Keersmaeker ile Rosas danst Rosas Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

anne-teresa-de-keersmaeker_2011c2a9herman-sorgeloos[XOXO The Mag Haziran 2013 sayısında yayınlananan fotoğraf çekimini Herman Sorgeloos’un yaptığı ve Anne Teresa De Keersmaeker ile Funda Özokçu tarafından Rosas danst Rosas üzerine yapılan röportajı okuycularımızla paylaşıyoruz.]

İstanbul’a ilk eserlerinizden biri olan Rosas danst Rosas ile geliyorsunuz. Seçiminizin özel bir nedeni var mı, bu eserinizin erken dönem eserleriniz arasındaki yeri nedir?

Rosas danst Rosas ve ilk işlerim arasında yer alan Fase 30 yılı aşkın süredir sahnelenmekte, bu ikisi kadar süreklilik göstermese de Bartok ve Elena’s Aria’yı da bu çerçevede sayabilirim. Aslında kendi kendime nasıl koreografi yapacağımı öğrettiğim ve hepsi de kadın dansçılar tarafından icra edilen erken dönem eserlerim, ama özellikle de Rosas danst Rosas, daha sonra bütün koreografilerime nüfuz edecek olan temaları içeriyor. O zamanlar bu yapı apaçık bir şekilde minimaldi, tekrarlayan bir müzik ve dans dağarcığına sahipti.  Fase’dan daha çok olmak üzere, Rosas danst Rosas, belirgin bir şekilde feminendi. Titizlikle inşa edilmiş soyut bir yapının oldukça fiziksel bir yoğunlukla birleşmesi olarak tanımlayabilirim. Bazıları Lucinda Childs’ın işlerindeki minimalizmle Pina Bausch’un eserlerindeki dışavurumcu estetiğin birleşimi olarak da tanımlıyor. Bu eserler, titizlikle hesaplanmış matematiksel hareketlerin bir toplamı. Aynı zamanda yüksek fiziksel yoğunluk ve belirgin bir feminen tavır var. Burda özellikle feminist değil feminen sözcüğünü kullanıyorum. Bunların yanında, eserin bir kısmı sessizlik içinde geçiyor.Özenli yapılar, tekrarlar ve zamanla melodramatik bir dokunuş bile kazanıyor. Bu bahsettiğim özellikler dört eserde de bulunmakla beraber Rosas danst Rosas’ta mükemmelliğe ulaştı. Toparlayacak olursam bu ilk işlerim hareketi ciddiye almak ve minimumu maksimuma çıkarmak ile alakalıydı sanırım.

Teoriyi esas alarak bahsettiğiniz birçok temel öğe var. Zen ve Tao’ya göndermelerde bulunuyorsunuz. Ayrıca kurucusu olduğunuz okul P.A.R.T.S.’ta günlük uygulamalarınızın yanında beslenmeye de ne kadar önem verdiğinizi biliyoruz, vejetaryen ve makrobiyotik bir diyet uyguluyorsunuz. Bu tutumunuzdan biraz bahsedebilir misiniz?

Evet, Taoist Ying-Yang düşüncesinin son yıllarda ve son işlerimde büyük önem kazandığı doğru. Fase ve Rosas danst Rosas gibi ilk eserlerimde Taoist düşünce şekli vardı denemez. Tao’yla tanışmam; Doğu felsefesi, tevhid ve kutupluluk üzerine kurulu Doğu düşünce dünyası üzerine çalışmaya başlamam daha sonraki yıllara denk geliyor. Doğal olarak,  bu felsefenin yansımaları son dönem üretimlerimde çok daha somut bir şekilde görülebiliyor. Aslında, erken dönem koreografilerimde de bu etkiyi gördüğünüzü söylemeniz yanlış olmaz. Fakat o zamanlar bu etkilerin varlığı tamamen bilinçsiz olarak vuku bulmuştu.

Sanatınız, günlük uygulamalarınız ve hareket pratiğinizi konuşalım. Tipik bir gün sizin için nasıl geçiyor?

