[Mümtaz İdil’in Odatv’de yayınlanan yazısını paylaşıyoruz.]
Devlet Opera Balesi ve Devlet Tiyatroları küçültülüyor ve sonunda da yok edilecek. Hükümet, yeni hazırladığı yasa ile Devlet Tiyatroları’nı ve Devlet Opera ve Balesi’ni Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir “şube müdürlüğü” düzeyine çekiyor.
Opera ve Bale ile Tiyatro sanatları dünyada da kan kaybetmeye devam ediyor. Bu doğru. Artık dünyanın hemen her ülkesinde opera, bale ve tiyatro salon sanatları haline gelmiş durumda.
Buna popülist kültürün yaygınlaşmasının neden olduğunu söyleyebiliriz. ABD sinemasının Avrupa sinemasını yok etmeye çalışması ama her şeye rağmen Avrupa sinemasını tercih edenlerin çoğalması gibi, opera, bale ve tiyatro da asla ortadan kalkacak sanat alanları değil.
Dönem dönem ilgi azalabilir, ama asla ortadan kalkmaz.
Ortadoğu coğrafyasına bakarsanız, bizden başka hemen hiçbir Müslüman ülkede opera ve bale olmadığını görürsünüz. Tiyatro ise çok sınırlıdır.
AKP hükümeti iş başına geldiğinden bu yana, bu “gıy gıycı” takımı ortadan kaldırmayı ilke edinmişti zaten. Kültür Bakanlığı’nı Turizm Bakanlığı’na bağlayarak ve Kültür Bakanlığı’ndaki tüm kilit noktalara Turizm Bakanlığı bürokratlarını getirerek hamlesini yaptı ve gelecek için bir altyapı oluşturdu.
Turizm Bakanlığı rant açısından bakıldığında Kültür Bakanlığı ile karşılaştırma kabul
etmeyecek kadar zengin bir bakanlık. Kültür Bakanlığı’nın zenginliği ise, bizzat Başbakan’ın söylediği gibi, çanak çömlekten ibaret.
Hal böyle olunca, Kültür Bakanlığı’nın özel yasayla kurulmuş iki önemli genel müdürlüğü gereksiz görüldü. Sonuçta, tiyatrolar ve opera-bale en ucuz eğlence mekanlarından olduğu için herhalde, genellikle kapalı gişe oynuyor.
Opera, bale ve tiyatro sanatlarına ilgi büyükşehirler başta olmak üzere çoğu zaman turnelerde de ilgi görüyor ve izleniyor. Zaten bu sanatların tüketicisi de çok değil.
AKP hükümeti, opera, bale ve tiyatro sanatçılarına bir “kıyak” emeklilik sundu. Eğer genel müdürlükler Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlanırsa, şu anda Opera ve Bale’de 62 olan solist sayısının en az 50’si emekli olacak. Bu durumda zaten bir eseri sahneye koymak mümkün olmayacak. Konsa bile mutlaka sıkıntılar ortaya çıkacak.
Opera, bale ve tiyatrodan konuştuğum sanatçılar son gelişmenin Türkiye’de bu sanatların sonu olduğu görüşünde birleşiyorlar. Bu doğal bir yaklaşım. Şube müdürlüğüne dönen bu özel yasaya dayalı genel müdürlükler, artık hiçbir cazibe oluşturmayacaklar.
Tiyatro, opera ve bale ve burada çalışanlar hep halkın gözünde birer “asalak” olarak görüldüler. Yazın çıkılan turneler hesaba katılmadı, kimi zaman bir tiyatro oyuncusunun aylarca genel müdürlüğe uğramadığından şikayet edildi, oturdukları yerden maaş alıyorlar dendi…
Ama bu sanatçıların nasıl yetiştiği, nasıl yetiştikçe birer öğretmene dönüştüğü, onlar olmadan bu sanatların olamayacağını AKP’liler bilmiyor mu, elbette biliyorlar ve o yüzden zaten “kıyak” emeklilik yolunu açıyorlar.
Ülke artık hızlı adımlarla bir ümmetçi topluma, bir arap ülkesine dönüşüyor. Bunun herkes farkında, sevgili ve yüce medyamız hariç(!).
Onlar da farkındalar, ama ses çıkarmak işlerine gelmiyor. İş adamından gazete patronu olursa, elbette bağımsız olmayacaklardı, bu biliniyordu, ama hiç aldırmadan yollarına devam ettiler ve bu fütursuz karara kadar da hiç zorluk çekmeden geldiler.
Bundan sonra mı, asla çekmezler. İnanın hiç kimse itiraz bile etmeyecektir bu gelişmeye, hatta kimileri için bu “yerinde bir karar” olarak bile görülecektir. Bu “kimilerinin” ülkemizin “sanatçı” takımından olacağını tahmin etmek de güç değil.
