Can Merdan Doğan
Kenef doldu. Kurşuna dizildik! Hangi makamda okunursa okunsun şu sloganlar; ağlayan anaların ve yürek suskunluğunun bir bildiği var. Biz hep yetimdik; bir bırakılmışlık mı bir seçim mi bilmiyorum, bildiğim tek şey belirsizliğin bizi sarıp sarmaladığı… Korkunun bir anlamı vardır, tanımadığımız bir yerde ortaya çıkar korku; başka toprakları kazmaya başlayınca ortaya çıkar, sendeleriz ve titreriz; öze dair bir sendelemedir böylesi, işte o an insan yüreğini ortaya koyarsa “kendi” yaşamına sahip çıkabilir, der Canetti. Korkunun bir onuru vardır, geçmişle ilintili bir yitmişliği vardır, yeni için yitirir alıştığı tüm yolları. Dair olmak ister ve bu isteyiştir onurlu olan. Bir de sözlere, ellere, aklın dolambaçlı yollarına sirayet eden korkusuzluk vardır; vurdumduymazdır o, önüne ne çıksa ezer geçer. Bu bir halk pekala olabilir; yakın arkadaşı, sevgilisi, komşusu, sırdaşı olabilir. Aman ve zaman dinlemeden, hiç düşünmeden basar tetiğe korkusuzluk… Gece yatağında biriken kanları görmez, ona karşı duyulan nefreti duymaz; gün olacak, o yatağından kalkacak ve kanla yapılmış pastanın en büyük dilimini kesip yine kendisi yiyecektir. Her şeyi çağırır geçmişten; tarihte zulme uğradığını söyler, ezildiğini hırpalandığını haykırır, ve unutur o kirli tarihin artık bir parçası olduğunu; unutur başkalarına, başka çocuklara hikaye yazdığını; acımasız bir senarist olduğunu. Bildiği tüm değerleri hortlatır, her şeyi akla ve gündeme uygun kılar. Acımasız bir gerçekçi; acımasız bir sanatkar; acımasız bir zanaat “ustası”dır. Beslenir, büyür ve hainleşir. Verilerle beslenir ve verilerle geğirir. İğrenç nefesini duyar karşısındakiler yüreği kurumuş bu korkusuz’un; ama ses etmezler.
Aklımıza yalnızca yakından tanıdığımız bir lider mi geliyor? Çok naif olmaz mı akla gelen lidere yıkmak bunca sözcüğü…
Sanırım doğada yalnız insandır, bildiği doğruları kullanarak herkesi aldatan. Korkuyu tanımak istemeyişindendir bu seçimi ya da zorunluluğu. Üstüne alınmaz hiçbir şeyi, sorumlu kılar bir başkasını sorumsuzca. Her şeyden faiz lobisini sorumlu gören bir zihniyetin parçalarını tüm insanlık taşır kanımca. Çünkü uygarlıktır bunun adı, ne acıdır ki “uygarlık”tan nasibini; muhafazakarı da, radikal İslamcısı da, çapulcusu da (bu kelimeyi bu kadar sahiplenmeyi sorunlu buluyorum, nedense facebookta isimlerinin önüne TC koyanlar en çok üstlerine alınanlar) eşcinseli de, feministi de almıştır. Uygarlık yalnız “id”in varlığından korkar, ve bu tanımlar “id”le pek de ilgili değildir. Yani, içimiz rahat olsun, çünkü henüz varoşlar, her gün açlıktan nefesi kokanlar, yani asıl ezilenler sokağa dökülmedi! Uygarlık bir noktada amacına ulaşır; bir ideolog ya da teknokrat ya da “götümser” bir sanat sevici çoktan olmuşuzdur. Ve bu insanların tek dayanağı “ezilen”in kimliğinden dem vurmaktır, bu sayede tutunurlar, bu sayede akademilerde, mecliste, sahnelerde seslerini duyururlar… Madun adına konuşan