Günlük pratiğimin büyük bölümü Yoga ve Tai Chi’den meydana geliyor. Makrobiyotik yemek pişirmeyi de eklemeliyim sanırım. (Gülüyor) Bunun dışında dans etmeye ve araştırmaya devam ediyorum. Elbette P.A.R.T.S.’a gelen eğitmen ve koreograflardan ve Beden Zihin Merkezleme gibi bedensel pratiklerden çok şey öğrendim ama bunları yoğun bir şekilde çalışmadım.

P.A.R.T.S. herhangi bir dans akademisinden hangi noktalarda ayrılıyor? Kişisel sanatsal üretiminiz ve eğitmen kimliğiniz arasında nasıl bir ilişki var?

Okul, dans topluluğu ve öğrencilerin tümü aynı binadalar. Dolayısıyla ben de her gün orada bulunuyorum. İlk yıllarda P.A.R.T.S.’ın müfredatı daha çok benim öğrenci, dansçı, koreograf ve aynı zamanda seyirci olarak edindiğim tecrübeler üzerine kuruluydu. Farklı kuşaklardan dansçıların ve koreografların zanaatlerini, deneyimlerini ve geleceğe dair hayallerinipaylaşabilecekleri bir alan yaratmak istedim. İlerleyen yıllarda P.A.R.T.S. daha bağımsız bir şekilde gelişmeye başladı. Ben de belirli bir mesafeden bu gelişmeleri izliyorum.

Avrupa’da dansın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Dansın geleceği hakkında sorulmamış, yapılmamış ve ileride yapılacağını düşündüğünüz neler var?

İndirgemeden bir şeyleri öngörmek hayli zor. Bence dans dünyayla bağlantı kurmanın, insanlığımızı kutlamanın en iyi yolu. Ancak dans ederken insana özgü bütün yanlarımızla ilişkiye geçiyoruz. Yani, vücudun kimyasal yapısıyla ama aynı zamanda duygusal, sosyal, entelektüel ve hatta manevi yönleriyle…  Benim için dansın en güzel tarafı en soyut düşünceleri bile vücuda getirmeyi mümkün kılması. Aynı zamanda beden tüm olası insanı deneyimlerin belleğini taşıyor. Tek başınıza ya da bir partnerle de dans etseniz, dans tıpkı müzik gibi kolektif deneyimleri kutlamanın bir yolu.

Dansı kolektif bir deneyim olarak görüyorsanız…

Bir cumartesi akşamı dışarıya çıkıp dans etmeniz kolektif bir deneyimdir. Ama bu birliktelik çok biçimsel kalıyor; özellikle günümüzde insanların bireysel ve soyutlanmış bir tarzda dans ettiklerini düşünürsek. Güzel olan, tıpkı müzikte olduğu gibi, hatta daha yoğun bir şekilde bedenleri bir araya getirmek. Bununla beraber büyük kolektif deneyimler de yaşamıyor değiliz. Sporda çok karşılaşıyorum örneğin. Batı Avrupa’da insanlar eskisi kadar sık kiliseye gitmiyor ve bu minvalde paylaşımların, düşünce ve duyguların kolektif olarak tecrübe edilmesi git gide daha da nadir karşılaşılan bir durum haline geldi. Canlı performanslar ama özellikle dans performanları bunu deneyimlediğimiz yerlere dönüştü. 

Yine son projelerinizden biri üzerine konuşalım bu kez daha farklı bir daldan; birkaç eserinizde Dries Van Noten ile beraber çalıştınız, daha sonra da geçen seneki koleksiyonunda Maison Martin Margiela ile… Moda ile hangi ortak paydalarda buluşuyorsunuz?

