncelikleri aynı mı? Turneler, fiyatlar…
İTÜ Stadyumu, 4 ağustos 2013 Waters biletlerine bakınca[6] fiyatların 150 liradan başladığını, tribünde 350, Golden Circle kategorisinde 585 ve 770’e kadar gittiğini görüyoruz; 14 mayıs 2014’te sahne alması planlanan Aerosmith için yine aynı mekanın seçildiğini üzülerek belirtmeli. Saha içi ayakta bu defa 170 lira, tribünde 250 ve 330 liralık iki seçenek sunulmuş. 435 ve 650 lira vererek kategori adı elmaslı altınlı biletler alacaklar da var anlaşılan. Saha içinde bulunan kalender bir gözün, dehşete düştüğü böylesi hazırlıksız hatta konforsuz ve güvensiz bir mekanda, iyi müzisyenleri dinleyebilmek için yine uçuk fiyatlar vereceğiz. Bu arada hani bu kapanmak üzere olan Devlet Tiyatrosu var ya; aklınızda olsun biletler tam 10, öğrenci 6 lira. Ve eğer hep dolu salona oynayan operaya (Devlet Opera ve Balesi – zira sanırım İzmir’de mesela, başka bir opera veya bale yok, mesela amatör topluluklar), zar zor bilet bulabilirseniz buna yakın cüzi fiyatlara iyi eserler izlemeniz de mümkün. Verdi, Puccini, Çehov veya Shakespeare eserleri izleyip, eleştirmek isterseniz, bütçenizden küçücük bir dilim ayırarak bu keyfe sahip olabilirsiniz. Belki de bu yüzden devlet destekli tiyatroların sürmesi lazım ne dersiniz?
[1] 9 Ekim 2010 Cumhuriyet Gazetesi
[2] Zülal Kalkandelen, 13 Temmuz 2013, pinkfloydturk.net yazısı: Roger Waters “The Wall” Konseri Detayları.
[3] Sanatçının kişisel facebook sayfasında yayınladığı notlardan.
[4] The Wall Live (concert tour) maddesinde gişe hasılatlarını, wikipedia, çeşitli güncel kaynaklardan – gazete dergi ve veri tabanlarından – toplayarak vermektedir. Mekanlarla ilgili bilgiler de ansiklopedinin her birine ait maddelerinden derlenmiştir (memleket, mekan, kapasite, konser ve bilet sayıları ile hasılat).
[5] Bkz. Mimesis dergisinde çevirisine yer verilen Alan Johnston yazısı “İtalya’da Tiyatro Salonu İşgal Edildi” BBC News. Roma, 4 Aralık 2011, Çeviri: Aysel Yıldırım.
[6] Bkz. Biletix internetten söz konusu etkinliklere – konserler ve devlat tiyatroalrı için – resmi bilet satış sitesi.
6 yorum
Sayın KAHYA,
Yazınızda “Sesi duyan var mı?” paragraf başlığı altında, “Bir yandan afişi bile olmayan bir oyun mesela “Debokrasi”, F. Şensoy’un Güle Güle Godot eserindeki türetmesinden, en iyi ihtimalle “esinlenilerek” konulmuş adıyla ve herhangi bir yönetmen, yazar, prodüktör veya topluluk adı belirtilmeksizin, internette (20 ila 30 lira arası) biletlerini satıyor. Mekan: İzmir Sanat.” şeklindeki belirlemelerinizi hayret ve üzüntü içinde okuduk.
Şimdi okuyacaklarınızı ise hem İzmir Tiyatro Akademi’nin İkinci Başkanı’ndan hem de hasbelkader sanata bulaşmış sıradan bir yurttaştan yanıt olarak kabul ediniz.
Güzel güzel okumakta olduğum o makalenizin içine, yukarıdaki iki üç satırlık (benzersiz) yanlışı ve gerçek dışılığı nasıl sığdırdığınız ? !..
Belli ki sanatın içindesiniz..
DEBOKRASİ’nin afişi var. Harika bir afiş üstelik. Örneğin sadece Google’a girip, DEBOKRASİ yazıverseydiniz, (2013 yılı Nisan Ayından bu yana )Facebook ve Twitter sayfalarına, sokaklara, gazete ilanlarına yansımış olan en az 8 ayrı DEBOKRASİ afişinin binlercesini görür, İzmir Tiyatro Akademi’ye de, Tiyatromuz “İzmir Tiyatro”ya da ulaşırdınız. O afişin tam orta yerinde “Yazan ve Yöneten Tarkan OSOY” yazar.
Sayın KAHYA.
