Tiyatro Sanatçısının Sorumluluğu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Özgün Ergen

Her dönemin sanatı ve sanat algısı dönemin maddi koşullarına koşuttur. Felsefi bir terminolojiyle tanımlayacak olursak, biz buna ‘olanaklar alanına uygunluk’ diyeceğiz. Dolayısı ile bugün hiçbir sanatçımız, Nâzım gibi bir şair, Shakespare gibi bir oyun yazarı,  Beethoven gibi bir bestekâr ya da Cézanne gibi bir ressam değildir. Peki, bu durum, bizdeki sanatsal dehânın eksikliği ya da sihirli bir değnek gibi dokunup geçiveren yeteneğin yoksunluğunun bir göstergesi olarak mı düşünülmelidir?

Biz, böylesi bir yorumun söz konusu indirgemeci bakışından dolayı doğru olamayacağını düşünmekteyiz. Oysa eğitim sistemimiz başlangıcından bu yana bunun tam tersini imlemektedir: İlköğretimden bu yana ders kitaplarına yer alan piyeslere, şiirlere baktığımızda, bize hep bir başkasının rolünü giydirmeye çalıştıkları gerçeği ile yüzleşiriz. Şairler, oyun yazarları, öykücülerin yaşamı daima bize bir öyküsellikle sunulur ve söz konusu edebiyatçılar, daima bizim bulunduğumuz konumun üstündedirler, erişilmezdirler ve biz onların bulunduğu düzleme daima yabancıyızdır. Bu yüzden henüz kara tahtanın önünde, belirli problemleri çözmeye koşullandırılmışken, yetişkinlerimiz ve öğretmenlerimiz tarafından a priori bir biçimde bir sanatçı ya da bir önder olamayacağımız benimsetilir bizlere. Yazarlık ya da önderlik artık bir olunmazlıktır ve olunmazlık kipi olarak bilincimize yerleşir. Matematikteki başarısızlığımız, beden eğitiminde topu fileden geçiremememiz, bizi o öykülerini dinlediğimiz yazarların, başarısızlığa yer olmayan yaşamlarından her defasında biraz daha uzağa itmektedir. Oysa ders kitaplarındaki piyeslerin, şiirlerin, resmi ideolojinin aynadaki bir yansıması olduğu öğretilmemiştir henüz. Her çağın, kendi sanatsal dehâsını yaratacağından habersizizdir. Tiyatro sahnesi de daima bizden uzakta, belirli bir yükseltide durmaktadır. Okuma bayramları ya da benzeri etkinliklerde ezberlediğimiz piyesleri, başkalarının bizim için belirlediği zaman dilimlerinde canlandırma zorunluluğu ile daha ilkokul sıralarında tanışırız. Bütün bu etkinliklerse genellikle belediyelerin kültür saraylarında, nikâh salonlarında, okullarla gerçekleştirilir. Piyesi ezberleyememek, matematik problemini çözememek, arkadaş grubunun dışına itilmek, bir köşede yapayalnız kalakalmak ise tam bir felakettir. Bir kuyuya atılmak, nehrin ortasında yapayalnız bırakılmak, karanlık odaya kapatılmak kadar korkunçtur öteki olmak. Elias Cannetti’nin Kitle ve İktidar’da sözünü ettiği dokunma- dokunulma korkusu ile tanışmış oluruz böylece. Otobüsler, diğeri ile yüzleşmekten alabildiğine kaçındığımız mekânlar olurken, çok yakın ilişkilerde bulunduğumuz kişiler dışında hep bir mesafeyi gözetmemiz bizden istenir. Soylular ve burjuvalar, hep aile sınırlarına hapsolmuş bir biçimde yaşam sürerler ve dışarıdan eve girecek her şey, ister yasak bir ilişki isterse istenmeyen bir kişinin varlığı hep bir tehlike olarak algılanır. İktidar, bizi kendi alanlarına hapseder ve kendi belirlediği sınırların dışına çıkan birey, bu nedenle sevimsizdir, yabancıdır ve elbette öteki’dir. Türk tiyatrosunda bu durumun örneklerine fazlaca rastlamaktayız. Öteki bu kez, Yahudi Tüccar, Kürt, evden kaçan kadın ya da dışarıdan eve giren ve aileyi çıkmaza sürükleyen güvenilmez kişi biçiminde, oyun yazarlarımızın bilinçdışının bir dışavurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Gecekondululuk, ne köye ne de kente ait olan birey, ayrık otu gibi bir şeydir ve muhakkak ondan kaçınılması, hiç değilse uzak durulması gerekmektedir. 60’lı yıllarda yazılan oyunların bir bölümüne ya da Yeşilçam filmlerine baktığımızda, Türk kadını, dişilikten uzak, kanaatkâr, ailesini çekip çeviren bir rol model olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada da sistemin dışında kalan kadın, kendisini dişiliği ile tanımlayan fahişe, kötü kadın, ya da çirkin kadın olarak nitelendirilir. Öyleyse bütün bu Öteki’ne duyulan hıncın kökeninde, çocukluktan bu güne, grup dışında kalma, öteki olma korkusunun yattığından söz edebilir miyiz? Üstelik bu korku, resmi ideoloji çatısı dışında var olmayı bize yasak etmemiş midir? Yakın geçmişte, Halkevlerinde, Köy Enstitüleri’nde kemalizmi yüceltmeyen oyunlar kabul görmezken, bugün de durum, her kesimin önyargılarıyla doludur. “ayıp” “günah” “sakıncalı” sözcüklerinin temelinde yer alan da ötekinin, bir gün gelip de bize galip geleceği korkusu yatmamakta mıdır? Devlet Tiyatroları üzerine baskı kuran Akp’ye karşı çıkarken, baskısını farklı aygıtlarla gerçekleştiren ancak nesnel düzlemde çok da farklı göremeyeceğimiz Kemalist bakış açısını olumlayacak mıyız? Her ikisi de resmi ideolojinin kanallarından, aynı biçimde beslenmiyor mu oysa? Akp iktidarını olumsuzlarken, kendi iktidarını yaratmaya girişen kapitalist patronları mı desteklemeliyiz? Elbette hayır, diye yanıtlayacağız bu soruyu. Bizce, toplumsal anlamda bütünleyici bir sanat algısı, ancak her ikisinden de gerçekten sıyrılabildiğimiz zaman, boyacı çocukla, inşaat işçisiyle, pazarcıyla, ayakkabı tamircisiyle estetik bir yolla bir ortaklık kurabildiğimiz zaman gerçekleşebilecek. Sanat, özellikle de tiyatro sanatı, orta sınıfın incelmiş beğenisiyle sınırlı kaldığı ve salonların dışına çıkamadığı sürece gerilemeye mahkûm görünmektedir çünkü.