Kadınların “burka”ya bürünmesi bile umurumda değil. Ama bunu namus meselesi gibi gösterdikleri zaman afaganlar basıyor. Baleyi “baldır-bacak” olarak gören bu zihniyet yıllardır gizli olarak iktidardaydı zaten.
Gülüm Pekcan Çorum’a gelip de modern danslardan örnekler sunmak için sahneye çıktığında, uzun eteğinin hatırı sayılır bir yırtmacı vardı. Festivali düzenleyen ve parasını ödeyen Çorum Belediyesi Refah partisi zihniyetinde bir başkan tarafından, Arif Ersoy’un başkanlığıyla yürütülüyordu. Arif Ersoy, ne kadar Refah partili de olsa, aydın bir insandı ve festival programına katılmazdı. Ama yanında çalışanların çoğu “yobaz” denecek kadar geri zihniyetteydiler.
Adını vermek istemiyorum, ama Çorumlular bilir onu. Gülüm Pekcan dinlenmek için mola verdiğinde, belediyenin önemli yetkililerinden biri yanıma yanaşarak, “Müdürüm, acaba dansçı kardeşimizin eteğini bir iğne ile tuttursak mı? Çok açık saçık görünüyor,” dedi.
Evet, bunu dedi.
Adamın baktığı tek yer bacaklarıydı çünkü. Dans falan seyretmiyordu, bacak seyrediyordu ve belli ki tahrik olmuştu. Herkesin de tahrik olduğundan emindi. Nefsine hakim olamayıp da bacak seyrettiğinden, Allah’a karşı suç işlediğini bu suçu da ancak tahrik unsurunu ortadan kaldırarak affettirebileceğini düşünüyordu.
Türkiye’de sanat böyle kafalar yüzünden hep olduğu yerde saydı. Kültür emperyalizminin hışımla saldırdığı geri kalmış ülkeler içinde en çok etkilenen ülke olarak birinci sırayı aldık. Recep İvedik gibi filmler gişe rekorları kırdı, oysa insanlara kendilerini anlatıyordu. Demir Adam gibi uyduruk bir filmin üçüncü versiyonu tüm zamanların en büyük hasılatını yapıyordu. “Grinin Elli Tonu” gibi fantastik erotizm kitapları çok satanlar listesinden düşmüyordu. Ama namus hep akıllarda tutuluyordu, başkaları için tabii.
Sanatçılar bu karara itiraz etmeyecek. Hepsi yılgın, hepsi küskün ve yorgun. Zaten artık kadrolu sanatçı da çalışmıyor. Sözleşmelilerle idare ediyor devlet ve geleceklerini iki dudağu arasında tutmayı tercih ediyor.
Hain bir suikasta kurban giden Muammer Aksoy bu konuyu yıllar önce dile getirdiğini görebiliriz. O zaman neden öldürüldüğünü de anlamak mümkün oluyor:
“Zamanımızda az gelişmiş toplumları bağımlılık durumunda tutabilme yolundaki amaca ulaşabilmede, sömürücü büyük devletler, en etkili ve önemli araçlarından biri olarak, kültür emperyalizminden geniş ölçüde faydalanmak yoluna gitmektedirler: O ülkenin işbaşında kuşakları daha doğrusu bunların bir kısmı ‘koruyucu büyük dost’ tarafından satın alınmakla yetinilmiyor. Gelecek kuşakların da aşağılık duygusuyla sakat olmaları ve ‘iyi bedelle satılık kişiler haline gelmeyi’ bir utanma konusu değil bir iftihar sebebi sayacak kadar çarpık bir düşünüşe ve bozuk ölçülere sahip olmaları ve böylece ‘tükenmez gönüllü satılıklar kaynağı’ yaratma amacı güdülmektedir. Bunun için de, ‘koruyucu-sömürücü devlet’in, ya da onun şirketlerinin, az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmasını sağlayacak ‘kitle eğitim ve haberleşme araçları’ ile kişilerin kafalarını sistemli ve sürekli olarak yıkamaları (daha doğrusu afyonlamaları) gerekmektedir: Basının, radyonun ve televizyonun, bu amaca ulaştıracak bir nitelik kazanmasının tertipleri bulunmakta, tedbirleri alınmaktadır. Eğitim ve kültür kurumları, doğrudan doğruya veya dolambaçlı yollardan bu ‘koruyucu-sömürücü devlet’in emrine sokulmaktadır.”(1)
Daha o zamandan uyarmış sevgili hocamız bizi ve gelinen noktaya dikkatinizi çekerim.
(1) Prof.Dr.Muammer Aksoy, Atatürk ve Tam Bağımsızlık, Cumhuriyet Yayınları, Yay.Hazırlayan Nurer Uğurlu başkanlığındaki kurul, Eylül 1998, s.20)