Tarkan OSOY, İzmir Tiyatro Akademi’nin Başkanı ve Genel Sanat Yönetmenidir. Kapalı gişe oynanmış olan Gılgamış Destanı Müzikali’ni de yazıp yönetmiş ve bu oyun ile Direklerarası Seyircileri Seçici Kurulu’nun en iyi Müzikal ödülünü almıştır. İzmir Tiyatro 12 yıllık geçmişi olan saygın ve tanınmış bir sanat kuruluşudur. Biletlerini İNTERNETTE – BİLETİX kanalıyla izleyicilerine ulaştırmaktadır.
Anılan DEBOKRASİ afişlerinin üzerinde BİR BİLETE BİR FİDAN sloganı altında kamuoyuna duyurulan muhteşem bir kampanyamız da var. Ege Orman Vakfı ile bir sözleşme yaptık, biletlerimizi 25 – 30 ve 35 TL fiyattan satıyor ve her biletli izleyicimiz adına Çeşmedeki İTA Ormanı’na bir fidan dikilmesini de sağlıyoruz. Bu kampanyamız, DEBOKRASİ ve İZMİR TİYATRO ile özdeşleşmiş, girişimimiz bütün Türkiye’de ses getirmiş, övgüler almıştır.
Bu gerçeklerden de habersiz olmanız yanında, yazınızın lafzı ve ruhu sanata ve sanatçıya, sanat için gösterilen çabalara gösterilmesi gereken en sıradan SAYGI unsurlarından dahi yoksun geldi bizlere. Örneğin, internet üzerinden bilet pazarlamak ve 20 – 30 TL bilet bedeli öngörmek, adı sanı belli olmayan – ucuz tiyatro yapan gruplarının işi imiş gibi bir algı yaratmış olabilir misiniz ? O internete bir girin, bir bakın bakalım 7.5 – 13 TL’na bilet satan özel tiyatrolar da var mı ? Ayrıca, kıstas ucuza bilet satmak mıdır ? Özel tiyatroların, hangi koşullarda, nelerle uğraştıklarını bir nebze olsun kestirebilen bir kalem olmadığınız kesin ! İyi oyun ya da oyunun türü gibi kavramlar kişilere özgü farklılıklar gösterebilir. Ama, (yönetmeni, oyuncusu, dekorcusu, kostümcüsü, ışıkçısı ile bu çatı altında sanat yapmaktan başka bir amacı olmayan emekçi insanların onur ve binbir çaba içinde var ettiği) koskoca bir tiyatroyu, sahneye koydukları herhangi bir yapıtı ve onlara gönül vermiş izleyici kitlesini böylesine görmezden gelmek, bir çırpıda silip atıvermeye kalkışmak farklı bir olgu. Siz oyunu ya da tiyatroyu eleştirmiyorsunuz. Üslubunuz, kıyıda kenarda kalmış bir tiyatroyu ve/veya tiyatro oyununu çağırıştırmaya yönelik. Yazdığınız o satırlar, sadece yakışıksız değil, sanata ve sanatçıya dair asgari saygıdan yoksun. Bir yandan Debokrasi sözcüğünün kaynağına yönelik (nitelikli bir araştırma yapmışsınız ya da derin bir birikiminiz varmış gibi) göndermelerinizi vurgularken, diğer yandan, DEBOKRASİ’nin afişinin dahi olmadığına (hiçbir araştırma yapmadan) değinmeyi gönül rahatlığı içinde becerebildiğinize göre, o üç beş satırınızda iyiniyet aramak boşuna olsa gerek. İzlemediğiniz, ama kaleminizin ucuna bu şekilde sığdırdığınız DEBOKRASİ oyunumuz hakkında neden böyle bir yargıya vardınız ? Aslında, afişinin olmadığından söz edebildiğinize göre, DEBOKRASİ adını duyduğunuz kesin. Afiş bir yana, Siz Türkiye’de yaşayıp da İzmir Tiyatro Akademi’yi, İzmir Tiyatroyu ve DEBOKRASİ’ oyununu gerçekten hiç duymamışsanız, sanat camiasının dışındasınız demektir. Bu durumda, kendinize yarattığınız dar bir sanat dünyasında, dar bir çevreden aldığınız duyumlar VE MUHTEMELEN SİZE TELKİN EDİLEN gerçek dışı hususlar doğrultusunda bir şeyler yazma çabası içinde olduğunuz düşünülür. Şimdi, sırtınıza bir yük daha biniyor, DEBOKRASİ adlı oyunun Ferhan Şensoy’un Güle Güle Godot eserindeki TÜRETMESİ’nden (en iyi ihtimalle esinlenilerek) adının konulduğunu kanıtlamak zorundasınız. !. Kaldı ki, oyunu sadece adı ile eleştirmek, senaryo – dramatürji – oyunculuk gibi unsurları da karalamaya varan haksız bir yaklaşım olmuyor mu ? Bir tiyatro oyunu (hele hele bütün eleştirmenlerin mükemmel diye nitelendirdikleri DEBOKRASİ gibi bir oyun) için “afişi bile yok” gibi (aslı da olmayan) yakıştırmalara sanata dair bir yazı içinde neden yer verilir, bu yapılır da ardından oyun neden eleştirilmez, işte bunu anlayabilmemiz olanaksız.
