Yaşam Kaya
Son iki haftadır ‘Gezi Parkı İsyanı’nı yazdığım tiyatro kritiklerinin içinde saklı tuttum. İnsanlar Taksim’de, sokaklarda çoğulcu bir demokrasi için barışçıl gösteriler düzenlerken bunlara kayıtsız kalan her sanatçı/yazar bundan sonra ‘demokrasi’ sözünü ağzına almasın. Yurt dışında tanıdığım ünlü aktörler ve yazarlar neredeyse her gün telefonla beni arayıp Türkiye’de yaşanılanlarla ilgili bilgi alırken, daha bu gece olaylara bakıp hükümetin hiçbir şekilde değişmediğini, barış ve demokrasi için eylem yapan insanları ciddiye almadığını anlıyorum. ABD’li ünlü aktör/komedyen/senarist Rob Schneider’la twitter üzerinden, ayrıca telefonla yaptığım konuşmada Rob bana “Türkiye, Amerika’nın en fazla göç aldığı üçüncü ülke, ayrıca insan hakları ihlalleri bakımında dünyada en kötü ülkelerden birisi” dediğinde bunu kabul etmek çok zor oldu, ama ABD’li bir sanatçının ülke gerçeklerimizi bilmesi dünya kamuoyunda nasıl algılandığımızın belgesidir. Bunun yanında dünyaca ünlü İngiliz Yazar Mark Ravenhill da Rob gibi Türkiye’de neler yaşandığını an be an takip ediyor. Mark’la yaptığımız sohbette o’na yaşadıklarımızı anlatmama gerek kalmıyor, uluslararası basından olayları takip ettiğini, hepimizin çok cesur olduğunu ifade etti. Yunanlı tiyatro eleştirmeni dostum Bouboulina Nikaki Yunanistan’ın son dönemde yaşadıklarıyla Türkiye’nin yaşadıkları arasında pek fark görmediğini, demokrasi düşmanlarının niyetlerinin aynı olduğunu onlarca kez yineledi. Yabancı sanatçı arkadaşlarım Türkiye’ye bir an önce ‘demokrasi’ gelmesi için yazılar yazıp fikirler beyan edeceklerini söyledi. Tüm bu kaos içinde kendi cümlelerime dönüyorum.
Fransa’dan kalkıp Türkiye’ye gelen, Avrupa’nın önemli tiyatro gruplarından birisi olmaya aday Didaskali Tiyatro, İsveçli Yazar Lars Noren’in ‘Detay’ adlı oyunuyla İstanbullu tiyatro severlerin karşısına geçti. Paris’te tiyatro yaşamına devam eden Çisil Oğuz’un yönettiği gösteride Selin Altıparmak, Arthur Guillot, Mélanie Prézelin ve Nadir Sönmez sahnede görev alıyor.
Oyunda Ann kendisine ait olmayan bir çocuğun annesidir. Emma romanını yayımlatmak için elinden geleni yapmaya hazırdır. Erik durmaksızın içki içer, sarhoş olmak ister. Stefan’ın tek korkusu vardır: AIDS! Daha sonra birbirleriyle hiçbir organik bağı olmayan bu insanlar Floransa’da karşılaşırlar, arkadaş olurlar. Emma, Erik’e karısını çok güzel bulduğunu söyler. Ann, Erik’e Emma’yı çok güzel bulduğunu söyler. Stefan tenis oynamayı bırakınca güzel kadınlara başlar. Lars Norén, 1990’ların içinde karakterlerini oradan oraya savurur. Bir grup insanın detaylı yaşantılarını aktarır bizlere. Bol bol psikolojik çözümlemeleri, mutluluk arayışı içinde değişmeyen insan tepkilerini gösteri boyunca bizlere hissettirir.
Çisil Oğuz yönetim alanındaki eksiklerini insan psikolojisini çözümlemedeki başarısıyla örtmüş. Birden çok sahnenin iç içe geçtiği bölümlerde oyunun konusu anlaşılmıyor. Konu geçişlerinde etkili ışık tasarımı kullanılmış olsa idi, en azından oyuncuların duygu yüklü ruh hallerini daha net anlardık. Ama çok zor bir metni iki perde sürükleyici biçimde sahneye aktarmak başlı başına bir başarı. Oyuncuların ekip olmak adına verdikleri uğraş takdire değer. Oyunda birbirlerine karşı daha yakın olmaları gereken sahnelerde oyuncuların mesafeli kalmaları gözden kaçmıyor.
Çisil Oğuz, 1990’larda yaşayan bir grup insanı almış öylesine güzel psikolojik analizlerle izleyene sunmuş ki, bir anda gençlik yıllarını geçirdiğimiz 90’lara yolculuk yapıyoruz. Gerçi Avrupa’nın yaşadığı 90’larla Türkiye’nin yaşadıklarını aynı noktada değerlendiremeyiz. Yine de aynı psikolojide aynı olayların benzerlerini yaşadığımız gerçeğini unutmayalım.
Tiyatro kritiğimi bitirmek üzereyim ki az önce evimin önüne atılan gaz bombaları yine ortalığı karıştırdı. Sayın Başbakan sokağa çıkan insanları tehdit edip küçümsemeyi sürdürürse isyanın bitmeyeceğini tüm dünya basını söylüyor. Yaşadığımız kargaşanın içinde inatla tiyatroyu canlı tutmayı sürdürüyorum. Sonuna kadar yaşasın tiyatro!