Sizin de bildiğiniz gibi Maison Martin Margiela çok özel bir iş birliğiydi. Moda dünyasıyla sıkı ilişkilerim oldu. Özellikle Dries Van Noten ile sıkça çalıştım, bunun yanında Olivier Theyskens ve Tim Van Steenbergen ile de iş birliklerim oldu. En yoğun ve verimli çalışmam Dries ile yaptığımdı. Yarattığım eserlerde işin görsel boyutu tabii ki benim için çok önemli bir nokta. Özellikle erken dönem eserlerimde hareketlerin nasıl üretildiği ve giydiklerinizle nasıl farklı açılardan vurgulandığı üzerine uzun süreler çalıştım. Kırmızı, beyaz ya da siyah bir bluzla dans etmek tahmin ettiğinizden daha belirleyicidir. Kıyafetler görsel olarak çok önemli olmanın yanı sıra hareketle de ilişki içerisindedir çünkü hareketleri ön plana çıkarırlar. Dries Van Noten ile çalışmayı seviyorum, çünkü onun uygulamalı sanatına, yani işlevsellikle estetik öğeleri birleştirdiği mimari yapıya hayranım. İş birlikleri her zaman alengirli işlerdir, özellikle de görsel sanatlar söz konusu olduğunda. Temelde lüksün sanatı, görsel sanatı öldürdüğü gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Ancak bedenle ve hareketle çalışırken üzerinizdeki kıyafet dokusu, rengi ve yaratmak istediğiniz alan bakımından elzemdir. Bunları göz önünde bulundurunca bu tür zanaatkarlığa sahip olan, hatta terzilikle içli dışlı ailelerden gelen ve yaptıkları işi gerçekten önemseyip ona tutkuyla bağlı olan Dries gibi insanlarla beraber çalışmak size ilham veriyor.

 2011’de, Fase ve Rosas danst Rosas’ı Tate Modern’da; Violin Phase’i ise MoMa’da sergilediniz. Dans performansını paylaşılan ortak bir deneyim olarak görmenin ötesinde müzede veya galeride sergilenen bir nesne olarak görmek belki bir taraftan da arşivleme, belgeleme ihtiyacından kaynaklanıyor. Dans üzerinden gidersek, çağdaş sanatlardaki bu geçişlilikle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Evet, son yıllarda görsel sanatlar performans sanatıyla yakın ilişki içinde ama tabii bu yeni bir şey değil. 20. yüzyılın avangard anlayışıyla da pek çok iş birliğine daha önce tanıklık ettik; görsel sanatlar dünyasından isimleri müzisyenler ve koreograflarla bir arada gördük. Ve tabii 60’larda da John Cage ve Cunningham’ı takiben Rauschenberg’i, aynı zamanda İtalyan fütüristleri de izledik. Kısaca, bu, görsel sanatlarla performans sanatının ilk bir araya gelişi değil, sonuncusu da olmayacak.

Ama sanırım son zamanlarda bu etkileşim eskiye kıyasla daha çok arşivleme, gösterme, yeniden canlandırma ve tekrar sahneye koyma isteğinden kaynaklanıyor.

Tabii, bugüne baktığınızda pek çok sanatçı ve pek çok sanatsal etkinlik var. 30-40 yıl önceyle mukayese edildiğinde inanılmaz bir üretimle karşı karşıyayız. Çok daha fazla şey olup bitiyor. Herkes çok meşgul, herkes üretiyor, ana üretimlere yan üretimler de eşlik ediyor. Ama bu durum daha çok performans sanatlarıyla ilgili çünkü görsel sanatlarda üretilen eser/nesne kapitalize edilebilen, satılabilen bir ürün olarak karşımıza çıkabiliyor. Performans sanatlarında ise -özellikle de dans söz konusu olduğunda- bu olasılık ortadan kalkıyor. Bu nedenle de zanaatkarlığınızı ve birikiminizi, gelecek kuşaklara aktarabilmek adına, belgeleme ihtiyacı duyuyorsunuz.

Türkiye’deki dans toplulukları ve sanatçılarıyla ilgili bir fikriniz var mı?

Bu konuda pek fazla bilgim olduğunu söyleyemem. Ama Aydın Teker’i tanıyorum.

iDANS’a ve İstanbul’a ikinci ziyaretiniz. Önceki deneyiminiz nasıldı, festivali ve seyirciyi nasıl buldunuz?

Gittiğimiz mekanı ve bizi davet eden insanları, iDANS’ı, çok sevdim. Yarattıkları işin netliğinden de etkilendim.

Son olarak, sanatçılara, dansçılara/koreograflara ne tavsiye edersiniz?

Kendilerine uygun yolu bulma konusundaki arayışlarında sabırlı ve dirençli olmalarını…

İdans Blog

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.