Sayın KAHYA,
Sizi, derhal, iddialarınızı kanıtlamaya davet ediyoruz. Konuya ilişkin her türlü talep ve dava hakkımızı saklı tutuyoruz.
Yukarıdaki nedenlerle, “fütursuzca” kaleme aldığınız o birkaç satır içimizi acıttı.
Ayrıca, DEBOKRASİ’yi izlemenizi de öneriyoruz. Gelemeyecek iseniz oyunun bir CD ‘sini de gönderebiliriz
İnanıyoruz ki, olur da izlerseniz, yazdığınız o birkaç satır sizin de içinizi acıtacak.
Duyacağınız büyük pişmanlığı bastırmak için camiamizdın özür dileyip dilememeniz hiç önemli değil (dilerseniz hoşgörü ile karşılarız zaten). Ama (başta İzmir Tiyatro aşığı tiyatroseverler olmak üzere) sanatsever insanlarımız ve (varsa) vicdanınız size affedecek mi ? Bundan sonra elinize bir kalem alıp böylesine sorumsuzca bir şeyler karalama cüret ve cesaretinizi bulabilecek misiniz,? İşte orasını kestiremiyoruz.
Sayın KAHYA,
Facebook linkimizi bilgilenmeniz için ekliyoruz : https://www.facebook.com/pages/Izmir-Tiyatro-Akademi/299937036788745
Zahmet buyurup incelemeseniz bile, yazınızı okuyan sanatseverler sadece bu linkten yola çıkarak, sanat adına yaptığınız ulu orta değinmeleriniz hakkında kesin bir yargıya varacaklardır.
Saygılarımla,
Av. Yavuz ORAN
İZMİR TİYATRO AKADEMİ
İKİNCİ BAŞKANI
Anılan yazının “..konulmuş adıyla ve herhangi bir yönetmen, yazar, prodüktör veya topluluk adı belirtilmeksizin, internette (20 ila 30 lira arası) biletlerini satıyor.” bölümüne ilişkin olarak, BİLETİX’den gönderilen link : http://www.biletix.com/etkinlik/RTI03/ANKARA/tr
“Bir yandan afişi bile olmayan bir oyun mesela “Debokrasi”, F. Şensoy’un Güle Güle Godot eserindeki türetmesinden, en iyi ihtimalle “esinlenilerek” konulmuş adıyla ve herhangi bir yönetmen, yazar, prodüktör veya topluluk adı belirtilmeksizin, internette (20 ila 30 lira arası) biletlerini satıyor. Mekan: İzmir Sanat.” ifadesindeki bilgiler, bahsedilen projenin önceki tarihli gösterimine ait bilgilere dayanmaktadır.
Buna göre, 2 Kasım 2013 tarihli gösterim için, bilet satışı sağlayan bağlantıda (1) söz konusu oyuna ait afiş, yazar, yönetmen, dramaturg veya topluluk/ kurum bilgisi bulunmamaktadır. Bu durum bilet satmakla yükümlü kurumun hatasından kaynaklanmış olsa bile proje sahiplerinin bilgisi olmadığı ortadadır. Yalnızca iki perdelik komedi olduğu ve salon bilgisi içeren ilanda, bilet fiyatları da belirtildiği gibidir. Yazı The Wall konseri izlenimlerimizden yola çıkarak, günümüz şartlarında ülkemizde ve şehrimizde gerçekleşen sahne sanatları etkinliklerinin ve olaylarının çeşitli yönlerini kıyaslamak amacıyla yazılmıştır. Toplam iki cümle içinde durum örneklemesi olarak oyunun anılması bir aksaklığa/duruma dikkat çekmekten hatta yalnız işaret etmekten öteye gitmemektedir. Tek eksik kaynağın gösterilmemiş olmasıdır, bunu da gidermek mümkün olmuştur. Zaten yazının odağı ve ilgi alanı, hatta kategorisi bir oyun eleştirisi olmadığı için emeğinize saygısızlık edilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Asıl hedef sahne sanatları alanındaki dengesizlikler, eksiklikler, gelişmesi gerekenler, dikkat çekenlere göz gezdirip; buna dair olabildiğince çok soru sormaktır.
