Zafer Diper
Sokakta gündelik olaylara da kulak kabart ki, daha bir şeylerden haberdar olasın. Doğrusundan yanlışından söz etmiyorum; sıradan, güncel konulara değinmekten, onları dinlemekten söz ediyorum. Bulunduğun, gittiğin yerler, kullandığın araçlar da önem kazanıyor o zaman. Minibüste tanıştığım genç “Kalabalıkların arasında halkla olmak” desenize şuna kısaca” diyor, ben de “halkla olmak”ı açmak gerek diyorum; yeni fırından çıkmış çıtır simit ve çay eşliğinde söyleşimizi yoğunlaştırırken bir kahve köşesinde… Artık ekmekten pahalı simit, herhalde ona ödettirmedin? Tabii ki ben ödedim… Her yerde her istediği biçimde duran, zırt pırt korna çalma heveslisi sürücüye bir o bir ben laf atarken, minibüste, iş şakalaşmalarla ahbaplığa kadar varmış, aynı yerde inmiş, belki ikimiz de birbirimizi ilginç bulmuş, bu çekimle de “hadi şurada oturalım biraz” demiştik.
Ailesinden ırakta, üniversitede okuyordu. “Üç beş kuruş kazandığı bir işi de olmalı” diye düşünüyordum; yoksa nasıl sürdürürdü öğrenciliği. Bunları nerden anladın? Nefesi bir tuhaf kokuyordu; yoo, dişlerinden, midesinden gelen bir koku değildi öyle, sanki açlıktan gelen bir kokuydu. Ya da “doymamışlık”tan mı desem, günde zar zor o da ekmek arasıyla geçiştirilen bir öğünden ötürü mü desem, ya da… İnsan sarrafı kesildin birader, bunu da nereden bildin? Derim ki: önce, simiti yiyişinden… Sonra? Hadi o da bana kalsın. Peki, diyelim ki karın tokluğuna çalışıyor; iyi de, ne iş yapıyor? Onu bilmesem de konu geldi dayandı benim pek bir meslekten sayılmayan tiyatroculuğumla yazarlığıma ve de bu pek fena dokundu bana tartışmamız ilerledikçe… Her yaşın bir olgunluğu vardır elbet, ama bu çocuk başka. Alttan alta “bilgiliyimdir” ama “alçakgönüllüyümdür de” dedirten, sevecen bir tutumla eleştiriyordu, kendince kanıtsız, dayanaksız bulduğu noktaları. Neyi, neleri acaba? E, anlatıyordum; şu yakın tarihte, başımıza gelenleri: AKP siyasal erkinin Bakanlık aracılığıyla karşı duruşlu tiyatroların ödeneklerini nasıl keserek ceza yağdırdığını ve bir diğer aşamada “ahlaki oyunlar” gibi başka bir abuklaşmayı nasıl gündeme getirdiğini, sanatın aracılığıyla da buyurganlığını nasıl saldırganca sürdürdüğünü, bunun da…” “Bir dakika!” diye kesiveriyor konuşmamı ve artık ‘sizli’yi çıkartarak aradan, yumuşak içten bir dille ‘senli’: “İzin verirsen,” diyor, “sana birkaç şey soracağım…” Sor. “Sanat devlet kapsamında ele alınası gereken bir olgu olmalıyken, neden bir hükümetin kapatması oluyor?” “Bunu duymadım,” diyorum; “hükümet kapatması”; hiç işitmedim böyle bir deyiş…” “Obama kullanmıştı bir kez, öyle anımsıyorum”, diyor. Hangi anlamda?.. Gülümseyerek bakıyor, “onu da sen bulgula artık” dercesine, duru bir bakışla. Sorguluyor: “Sanat ile kültür aynı şey değil ki? İkisi de iç içe belki, ama neden ayrı kefelere konmuyor? Hani sanat denilen, yalnızca yaşamın birazcık tadı tuzu biberi mi? O kadarcık mı önemli de Kültür’ün, hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın içine sıkıştırılmış… Tiyatro, opera, resim, heykel, sinema, yazın vd. neden kültürün içine alınmış, neden sanatın içinde değil?.. Çünkü sanatın kendisine özgü yasasıyla koşullarıyla işleyen bir çarkı görünmüyor ortada!?” Bir sanat bakanlığı mı olmalı? Böylesine yalın bir soru ama ne yanıt vereyim bilemiyorum; ne ona, ne de bana… Bunu Özdemir Nutku’ya danışmalı, bu “kültür- sanat / devlet- hükümet” sorunsalını… “Sen Gezi’ye çok mu katıldın?” diye içimden geçeni soruveriyorum genç arkadaşıma. “Çok değil, her gün!” diyor. Ben de, “sen sokakçısın”, diyorum. “Sanırım ‘sokakta olan, eylem yapan’ demek istiyorsun, öyle mi? Bak ben de bunu hiç duymamıştım…” diyor. Sen duydun mu genci, merak ediyordun? Duydum diyor, işi sokaktaymış… E, ne diyorsun şimdi? Bu çocuğun daha çok kokar nefesi, çok…