17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izleyici karşısına çıkan bir yapıt da, Tiyatro Dafne & Compagnia Teatrale Altrarte di Roma yapımı, yani İtalya-Türkiye ortak prodüksiyonu “Arianna-Sevda Yolu/Arianna-La Via dell’Amore” başlıklı oyun oldu. Oyunun yönetmeni, ilk filmiyle 1987 Cannes Film Festivali seçkisinde yer alan senarist, sinema yönetmeni ve oyuncu Memè Perlini, yazarıysa tiyatro severlerin Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Bilitis’in Şarkıları’ndan tanıdığı Pierre Louÿs (1870–1925) idi. Oyuncular Jole Rosa, Filiz Kutlar ve Edip Tepeli.
Arianna’nın (ya da Ariadne) öyküsünü bilenler bilmeyenlere anlatsın veya “Meraklıysanız açar okursunuz”, falan demeden oturup anlatacağım. Lütfen dinleyiniz Efendim… Dionysos bir gün etrafında gezinen perilerden, Satyr’lerden ayrı olarak denizin kıyısında oturmuş, bir yandan şarabını yudumlar, bir yandan da yalnızlığın verdiği huzurla manzarayı seyrederken, denizde gemileriyle “seyreden” korsanlar kıyıya yanaşıyor ve genç delikanlı Dionysos’un üzerine saldırıyorlar. Dionysos’un ellerini kollarını bağlayarak gemilerine götürüyorlar. Dionysos ses etmiyor, hatta dalgasını geçip korsanlara gülücükler bile dağıtıyor. Gel gelelim sonra, olanca ihtişamıyla önce kollarına geçirilen zincirleri paramparça ediyor, gemiyi bir sağa bir sola sallıyor, çığlıklar atıyor, geminin halatları korkunç yılanlar haline geliyor, geminin direği üzüm salkımlarıyla dolup taşıyor, devasa bir sarmaşık geminin her bir yanını sarıp sarmalıyor, korsanların hepsi haklanıyor.
Dionysos, kaptana, gemiyi Naksos Adası’na götürmesini söylüyor. Naksos Adası’nda Girit Kralı Minos’un kızı Arianna, bir Attika efsane kahramanı olan Theseus’a gönlünü kaptırmıştır. Dionysos, işte orada eski sevgilisi için ağıtlar yakan güzeller güzeli Arianna’yı görüyor. Arianna, ağlamaktan gözlerinin altı şişmiş, upuzun düz saçları dağılmış, aşkla dolu yüreğinin terkedilmişliğinde ölümü beklemektedir. Gönüllerden kederi defeden, neşe ve mutlulukla çevresine teselli veren o aslanım Dionysos, Arianna’yı görür görmez aşktan nasibini alıyor. İlahi güzellik karşısında büyüleniyor. Arianna’ya: ‘‘Sen ki Theseus’a gönül vermiş ümitsiz aşık, ilkbaharın neşesiyle canlanırdın hep, ama hüznün gölgen olmuş senin,’’ gibilerden bir şeyler söylüyor. Derken parlak bir taç çıkartıyor, bu kutsal taç Arianna dokunur dokunmaz, uzuyor, göklere doğru yayılıyor. Tacın her kıymetli taşı, her cevheri gökyüzünde parlamaya başlıyor, birer yıldız haline geliyor. Dionysos ve Arianna’nın kutsal evliliklerinin anısınaysa her bir yıldız gökyüzünde çakılı kalıyor.
Daha sonra, Dionysos alayının daima en başında yer alan Bakkha’lar bu yüce evliliği kutlamak adına ortaya çıkıyor, Satyr’ler, Silenos’lar, Pan’lar toplaşıyor. Pan, flütünü çalarak, Satyr’ler, ellerine geçirdikleri bir boynuzu üfleyerek buğulu ve ritmik sesler çıkartıyorlar. Silenos’lar ise yaşlılıklarının verdiği yorgunluğa aldırmadan bir oraya bir buraya koşuşuyor, şarkı söyleyip raks ediyor. Eros ise, aşktan nasibini almış Arianna ve Dionysos’a güler yüzle yaklaşıyor, adaya aşk tohumları serpiyor. Arianna-Dionysos çifti, sonsuza dek beraber yaşıyor; edebiyat onları aşkın, mutluluğun, sevginin simgesi olarak seçiyor.
Benim bildiğim öykü bu. Oyun metnini okumadım, ama Şair-Romancı Pierre Louÿs belli ki öyküyü şiirleştirmiş; Yönetmen Memè Perlini de, bu hüzünlü mitolojik aşk efsanesini müzikler ve mekan dramaturgisi içinde, ışığın gücüyle biçimlendirerek sahneye taşımayı istemiş, denemiş.
Bilinen bir gerçek ki, Dionysos ritim ve müzik sanatlarının tanrısıdır ve yaşamak itkisinin, dolayısıyla bu itkiyi sınırlandırılmadan yaşamak istemenin tanrısını temsil eder. Şimdiii… Pierre Louÿs’nin şiirsel metninden etik kaygıyı dile getiren bir şiir kaptığımı söyleyemem; “yaşayamamanın, yaşamak halinde olamamanın şiirinden etkilendim,” de diyemem. Ammaaa… Oturduğum yerde sağa-sola doğru yamulmam, yani eğri oturup doğru konuşmam gerekirse, insanın bütünlüğünü dikkate aldığımızda, etik değerlere göz yummayan ya da etik değerleri göz ardı edemeyen insan için karşıtlığın ayrılabilir ve aşılabilir olmadığını söylemem gerekebilir. Çünkü insan, karşıtlığını içinde taşıyan varlıktır. Pierre Louÿs, ana karakterini insanın ruhsal bütünlüğünde karşı karşıya getirmiştir, ama felsefi şiir poetikası açısından Arianna-Dionysos-Theseus üçlüsünü insan ayrımında dile getirilen özelliklerden hiçbirine indirgememiştir. Yani burada Pierre Louÿs’nin hakkını Pierre Louÿs’ye veririm, ama Yönetmen Memè Perlini’yi anamın ak sütü gibi eleştirebilirim.