Güle Güle Godot eserinde (2) “Özün Boşa Geçişinin Şarkısı” ardından gelen “IX/GODOTSUZLUK” kısmında Godot’nun yokluğunda olacağı tartışılmaktadır:
KAVUKSUZ.- Peki kim bakacak şimdi o işlere?
.-Kısa susku.Herkes birbirine bakar.-
KAVUKLU.- Hangi işlere?
KAVUKSUZ.- Godot’nun baktığı işlere!
TOPRAK.- Ne işine bakıyordu ki Godot?
KAVUKSUZ.- Ne bileyim? Ülkeyi çekip çeviriyordu işte…
[…]
DOLUNAY.- O zaman adaylar belirlensin, seçim yapılsın!
KAVUKLU.- Seçim çok tehlikeli bir şeydir… Ya yanlış seçersek, ki seçebiliriz…
.- Godotgiller hışımla girerler.-
G.GİLLER.- Merhaba arkadaşlar!
1. G.GİL.- Godot gitti ve ülkemiz yasaksız, demokratik bir düzene kavuştu…
DOLUNAY.- Nasıl yani?
2.G.GİL.- Devlete el koyduk. Her işe biz bakacağız.
DOLUNAY.- Her işe kimin bakacağına halk karar verecek?
1.G.GİL.- Nasıl yani?
DOLUNAY.- İsteyen aday olsun. Yöneticiyi halk seçsin!
3.G.GİL.- Halk anlamaz böyle işlerden!
LEKE.- Debokrasi!
.-Herkes döner Leke’ye bakar, Leke sözünü heceleyerek yineler.-
LEKE.- De-bok-ra-si!
1 – http://www.biletix.com/etkinlik/PTX04/IZMIR/tr#
2 – Şensoy, Ferhan. Güle Güle Godot. Ortaoyuncular Yayınları/8, 2. Basım, Nisan 1996, İstanbul (s.71-73).
3 – Şensoy son kısımda oyunu 1968 yılında yazmaya başladığını, 1971’de yeniden elden geçirdiğini, 1991’de tamamlandığını aktararak, “Nisanın on biri cuma gecesi dünya prömiyeri” diye sözünü noktalar – 1993.(a.g.e. s.88)
Sayın KAHYA,
1) Makalenizde aynen, ”Afişi bile bulunmayan bir oyun, mesela DEBOKRASİ” diyorsunuz.
Açık ve kesin bir anlatımla, DEBOKRASİ adlı oyunumuzun “AFİŞ”inin BİLE bulunmadığından söz ediyorsunuz.(BİLETİX’e dair örtülü bir atfınız dahi var mı bu tümcede ?)
2) Yanıt niteliğindeki yukarıdaki yazınızda ise “afiş yok” derken BİLETİX’i kastettiğinizi söylüyorsunuz “Hoppala, BİLETİX de nereden çıktı ? Müneccim miyiz biz ?” demez mi okuyucularınız ? : O tümcenizi kendinizce, şöyle tercüme ediyorsunuz :
“2 Kasım 2013 tarihli gösterim için, bilet satışı sağlayan BAĞLANTIDA söz konusu oyuna ait afiş, yazar, yönetmen, dramaturg veya topluluk/kurum bilgisi bulunmamaktadır”.
Böylece, BİLETİX’in internet sayfasında “AFİŞ”imizin olmadığını söyleyerek, konuyu olmadık bir yere getirirken, BİLETİX sayfasında DEBOKRASİ’ye ait (afiş dışında) kimi temel bilgilerin de yer almadığına dair (makalenizde hiçbir şekilde değinmediğiniz) yeni bir iddiaya yer veriyorsunuz.
3) BİLETİX İNTERNET SAYFASINDA AFİŞİMİZİN YER ALMADIĞINA DAYANIYORSANIZ ;
3.1. AFİŞ, “reklam ya da propaganda yapmak, bir duyuru iletmek amacıyla HALKA AÇIK YERLERE ASILAN, genellikle resimli, BASILI KAĞIT (duvar ilanı) şeklinde tanıtıma aracıdır.
(Afiş ölçüleri 28×41 cm, 35×50 cm, 41×57 cm, 45×64 cm, 50×70 cm, 57×82 cm,64×90 cm ve 70 x 100cm’dir. (1) http://www.mtgrafik.com/afis-brosur-tasarimi.asp
Ülkemizde, 50 X 70 (1417 x 1984 px) ve 70 x 100cm (1984 x 2835 px) standart afiş ölçüsü olarak kullanılmaktadır) .
3.2. BİLETİX, bağlantılarından AFİŞ ve afiş ebadında görsel istemez, KABUL ETMEZ,YAYINLAMAZ !)
3.3. Ayrıca BİLETİX, (istisnasız bütün bağlantılarından kesin olarak şu görselleri (aynen) ister :
Mobil Uygulama Spotlight Görseli :
Minimum ölçü : 640 x 624 Piksel
Format : JPG
Açıklama : Görsel üzerinde herhangi bir metin (mekan, tarih, etkinlik ismi) ve logo bulunmamalıdır. Bu imaj tüm mobil uygulamalarımıza dağıtılır.