herkes -Spivak’ı hatırlayalım- iki kez baltalar madunu, onun erotik varoluşunu pornografikleştirerek. Bir amacı vardır bu insanların; amaçlarını araçsallaştırarak seslerini belirli mercilerde duyurabilmek. Ne gariptir ki kendi yaşamlarından bir türlü eksiltemezler… Bir türlü o mevkileri bırakamazlar -mesela ben insanların tanıdığı, sevdiği bir sanatçıdan şunu duymak isterdim; böyle bir ülkede üretmemeyi/ürün vermemeyi daha onurlu sayıyorum- ve ne gariptir ki, bu durumu da para kazanmak/yaşamak zorunluluğuyla açıklarlar. Yani kimliğin “id”le herhangi bir ilgisi yoktur… Nihai hedeflerinde “gündem”i de arkalarına alarak yollarına devam ederler, tuhaftır ki devam ettikleri yolda hakiki bilgileri de yoktur, yalnız bilgi parçacıkları vardır. Shayagan teknokratlar içinse şöyle der: Düzenin cisimleştirdikleri teknik ve bürokratik rasyonalite gibi onlar da, vurgu burada, üretimin etik erekliğine kayıtsızdırlar. Yaşamlarında aldıkları en büyük risk düşünceleri olan ideologlar ve sanatçılarsa, ülkenin toplumsal/kültürel tüm ikilemlerini çözebilecek hazırlop fikirleri biçimlendirmeyi böylelikle başarırlar. Önemli olan yalnızca, kabalaşan kategorilerin işlemsel değeridir.
Korkusuz olmadığımız aşikar, hain olmak başka bir kategori, fakat korkuyu da tanımıyoruz. Şu an ödleklik mertebesinde -elbette bendeniz de bu mertebedeyim- ileri geri, olanı biteni selamlıyoruz. Sadece sinir olduğum, beni “id”ime yaklaştıran -birilerini gebertme isteğiyle ilgili olarak- yani bu yazıyı yazmama sebep olan, tek sorumluyu başbakandan ibaret görebilmemiz, daha da vahimi canlarını ortaya koyan bu kadar insan üzerinden bu kadar ağlaklaşabildiğimiz; gündeme dair her türlü bilgiye bir cevap üretiyor olabilmemiz. Bari birileri dürüst olsun da ödlek oluşlarını kabul etsin, bu bile günümüzde bir erdem olabilir! Neyin umudunu birbirimize aşılıyoruz facebookta, hangi canın röportajını ne diye birbirimizle paylaşıyoruz, ne kadar daha olanı biteni arkamıza alıp kalem oynatabileceğiz? Ne yapıyoruz biz? Kime neyi ispat ediyoruz, gündemden ne kadar sorumlu olduğumuz mesajını mı birbirimize duyuruyoruz. Dibine kadar uygarlaşmışız işte, her şeyimizi dibine kadar yitirmişiz… Nereyi ne kadar renklere boyayabileceğiz daha? Kimse duyarlılıktan dem vurmasın gözünüzü seveyim… Üniversitedeyken Sıtkı Hocam’ın yazarlık dersinde söylediği bir söz aklıma geldi; tek enstrümanınız kaleminiz derdi. Ne lanet bir enstrümanmış bu… Keşke karate kursuna falan da yazılsaymışım tiyatro bölümünde okurken… Artık tüm duyarsızlığımla bu uygar enstrümanı yerine getirmeye karar verdim… İktidar karşısında mücadele edenlerden değil, sizin sabun köpüğü kıldığınız gündeminizden ve amaçlarınızdan midem bulandı… Artık “götümser” bir sanat seviciyim. Can Yücel’e selam olsun!
Son olarak, benim Edgar Allen Poe’um olan Cioran der ki; Hayatının sonunda amacına mı ulaştın? –Gurur nedir hiç bilmeyeceksin. Yazımı facebookta paylaşabilirim artık…