Ali Cabbar
Bir süredir tiyatrolara yönelik devletin aldığı tehditkar bir tutumla karşı karşıyayız. Daha çok bir balans ayarı vermeye yönelik olan bu tutum, AKP’nin bir anlamda tiyatroların yeniden yapılandırılmak ya da İskender Pala’nın da söylediği gibi “kendi sanat” anlayışını yaratmak için attığı en önemli adımlardan birisi. Burada hükumetin tiyatroya dair bakışını tartışmak bir yana, asıl dikkat çekilmesi gerekilen şeyin, devletin yaptığı bu saldırılara karşı, tiyatro, opera, bale, senfoni orkestralarının aldıkları tutum olduğunu düşünüyoruz.
AKP’nin tiyatroların yeniden düzenleneceğini söylediği günden beri, tiyatrocular arasında yayılan, sağcısı, solcusu herkesin dilinden düşürmediği bir “devlet tiyatrolarına sahip çık!” söylemi var ve özellikle son günlerde sokaklara da dökülen eylemliliklerle bu söylemi daha sık duymaya başladık. Genellikle ulusalcı bir çizgide örgütlenmiş olan ve sokaklara çıktığında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” “Sanatına, Cumhuriyete sahip çık!” “Devlet Tiyatrolarına Sahip Çık!” sloganlarını dilden düşürmeyen bu sanatçı topluluğunun üzerine ivedilikle eğilmekte fayda var.
Burada hemen başında söylemekte fayda var ki olduğu haliyle devlet tiyatrolarına sahip çıkmak, istenilebilecek en geri taleptir. Burada klasik Kemalist, devletle bütünleşmiş ve deyim yerindeyse ona dokunmadığı sürece gıkını çıkarmayan bir tiyatro anlayışından başka hiçbir şey söz konusu değildir. AKP’ye karşı tutumunu, “Devletin Tiyatrosu” mantığını meşrulaştırmaya çalışarak ortaya koyan bu grup, bir ay tek, bir ay çift maaşlarının elinde kalması talebini böyle meşrulaştırmaya çalışıyor. Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, hayli tutkulu bir şekilde kendilerine sistem içerisinde tuttukları yeri sağlamlaştırma gayretine girdiler. Oysaki Muhsin Ertuğrul döneminden sonra tam bir kokuşmuşluk ve ahbap çavuş ilişkilerine boğulmuş, en başta da Cüneyt Gökçer ve onun tiyatroyla hiçbir ilişkisi olmayan karısının başını çektiği eş–dost–akraba ilişkilerine boğulmuş memurlar topluluğundan başka hiçbir şey değildir. Burada asıl tuhaf kendilerini içine çektikleri çukurdur. Eski statüko olan CHP ile yeni statüko AKP arasındaki iktidar savaşını, diğer bir deyişle iktidar yarışına ortak olmalarıdır. Eskiye dönük özlemlerinin bir göstergesi olarak yaptıkları cılız çıkışlar, çoğunlukla ödül törenleri, kürsüler ve statik salon protestoları olmaktan öteye gidemiyor. Böylelikle de sanki mücadele eden, aydın, toplumun sorunlarına duyarlı bir profil yaratılmaya çalışılıyor.
Bunun dışında, katıldığımız eylemlerden de gördüğümüz gibi, Devlet Tiyatroları sanatçıları halkı “görünen tehlikeye” karşı örgütlemeyi de önüne koyuyor. Ancak yaratmaya çalıştıkları etki gösteriyor ki yapabildikleri en iyi iş olan ulusalcı yamanmalar dışında pek de karşılık bulamıyorlar. Buralarda da yüksek sesle söylenen tek şey “Devlet Tiyatrolarına Sahip Çık!” Bunun yanında ülkenin yaşadığı demokrasi sorunları, Uludere’de devletin yaptığı katliam, 1 Mayıs’taki polis terörü, Reyhanlı katliamı ve ardı arkası kesilmeyen yasakları es geçiliyor. Bunun yanında tiyatroya karşı farklı bir düşüncesi olan grup ya da kesimleri ise hemen aforoz ediyor, devlet tiyatrolarının yapısına itiraz edenleri hain, tiyatronun toplumsal bir dinamik olduğunu iddia edenleri ise Vandalizm’le suçluyorlar. Böylece AKP’nin sanat kurumlarına karşı takındığı tavırların karşısında biriken hoşnutsuzluğu, öfkeyi pasifize ederek, düzen içi–ulusalcı güç dengelerine –it dalışına- yedekleniyorlar. Bu yönüyle aslında, Devlet Tiyatroları’nı belli bir politik hesaba odaklayarak; özgür, bağımsız bir sanat anlayışının önüne yine kendileri set oluyorlar.
Devlet Tiyatroları’nın, Opera, Bale ve Senfoni’lerin en büyük sorunu, halktan kopuk olmaları ve Muhsin Ertuğrul sonrası kendilerini, devletin içindeki güçlü bir odağa endekslemeleri olmuştur. Bu gelenekte daha çok “orducu” klasik Kemalist çizgi olmuştur. Oysa AKP sonrası yaşanan dönüşümlerle birlikte, bu çizginin altı boşalmış, siyasal etkinliğini kaybetmiş; dolayısıyla ona yaslanmış olan Devlet Tiyatroları da sahipsiz, ortada kalmıştır. Yıllardır özel tiyatrolara atılan tokat, Devlet Tiyatrolarına da atıldığında ise ortalığı bir feryat kaplamıştır. Muhsin Ertuğrul sonrası hiçbir yerde görmediğimiz, daha çok kendi alanlarında kapalı kalan “Devlet Sanatçıları” ise birden sokaklara çıkmış, siyasal hayatın bir parçası olmak gibi, geç kalmış bir “saadet” olayına girişmişlerdir.