Etkinlik Görseli :
Minimum ölçü : 305 x 168 Piksel
Format : JPG
Açıklama : Görsel üzerinde herhangi bir metin (mekan, tarih, etkinlik ismi) ve logo bulunmamalıdır.
Etkinlik Fotoğraf Görseli:
Minimum ölçü : 350 x 290 Piksel
Format : JPG
Açıklama : Görsel üzerinde herhangi bir metin (mekan, tarih, etkinlik ismi) ve logo bulunmamalıdır. Fotoğraf galerisine maksimum 8 adet resim eklenmektedir.
Etkinlik Sponsorları :
Minimum ölçü : Minimüm yükseklik 60Piksel
Format : JPG
Mekan Logosu :
Minimum ölçü : 305 x 168 Piksel
Format : JPG
Açıklama: Mekana ait kurumsal logo olmalıdır.
Etkinlik Video :
Format : MP4, MOV, AVL, DVD
Maksimum süre : 45 saniye .
Mekan Fotoğraf Galerisi :
Minimum ölçü : 350 x 290 Piksel
Format : JPG
Açıklama : Görsel üzerinde herhangi bir metin (mekan, tarih, etkinlik ismi) ve logo bulunmamalıdır. Fotoğraf galerisine maksimum 8 adet resim eklenmektedir.
Oysa SİZ, ne demiştiniz ? “Afişi bile olmayan bir oyun mesela Debokrasi”.
Sonra bunu nasıl tercüme (!) ettiniz ? “Biletix sayfanızda afişiniz yok”
Gördüğünüz üzere, BİLETİX İNTERNET sayfasında DEBOKRASİ adlı oyunumuzun
“AFİŞ”ini aramanız bile, AFİŞ kavramına, sanat terminolojisine, akla ve mantığa aykırıdır.
Tam da bu aşamada, “afiş resimli bir görseldir, ben o görseli kastettim” derseniz, yüklediğiniz o BİLETİX linkine bir kez daha bakın. Yukarıda tariflenen görsellerin tamamını bulacaksınız.
4) BİLETİX SAYFASINDA DİĞER BİLGİLERİN YER ALMADIĞINA DAYANIYORSANIZ :
Bir kez daha vurgulayalım, makalenizde hiçbir şekilde değinmediğiniz bu konuya ilk kez,
yukarıdaki yanıtınızda yer vermişsiniz ! Madem değindiniz, bu yanıtınızı da yanıtlayalım :
Kurumlar, gerekli kurum bilgileri ile birlikte yukarıda (3) altında anılan görselleri de BİLETİX’e
teslim eder.
Biz de öyle yaptık; (afiş dışında !) afişimizde yer alan – almayan, seçtiğimiz görsellerin tamamını
BİLETİX’e teslim ettik.
BİLETİX, 11 EKİM 2013 tarihinden itibaren, DEBOKRASİ’nin sahnelendiği 3 ayrı tarih için
verdiğimiz yazılı ve görsel dokümanları yayınladı. 19 ARALIK 2013’de ikinci oyundan önce görsellere yenilikler eklendi. 22 OCAK 2014’de üçüncü oyun öncesi “Bir bilete bir fidan” kampanyasının bilgileri eklendi. Ayrıca oyunumuz 2 ayrı festivalde birer kere daha sahnelendi.
Esasen, tanıtımlarımız, haberlerimiz, röportajlarımız için yazılı ya da görsel medyaya,
ajanslara bilgileri gönderdiğimiz halde, mutlaka eksik ya da hata buluyoruz. İsimler yanlış yazılıyor, taklit alanlar karıştırılıyor, şarkı sözü yazarı yerine besteci giriliyor. Üstelik yayınlanan bilgiler anında kopyalanıp paylaşıldığı için, eksik ve yanlışlar da (özellikle internette) yinelenmiş oluyor. Diğer bir deyişle, tanıtım dışındaki haber ve röportaj yayınlarına önceden müdahale etme şansımız hemen hemen hiç yok. (Hele günlük haber yayınlarında.)
Sanatı ya da sanatçıyı savunuyorsanız, sanata karşı bir nebze duyarlığınız var idiyse, üstelik sadece BİLETİX’e atfedilebilecek böyle bir eksikliği ya da yanlışı (makalenizi kaleme almanızdan 4.5 ay önce gördüyseniz) önce bizi ve hatta BİLETİX’i uyarmanız ya da daha önce HİÇBİR ŞEKİLDE DEĞİNMEDİĞİMİZ bu talihsizliğimize, en azından 4.5 ay sonra kaleme aldığınız o makalenizde (üstelik bu gerçekleri kamu oyuna böylesine açık bir anlatımla yansıtarak) yer vermeniz gerekmez mi ?