Oyunda anlatıcı Arianna. Arianna öyküyü nerede anlatıyor? Kumsalda. Kumsalda yatağı olmayan bir yatak, iki koltuk, iki sandalye, piyano, masa, tabure, deniz niyetine kullanılan bir leğen, boş bir dolap, iki adet ayaklı lamba… Bir de keman. Arianna iki kişi oluyor, iki lisanda anlatıyor. Eddy Mattei’in seçtiği Lucio Dalla’nın “Caruso”su eşliğinde, örneğin aşkı sevdayı Nükhet İpekçi İzet-Salih Ecer ikilisinin Türkçesinden önce Filiz Kutlar Türkçe anlatıyor. Sonra Gianluca Pezzino’nun çevirisinden aynı müzik eşliğinde Jole Rosa başlıyor İtalyanca anlatmaya. Pavarotti söylüyor: “Vide le luci in mezzo al mare/pensò alle notti la in America/ma erano solo le lampare/e la bianca scia di un’elica.” Yani: “Denizin ortasındaki ışıkları gördü,/orada Amerika’daki geceleri düşündü,/ama onlar sadece balıkçıların lambaları/ve pervanenin arkasında bıraktığı beyaz suydu.”
İşin burasında, Yunan mitolojisindeki bir aşk öyküsünün anlatımında Amerika’nın işi ne diye soramıyorum, çünkü biliyorum ki oyunu izlemişseniz siz de antik Yunanda somyanın, kumaş kaplı koltuğun, sandalyenin, piyanonun, masanın, taburenin, leğenin, dolabın, ayaklı lambanın, ampulün, kemanın ne işi var diye soramıyorsunuz. Absürt desem değil, demesem o da değil! İçgüdüsel ve sezgiyle üstesinden gelinip çözmeye çabalanan bir iç çelişki de yok ortada. Memè Perlini, sahne dilindeki kökten değer yitimine, sahnenin kendisinin soyut ve nesnelleştirilmiş görüntülerinden ortaya çıkacak bir şiirselliğe de yatkınlık göstermiyor.
Sonra Puccini’nin “Tosca” operasından “E lucevan le stelle”. Gene önce Türkçe konuşan Arianna, sonra İtalyanca konuşan Arianna lezbiyen bir ilişki içinde öpüşüyorlar, giderek bir hayvan kurukafasıyla “cinsel iştiyak” rolü kesiyor, kendi kendileriyle sevişir gibi yapıyorlar. Kel alaka? Bilmiyorum. Öyküyle ilişki kuramıyorum. Dil öğesi bu kavramda da önemli bir rol oynuyor. Sahnede olup biten, oyuncunun ağzından çıkan sözleri aşıyor ve çoğunlukla onlarla çelişiyor. Yoğun bir şiirsellik taşıyan oyunun şiirsel içeriği, heba olup gidiyor.
Derken, kafasına takılı kocaman çiçeği, çiçeklerle bezeli şalvarıyla (adeta “Tahiti”li) Dionysos beliriyor. Belindeki fişeklik ne mene bir aksesuardır ki! Ne iş görür ki! Anlaşılmıyor. Fevkalade alımlayıcıyım, düşünceliyim, yeni düşünceleri soğurmaya istekliyim… Kavrayamıyorum.
Gürel Yontan’ın sahne tasarımı herhalde Memè Perlini’nin istediği gibi. Kumaş kaplı koltuğu, sandalyeleri, piyanoyu, masayı, tabureyi, leğeni, dolabı, ayaklı lambaları, ampulleri, kemanı kim tasarımlamışsa tasarımlamış olsun, bana ne! Gene de elleri arkadan kırmızı yün iplikle bağlı mankeni Theseus olarak, mankenin ellerinden sahne üstünde (kumsalın üstünde) dolanan kırmızı ipliği “dolambaç” olarak çözümlüyorum. İpliğe oyuncuların ikide bir yüzlerini, gözlerini, alınlarını neden sürdüklerini önce bir türlü çıkaramıyorum, sonra Arianna’nın Theseus’a özlemi olarak yorumluyorum, ama bu durumu fazla dert edinmiyorum. Alessandra Montagna’nın kostümlerine söz edemiyorum. Eddy Mattei’nin seçtiği Lucio Dalla ve Puccini eserleri kulağa elbette pek hoş geliyor diyorum. Derken: “İyi de, Kazım Öztürk’ün ışığı ne öyle,” diye sormadan duramıyorum. Seyircinin gözüne çakılan ışık tasarımı olur mu hiç? Ayıp ayol! Sahnenin sol arkasındaki dolunay gobosu mevsimler değişirken aynı yerde oyun boyu durur mu bre?
Anlamıyorum. Çok şey anlamadığım için oyuncuları eleştirmeye kıyamıyorum.
Arianna, Theseus’a yün yumağı veriyor, Theseus girdiği Labyrinthos’un karışık, karanlık dehlizlerinde yürüdükçe bu yumağı yere sağıyor, Canavar Minotauros’u öldürüp bu yumak sayesinde yolunu bularak geri dönüyor, Arianna’yı alıp kaçıyor. Hepsi iyi hoş da, Memè Perlini ne anlatıyor?
Vallahi labirentin içinde gibiyim, bilmiyorum, boğuluyorum.