Aslında burada temel bir soru sormakta fayda vardır. Tiyatrolara yönelik saldırılara karşı alınacak tavırlar nasıl bir hat izleyecek ve bu topraklarda özgür, bağımsız, halktan yana bir sanat anlayışının oluşması için nasıl bir hat izlenecektir. Devlet Tiyatroları’ndaki sanatçıların bütün bu sorunlarla nasıl yüzleştiği, her zamanki gibi muallaktır. Çünkü alanlarda okunan bildiriler, atılan sloganlar, yapılan basın açıklamaları göstermektedir ki, tepki daha çok alınan bir çift, bir tek maaş ve Devlet memurluklarının ne olacağına yöneliktir. Hiç kimse kurumun içinde bulunduğu bataklıktan, vasıfsız tiyatro sahnelemeleri, faşizan yapısı, adaletsiz seçimleri üzerinden tartışma yürütmüyor. Dahası en son 30 Mayıs günü İzmir’de yapılan eylemde görüldüğü gibi, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” “Cumhuriyete sahip çık” “Devlet Tiyatrolarına sahip çık” tan öteye gidemiyor. Genç oyun yazarlarının yaşadığı sorunlar, boyunlarının üzerinde devletin kılıcı gibi sallanan Edebi Kurul’dan, mezun olduğunda dizi sektöründe çalışmak ya da en iyisinden Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli oyuncu olmaktan şansı olmayan genç oyuncular ve en iyisinden bir iç mimarın yanında iş bulmayı uman Sahne Tasarımcılarını ise kimse konuşmuyor. Böylelikle de verilen mücadele sistemin sorunlarına odaklanmanın kıyısından bile geçmiyor. Daha çok mevcut Devlet Tiyatrosu düzenini korumaya yöneliyor. Tabi bütün bu istekler kadrolu sanatçılar için!
Kuşkusuz Devlet Tiyatroları, bir çoğumuzun tiyatroyla ilk kez tanıştığı yerdir. Bu yazıda da anlatılmak istenilen şey görünen tablonun bütünüdür. Yoksa kurum içinde tiyatroya gerçekten emek veren, onu halka ulaştırmak için kendini paralayan ve bu yüzden pek sevilmeyen çıban başları da vardır. Bunların en başında da Muhsin Ertuğrul’un sadık öğrencileri gelmektedir. Onlar da tıpkı hocaları gibi bin bir zorlukla mücadele etmektedir. Ancak görünen o ki, onlara da hocaları gibi yol görünmektedir.
Yüksek sesle söylemekte fayda var: Hangi iktidar biçiminde olursa olsun, tiyatro özgür değilse, şaklabanlıktan başka hiçbir şey değildir. Tiyatro tarihini oluşturan insanlar, devlet memurları değildir. Tiyatroyu bir dert anlatma, topluma ulaşma ve daha iyiye varmak için verilen mücadelenin bir parçası olarak görenlerdir. Dünü onlar yazmıştır; yarını da onlar yazacaktır. Bu gün tiyatroyla ilgili dert güden insanların hatırlaması gereken şey budur. Yoksa Muhsin Ertuğrul hoca cevabını çoktan vermiştir.
Muhsin Ertuğrul hoca, 1965’te demiş ki:
“ …Baylar, bayanlar, niçin bilmediğiniz şeylere burnunuzu sokarak kendinizi küçük düşürüyorsunuz? Az çok okur yazar kişiler bilirler ki, tiyatro çok eski bir kurumdur. Tarihi, medeniyet tarihiyle at başı beraber yürür. Önümüzdeki yıl Delphi’de kuruluşunun 2500’üncü yaşı kutlanacak. Sizlerin, bu kadar eski bir geçmişi olan tiyatronun bugüne kadar geçirdiği çeşitli değişiklikleri bilmenize imkan var mı?
(…) Tiyatro, Aristophanes zamanından beri topluma önderlik eder, devleti, hükumeti idare edenleri denetler. Görevi gerçeği, iyiyi, güzeli tanıtmaktır. İşte bunları görmek istemeyenler, daha doğrusu kendini bunların arasında tanıyanlar aynaya kızarlar, sahneyi basarlar, bu eski bir adettir.
(…) Şehir Meclisi üyelerinden birkaçı, eğer tiyatroyu özel çiftlikleri, sanatçılarını da parayla tutulmuş kahyaları sanıyorlarsa, uyansınlar. Bu tiyatro, sanatçılarındır. Tiyatro,
hükumetlerin veya belediyelerin lütfuyla yaşayan bir arpalık değildir.”
Not: Bu yazıyı yazmakta olduğum sırada Devlet Tiyatroları genel müdürü Lemi Bilgin’i görevden almışlar. Biz tiyatrocular olarak kendisini çok iyi biliriz. Ayrı bir yazıda özel olarak ele alacağım ama bilmeyenlere kısaca anlatalım. Kendisi koltuk sevdalısı bir genel müdürdür! O koltuklarda sonsuza değin oturacağını sanan, kendisini “ışığı alnında ilk hisseden sanan” sanatçımsı kişidir. Tiyatroya ve Devlet Tiyatroları’na verdiğin zarar tarihe geçmiştir. Her hükümete yaranarak, her hükümete yanaşarak bugüne kadar ayakta kalmayı başarmış bir çekirgedir. Ama gel gör ki çekirge iki kez sıçrar. Tehditlerle, rüşvetlerle, yemlemelerle tiyatro yönettin! Bir sürü insanın taşeron çalıştırılmasına, emek sömürüsüne göz yumdun! Tüm tek adamların başına gelendir senin başına gelen…