Ayrıca, o tarihte BİLETİX sayfamızda kurum bilgilerimizin bulunmadığının farkına vardığınızı beyan (itiraf) ettiğinize göre, siz en kötü ihtimalle 2 Kasım 2013 tarihinden makalenizin yayınlandığı 12.03.2014 tarihine kadar geçen toplam 4.5 aylık süre boyunca, DEBOKRASİ’nin ve/veya İzmir Tiyatro’nun iyi bir takipçisi oldunuz demektir. Böyle ise durum daha da vahim ;Siz, bu gerçekleri de bile bile (farkına vardığınız gerçekleri göz ardı ederek), gerçek dışı bir
beyana yeltenip, konuyu bir tiyatronun (Özel İzmir Tiyatro’nun) AFİŞİNİN BİLE BULUNMADIĞI noktasına taşıyor, bunu bir sanatçı duyarlığına büründürerek, başından beri iyi niyetli olmadığınızı kanıtlıyorsunuz demektir. Madem BİLETİX’deki bu gerçeği biliyordunuz,
Gerçekten iyi niyetli ya da duyarlı olsaydınız,o sanat kuruluşunu ya da BİLETİX’i uyarır ya da bildiğiniz gerçeği görmezden gelmeden ve hele saptırmada yansıtmanız gerekirdi.
Bütün bu gerçekler, iyi niyetli olmadığınızı, aksine tiyatromuzu kasıtlı olarak karalamak saikini taşıdığınızı ve ayrıca, size yanlış bilgi veren ortak dostlarımızın (!) bulunduğunu gösteriyor
Sayın KAHYA.
5) Gelelim, DEBOKRASİ sözcüğünün kaynağına.
Siz özetle, Ferhan Şensoy’un alıntıladığınız satırlarına dayanarak, orada geçen DEBOKRASİ sözcüğünün senaristimiz tarafından ÇALINDIĞINI ima ediyorsunuz.
5.1. DEBOKRASİ sözcüğü ilk kez Sayın ŞENSOY tarafından kullanılmamıştır. .
5.2. Sayın ŞENSOY tarafından bir marka gibi tescil edilmiş sözcük de değildir. Şensoy’un da duyumlarına dayalı olarak DEBOKRASİ sözcüğüne yer verdiği, verebileceği “izahtan vareste”dir.,
5.3. Ayrıca, DEBOKRASİ sözcüğünün kullanılmasında, bir oyuna AD olarak verilmesinde, Sayın Şensoy’un ya da bir üçüncü kişinin haleldar olan bir hakkı söz konusu değildir. Aksine bu hakkın kullanılması ÖZGÜRLÜĞÜne, örneğin bir yapıta AD olarak verilmesine engel hiçbir hukuku, sosyal, sanatsal, etik neden yoktur ! (Böyle bir engel, bundan sonra bir tiyatro eserine DEBOKRASİ adının verilmesi halinde, artık söz konusu olacaktır !
5.4. Duymamış ya da araştırmamış olsaniz bile, bilmediğiniz gerçekler şöyle : 1950’li yılları ile
birlikte Türkiyemizde derin bir DEMOKRAT (PARTİ)-HALK (PARTİ) çekişmesi yaşanır oldu. Bu dönemlerde, DEMOKRASİ kavramı öne çıktı.Zamanla, halkımızın HALKÇI – DEMOKRAT diye adeta ikiye bölünmesi sonucunda, Halkçılar Demokratlara DEBOKRAT, Demokratlar da Halkçılara (6 OK) 6 Bok. demeye başladılar. Halkçıların en çok sarıldıkları söylem, bunlar (DEBOKRATLAR) olsa olsa‘DEBOKRASİ’yi getirir” olmuştur. 1960’lı yılların CHP – AP çekişmesinin temelinde de DEBOKRASİ esprisinin büyük yeri vardır. Bu gerçeği, 1950 (hatta 1960)’lı nesil babalarımız ve onların çocukları aynen böyle yaşayarak bilmektedir. Sayın Şensoy, bir sanatçı ve yazar olarak bu sözcüğü kullanmış ise nedeni sadece DEBOKRASİ’nin bu ANONİM varlığıdır. Şensoy böyle bir türetmeyi yaratan değil, sanat içinde kullanan bir yazardır. Kullandı diye, türetmeyi Şensoy’a mal etmek, esasen sosyal ya da siyasi tarihimizde yer alan değindiğimiz gerçekleri bilmemek ya da görmezden
gelmekten ve sıradan bir önyargıdan öteye gitmez.
