[Bahar Çuhadar’ın Radikal Gazetesinde yayınlanan Tiyatro Boğaziçi’nin ‘Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık’ adlı oyunu hakkındaki yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.] Tiyatro Boğaziçi ‘Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık’ ile birbirine küs bir baba-oğul üzerinden iktidar-sanat ilişkisini bir evin içinden anlatıyor…
Tiyatro Boğaziçi, ‘Karşılaşmalar’da ‘yeni Türkiye’ye dair bir oyun kurmuştu. Bu sefer aynı ev içindeki küs baba-oğul üzerinden Kemalist ideolojinin tesis etmeye çalıştığı sanat diliyle, bugünün sanat&tiyatro dilinin ‘kapışmasını’ çıkarıyor karşımıza.
Can Merdan Doğan imzalı tekstin rejisi Metin Göksel imzalı. Katmanlı yapısı, edebiyat ve tiyatro metinlerinden referansları, göndermeleriyle derinlikli bir tekst, sahnedeki. Oğuz Atay, Orhan Pamuk ve Kafka’dan alıntılarla edebiyattaki baba-oğul çatışmasının da desteği alınarak, iktidar-sanat ilişkisine dair sorular soruyor ‘Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık’. Ulus ideallerinin artık işlemediğinin ayırdına varmasıyla, oğluna da dış dünyaya da küsen Hamdi Bey’i ‘iktidar’ olarak konumlandırmış yazar. Kemal ismini vaatkâr bularak ‘Bay Kel’ adını alan oğul, ‘kendi dilini arayan sanat’; aralarında denge kurmaya çalışan evin yardımcısı Mürvet Hanım ‘seyirci’ olarak buluyor yerini denklemde. Mürvet Hanım yani seyirci; babadan da kendini bulma çırpınışları içindeki oğuldan da zeki, dönemiyle ve dünyayla bağı en güçlü karakter…
Bay Kel eskiden birlikte büyük oyunlar izlediği ama artık kendisine küs olan babası için etkili bir eser yaratmaya çalışır. Mürvet Hanım ise ona; babasına daha direkt bir dille seslenmesini salık verir. Gelgelelim oğul, babanın ağırlığından ya da sanat, iktidarın gölgesinden kurtulmadıkça özgür bir sanat da üretemeyecektir. İstediği kadar ‘deneysel’ olsun…
Hiç konuşmayan, kılık kıyafeti ve bastonuyla heybetli bir görüntü çizen Hamdi Bey’i Metin Göksel’den; kulisvari odasında oyunlar kuran Bay Kel’i Cüneyt Yalaz’dan, Mürvet Hanım’ı Ayşe Selen’den izliyoruz. Selen de Yalaz da aralara yerleştirilen –bana sorarsanız akışı bozan- dış seslerin ardından düşen tempoyu anında yukarı çekiyor. İki isim de kendilerine aşina olan seyirciyi pek tabii ki yanıltmayan oyunculuklar sergiliyor.
Hamdi Bey’in tahtta gerim gerim gerilerek verdiği pozların tuhaflığının yanında Bay Kel’in de yeni bir dil yaratma çabasıyla düştüğü komik haller, ekibin iktidar-sanat ilişkisine objektif baktığının işaretlerinden. Yine de nasıl bir adam olduğu hakkında zaten bilgi sahibi olduğumuz Hamdi Bey, oğluna yazdığı mektubu verdiği sahneye kadar bize hiç görünmese de olurmuş. Dış seslerle yan karakterlerin (anne, babanın oyuncu sevgilisi vs.) anlatıları oyuna dahil edilme çabasında. Lakin bu yan öyküler, biraz da sesin teknik yetersizliğinden, gövdeye eklemlenmede sorun yaşıyor. Öte yandan; baba-oğul meselesi derinleştirmeye çok müsait, iştah açıcı bir konu, evet. Ama kullanılan edebi alıntılar, seyirciyi ana meseleden uzaklara savuruyor.
Ekip söyleşilerinde sanat-iktidar ilişkisine dair bir hesaplaşmadan çok soru sormaya niyetlendiklerini söylüyor. Oyun; genelde sanatın özelde tiyatronun kendisiyle hesaplaşması, babanın tahtına geçmektense, tahtı devirmesi gerektiğine dair bu söylemi, doğruluyor da. Tahtı devirebilecek olanın seyirci olduğunun emarelerini de veriyor. Neden tercih edildiğini samimiyetle anlamadığım tek şey var: Oğula yol gösteren akıl yine babadan geliyor. Babanın mektubu “Adil baba yoktur, adil bir dünyada babaya ihtiyaç olmadığından…” diye sonlanıyor. Bize “Adil dünyada taht olmaz” diyecek olan, gölgesinden kurtulmaya çalıştığımız eski ideolojinin dili midir?