Üstün Akmen
Biliyor musun tırnak ucum; bugünlere hep umutla geldim, 70’imi de birkaç gün sonra zaman değirmeninde ufalayıp, 71’e merdiven dayayacağım.
Ne dersin, acaba 70’lerin kaçıncı basamağına kadar tırmanacağım?
Yoksa aşacak mıyım?
Baksana, yurdumda aç açık insanlar milyon artı milyon dert doğurmayı yirmi birinci yüzyılda da sürdürüyor.
Acaba güneşli günleri yaşayacak mıyım?
Dün işte bunları düşündüm.
Düşündüm ve üzüldüm.
* * *
Anla işte, seni bu nedenle ilk günkü gibi eksiksiz sevemiyor, elli yıl önceki gibi içimde büyütemiyordum.
Çünkü insanları birbirine düşman eden, toplum içindeki bağları kopartarak parçalanmaya iten bu ötekileştirici, düşmanca politikalar sürdükçe sevgimi sana huzur içinde adayamıyordum.
Her türden etnik, dini ve benzeri kimlikler özgürce yaşayabilemediği; farklı kültürlerin ve düşüncelerin kendilerini ifade olanaklarının yaratılabildiği ortam olmadığı için, sana eskisi kadar sıklıkla aşkımın sıcaklığından söz edemiyordum.
Özgürlükçü laik anlayış bu topluma egemen olamazsa, bir arada kardeşçe yaşama kültürüne yeniden kavuşulamazsa, toplumsal barış ve huzur tek reçete sayılmazsa, sana rahatlıkla “seni seviyorum” diyemeyeceğimi biliyordum.
Şiddet ve gerilim ortamları, toplumu kamplaştırma ve çatışma nedeni yaratırken, sensiz bir dakika bile ayrı kalamayacağımı (Ne yalan söyleyeyim) heyecanıma heyecan katarak yüzüne karşı söyleyemiyordum.
“Silahlar sussun siyaset konuşsun” diye buyuranların, sonra da binlerce tutuklunun tekini bile serbest bırakmayanların, demokrasiyle çelik çomak oynayanların “hükümdar” olduğu bu ülkede seni sevmem daha da engellenecek diye korkuyordum.
Taksim Gezi Parkı eylemlerinin sadece çevrecilikten kaynaklanmadığını, Gezi Parkı olayının düdüklü tencere örneği basınçtan patladığını kabul edemeyen siyasi erk, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde durdukça, senin içimi ışıtan gözlerini rahatça seyredemiyordum.
“Demokrasi bir tramvaydır, istediğimiz durağa gelince ineriz” diyen, kendisini tahtadan tahta oturmuş tahta padişah zanneden, demokrasi-cumhuriyet falan denilince tüyü tüsü havaya dikilen, şeriat tutkusuyla içi pır pır eden “biri” başımızdayken gül yanağından öpemiyordum.
Kent yönetiminde ve merkezi yönetimde katılımcılığı hiçe saymasıyla, insanların özgürlüklerini kısıtlamasıyla, on yıldır dayatmacı bir dil kullanmasıyla, insanları ötekileştirmesiyle, toplumu kamplara bölmesiyle “illallah” dedirten bu hükümet işbaşından gitmedikçe, senin ellerini ellerimin arasında istediğim gibi tutamayacağımı biliyordum.
Nedenine gelince; Roboskî’nin hesabını vermeden demokratikleşmeden söz edebilen, bu arada Kürt sorununu da çözeceğini iddia eden, ancak süreci bizzat kendisi tıkayan AKP’nin politika bezirganları yönetimdeyken, senin ellerini yeterince duyumsayamıyordum.
Demokratik siyasetin kanalları açılmadan çözüm oluşmayacağını bilmeyen, sürekli meydan okuyan, çadır kuranların üzerine “benim” dediği polisini saldırtan, Toma’sından “karanfil”e bile zehirli su fışkırtan, gaz bombalarıyla öldüren, kör eden, yaralayan; Gezi Parkı direnişi ile ortaya çıkan demokratik ruhu boğmak için yalanlar söyleyen, hükümet edemeyip hükmedenlerin ülkesinde, gözlerine eski sevecenliğimle bakamıyordum.
Taksim Dayanışmasının bileşenlerini dağıtan, diğer taraftan meydanlara devletin tüm olanaklarını seferber ederek insan taşıyan, seçim barajını kaldırtmayan, ifade özgürlüğünü sağlayamayan sonra da “sandıkta görüşelim” diyenler karşısında sana bakarken içimi aydınlatamıyordum.
Ülke halkı; kendisini yönettiğini sandığı kısır beyinlerin gölgesinde yoksulluğa, ırkçılığa, kökten dinciliğe ve gericiliğe teslim edilirken; dayatılan sahte çözümler halkımıza “yol” olarak kakalanmak istenirken; ırkçılığa varan ulusalcı söylemler, sosyal ve siyasal yaşamı din temelli anlayışa göre kurgulamayı düşlerken, seni yüreğime sindiremiyordum.
“Şeriatın merkezi olan Topçu Kışlası yeniden yapılsın mı diye valla halka soracağım” yalanı rahatlıkla söylenir; mahkemenin AKM’nin korunması ve aslına uygun olarak restore edilmesi kararına rağmen inatla “yerine barok opera binası yapacağım” palavrasının gargara edilmediği anlaşıldığında, bu kere: “AKM’yi depreme dayanıklı olmadığı gerekçesiyle yıkacağız” diye buyrulurken, (kızma bana) seni içime sığdıramıyordum.
Eşit, özgür, bağımsız, demokratik ve laik bir Türkiye’de bir arada kardeşçe yaşam anlayışının egemen olması sağlanamazken; 4+4+4 sistemi dayatılırken; hem Devlet Tiyatrolarını hem de Devlet Opera ve Balesi’nin kapatılması düşlenirken; Türkiye’de bundan böyle “devlet eliyle” tiyatronun, operanın, balenin, dansın sahnelenmeyeceği, senfoni orkestrası konserlerinin düzenlenmeyeceği zerre kadar düşünülmezken kucağımdaki başını okşarken, kulağına taze aşk sözleri fısıldayamıyordum.
Bahar Gözlüm.
Hani şu köpüren, “bendini çiğneyen” Çapulcular da olmasaydı, onlar ihtiyar yüreğime umut pompalamasaydı halimiz vallahi haraptı.
Yani demem o ki, yılın ilk beş ayı senin o güzelim göz külhanlarının önünde başımı hep öne eğişim utancımdandı.
Umudum var artık, seni yeni baştan sevmeye hazırlanıyorum.