5.5. DEBOKRASİ oyunumuzun senaryosu 46, senaryo “AÇIKLAMA”ları ise en az yaklaşık 100 sayfadır. Senaryo, (genel ve özel okumaların ardından) her satırı, her kelimesi ile bu açıklamalar doğrultusunda provalarda değerlendirilmiştir. Oyunun adı DEBOKRASİ olunca,doğal olarak, senaryonun okunmasına dahi geçilmeden,bu sözcüğün nereden geldiğine ilişkin açıklamalarda yer alan araştırmalar da incelenmiş ve sorgulanmıştır. Belirlemeler,(özetle) şöyledir :
— DEBOKRASİ sözcüğü 1946’lı yılların dan sonra anonim bir sözcük olarak gündeme düşmüş ve anonim bir sözcük olarak yerleşmiştir.
— İnternete girildiğinde, bu sözcüğün ilk kez ne zaman ve nerede kullanıldığına ilişkin sağlıklı bir kayda rastlanılmamaktadır. Çeşitli linklerden, kaynak gösterilmeksizin yansıyan anı ya da hikayeler mevcuttur. Örneğin, Milletvekili K. Cemal ÖNCEL tarafından, 1949 yılında, zırai bir toplantıda “Demokrat Parti’nin ancak DEBOKRASİ’yi getirebileceğinden” söz edilmiştir. Gene, kaynak gösterilmeden internette yer verilen açıklamalara göre, eski bir Devlet Tiyatrosu oyuncusu olan Ahmet DEMİREL (kardeşi yönetmen ve oyuncu Ziya DEMİREL ile birlikte Kardeş Oyuncuları Tiyatrosu’nu kurmuştur) keskin bir CHP üyesidir, Ecevit’in Genel Sekreterliği’ni desteklemektedir. 18 Ekim 1966’da yapılan CHP Kongresi’ndeki konuşmasının ardından, kürsüye tekrar
gelip, (İnönü’yü kastederek) partiye gelince debokrasi, memlekete gelince demokrasi getirmekten söz edemeyiz diye bağırmış ve İnönü yanlılarınca apar topar kürsüden
indirilmiştir.
— Oyunun adının neden DEBOKRASİ konulduğuna (esin kaynağına) gelince :
Bir oyuna ad verilmesinde ESİN KAYNAĞI, öncelikle oyunun konusu, yapısı ve oyun
kişisinin ismine uygunluktur.
Senaryo yazarı (Tarkan OSOY), yarattığı (gerçekte var olmayan –varsayımsal) filozof DEBOKRİTES adlı rol kişisi üzerinden DEMOKRASİ kavramını 2500 yıl öncesinden bugüne dek sorgulamaktadır. DEBOKRİTES, oyun gereği ilk diyaloğa filozof DEMOKRİTOS ile girmektedir. DEBOKRİTES, DEMOKRİTOS’un ardından Sokrates,Platon, Diyojen, Aristoteles ve Descartes’le de diyaloğa girerek demokrasiyi sorgulamaktadır. Dolayısıyla, Filozof DEBOKRİTES’in sorgulamasından yola çıkıldığı için; sorgulanan DEMOKRASİ, Sorgulayan karakter DEBOKRİTES, diyaloğa girdiği ilk kişi de DEMOKRİTOS olunca, yazarın
bu kaynaklardan esinlenip oyuna DEBOKRASİ adını vermesi son derece yerinde, doğal ve mantıklıdır. Aksini düşünmek, yazarın önce DEBOKRASİ diye bir ad
bulup, daha sonra bu ada uygun bir oyun yazdığını kabul etmeyi gerektirir ki, akla ve mantığa uygun olan ya da eşi benzerine pek rastlanan (!) bir esin durumu
değildir bu !
Böyle olduğu içindir ki, esasen oyunun konusuna, yapısına ve kişi(ler)ine son derece uygun, doğal ve mantıklı KAVRAM ÇAĞIRIŞIMLARINDAN oluşan, çok fazla sayıda esin kaynağı bizatihi senaryonun içinde – özünde vardır. Yapıtın adı, cuk oturmuştur !
— Ayrıca, senaryo yazarı Tarkan OSOY’un örneğin 1985 yılında vefat eden CHP’li dedesinden, dedesinin ve/veya diğer büyüklerinin eski günleri andıkları konuşmalarından DEBOKRASİ esprisini duymamış olmasını gerektiren bir engel de yoktur.
— Aynı duyumlar, Şensoy için de geçerlidir. Ayrıca ŞENSOY, DEBOKRASİ sözcüğünü bir yapıtının bir cümlesi içinde kullanmış olsa bile, herhangi bir oyununa DEBOKRASİ adını vermiş değildir.