Ders kitaplarında yer alan şemalar, ezberlediğimiz piyesler, sanatın, kitleleri kontrol altına almada birer eğitim aracıymışçasına kullanılması, tiyatronun belirli görgü kurallarına indirgenmesi- gönlümüzce gülemediğimiz, ağlayamadığımız, her seferinde susturulduğumuz- ve erişemeyeceğimiz kadar bize uzakta duran sanatsal beğeni, en nihayetinde, tiyatrodan uzak bir toplumsal çoğunluk ve “en azından tiyatro yapıyorlar” diyerek hatır için beğeni yazıları yazan iyi niyetli eleştirmenler(!) yaratmıştır. Bu iyi niyetlilik, öznel düzlemde bize zararsız görünebilir. Ancak tiyatro dergilerinde çoğunluğu içine alan, bardağın durmadan dolu tarafını görmeye odaklı bu bakış açısı, nesnel düzlemde nitelikli sanatı görmezden gelen, yoz bir sanat algısı ile sonuçlanır. Bugünün sanatçısı, öncelikle “iktidar korkusu” “ayıp” “günah” sözcüklerinin dışına çıkmalı ve öteki korkusu ile yüzleşmelidir. Sınırların kalktığı, iktidarın yüzüne bir tokat gibi inen, yeraltından yaşamların, travestilerin, hurdacıların, bulaşıkçıların olduğu, bizi kendi çelişkilerimizle yüzleştiren, tarihsel perspektifimizi geliştirecek bir tiyatro da pekâlâ mümkündür. -Politik tiyatrolar, In-Yer-Face oyunların ve yeni sahneleme çalışmaları bu nedenle desteklenmelidir- Şiddetin en acımasız biçimi ile yüz yüze geldiğimiz, hukuksuzlukların hukuk aracılığı ile meşrulaştırıldığı şu günlerde, totalitarizm ve konformizmi en acımasız biçimiyle yaşadığımız çağımızda gereksinimimiz olan biricik yol, bu yüzleşmedir.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Özgün Ergen

Yanıtla