— Oyunun Debokrites’in sorgulaması düşüncesine dayandırılması ise “Platon’un Sokrates’in Savunması’na dem vurarak Sokrates’in felsefesini, düşünce biçimini ortaya koymak için atıflarda bulunulmasından kaynaklanmaktadır. Esasen, bu atıflar oyunda bizzat Sokrates’e hatta Platon’a bile diyalektik olarak yapılmakta, oyun içinde belirtilmektedir.
— Üstelik Tarkan OSOY’un ne denli geniş “gözlem, merak, araştırma ve sorgulama yeteneği taşıyan”, ne denli “kaliteli” ve ne denli “üretken” bir senaryo yazarı ve yönetmen olduğunu görüp anlamak için sadece yapıtlarına göz atmak yeterlidir. OSOY, gözlem ve duyumları ile yetinmemiş, edindiği her bilgiyi (bu bağlamda örneğin DEBOKRASİ gibi kavramların özünü) her türlü araştırmaya yönelerek,
çevresindeki aydın yazar, bilim adamı ve düşünürler ile de tartışıp sorgulayarak, görgü ve bilgisini benzersiz bir şekilde yükseltegelmiştir. OSOY, aile ortamında bile tanık olduğu konuşmaların ve espriyi yapan kişilerin materyalist ya da Marksist olup olmadığı gibi gerçeklere ulaşabilmiştir. Bu, böylesine derin bir gerçektir ve ancak böyle olduğu içindir ki, DEBOKRASİ adlı oyunumuzun, materyalist doğa biliminin temelini atan Demokritos’la girilen diyaloglar ile başlaması tesadüf olamaz.
6) Sonuç olarak, oyunumuzu izlememiş olsanız bile internetten kolayca yapabileceğiniz bir araştırma ile bu bilgilerin birçoğuna ulaşabilme olanağına sahip bulunduğunuz da bir gerçektir.
Şurası kesindir ki, Sayın KAHYA oyunumuzu izlemiş olsa idi kavram çağrışımları yöntemi ile nelerin hasıl açıklandığını görüp öğrenme şansına da sahip olacak ve ayrıca DEBOKRASİ adının sadece bu oyuna, hem de ne denli mükemmel yakıştığını görmekle
kalmayıp, ne denli anlamsız bir önyargı içinde, ne denli yanlış ve gereksiz bir konuya değinmiş olduğunu kavrayabilecek idi,
SONUÇ : Bu gerçeklerin takdirini sanatseverlere bırakıyoruz.
Aynı gerçeklere dayanarak, Sayın KAHYA’nın afişimizin bulunmadığına ilişkin beyanının gerçekleri yansıtmadığını ve esasen iyi niyet dışı – kasıtlı bir öngörü ile kaleme alındığını vurguluyor, yukarıdaki yanıtında konuyu BİLETİX’e kadar genişletmesinin kendisini haklı çıkarmaya yetmeyeceğini, bundan böyle Sayın KAHYA’yı ve ilgili üçüncü kişileri sadece yargı önünde muhatap kabul edeceğimizi beyan ve ilan etmekle yetiniyoruz.
Saygılarımızla,
İZMİR TİYATRO AKADEMİ
İzmir Tiyatro Akademi’nin bu tepkisi beni cok şaşırttı doğrusu. Yazı sanki gruba karşı kurulmuş uluslararası bir komplonun parçası gibi algılanmış. Bence acilen bu konuda bir yazı yazılmalı: “Tiyatro gruplarının patolojik reaksiyonları” başlık olabilir. Alt başlığı düşünmedim henüz, ama ben yazmam hapislerde çürümekten korkarım.
Umarım tehditlerle dolu bu yorumlar yazara karşı bir davayla sonuçlanmaz, ne diyelim. Üzücü. Üzücü ve savrulan tehditler acınası.
SONUÇ: Sayin KAHYA’nın bu yazısının bariz (!) bir şekilde İzmir Tiyatro Akademi’ye saldırmak, tiyatroyu çökertmek, kendi şeytani planlarını gerçeklestirmek istedigi aşikar olup, yargı önünde bile muhatap almayacağımı beyan ve ilan etmekle yetiniyorum. Niye böyle bir şey yapıyorum, bilmiyorum.
Saygılarımla
İzmir Tİyatro Akademi’nin bu çıkışını anlamak gerçekten çok zor.Uzunca yazılmış bir yazının küçük bir kesitinden bu kadar yoğun anlamlar çıkarılması gerek İzmir Tiyatro Akademi izleyicisi gerekse Mimesis takipçisi olan beni çok şaşırttı doğrusu…
Emeğinize sağlık Sayın Kahya…