Sergio Castellito’nun Bosna Savaşı’nı konu alan ‘Sen Dünyaya Gelmeden’ filminde Penelope Cruz ve Emile Hirsch’ün yanında Türkiyeli oyuncu Saadet Aksoy da yer alıyor. Uzun süredir kariyerini yurtdışındaki işlere odaklayan Aksoy için bu flmde yer alması önemli bir deneyim. Saadet Aksoy daha önce sinema ve dizi filmlerin yanısıra tiyatro sahnelerinde de performans göştermişti. Radikal Gazetesi’nden Erman Uncu Aksoy ile keyifli bir sohbet gerçekleştirmiş. Aksoy üç ay süren çekimler sırasında yaşadığı deneyimleri ve oyunculuğa bakış açısını şöyle özetliyor.
“Bir öncekine göre nasıl daha üste çıkmıştı Aska karakteri?
Yani üstün demek belki yanlış olur. Ama beni bir oyuncu olarak farklı bir noktaya taşıyacağını düşündüğüm bir işti. Sadece Aska karakteri değil. Hikâye, birlikte oynayacağım oyuncular, yönetmeni öyleydi. Prodüksiyonun büyüklüğü açısından öyleydi. Bir kitap uyarlaması olması açısından öyleydi. Aslında bence en zor rol oyuncu için en çekici roldür. Benim için de aslında zorluğu en çekici olan kısmıydı.
Savaşta sizin canlandırdığınız karakterin başına gelenler insani olarak da zorlayıcı çok… Sonuçta normalde set bitiyor ve hayat kaldığınız yerden devam ediyor. Bu film de benim için şu açıdan farklı oldu. Yine aynı yöntemle çalıştım ama bunun gibi hikâyelerin tarihte çok yakın bir zamanda yaşanmış olduğu bilgisi bende çok büyük bir yaraya neden oldu. Bununla ilgili çok fazla şey okuyup izledim. Daha önceden Bosna Savaşı’yla ilgili oldukça fazla bilgi sahibi olmama rağmen işin bu dramatik kısmı çok da yakın olduğum bir şey değildi. Tabii ki kendinizi savunma içgüdüsüyle üzülmemeye çalışıyorsunuz ama bir yandan da bu çabanın yanlış olduğunu düşünüyorsunuz. Nasıl olur da bu beni etkilemez diye düşünüyorsunuz. Etkilediği noktada da dipsiz bir kuyuya gidiyorsunuz. Denge kurabilmek çok zordu.
Romanı okurken kafanızda canlandırdığınızda Aska karakteri miydi sizin karakteriniz?
Tabii en başta Aska karakteri için benimle görüşmek istediler. Ve hikâyedeki diğer tek kadın karakter Gemma, onu da Penelope Cruz oynuyor. O daha kitap yazıldığı zamandan beri belli. Çünkü Penelope ve Sergio çok eskiden beri tanışıyorlar. Kitabın yazarı Margaret Mazzantini de Sergio’nun eşi… Margaret kitabı yazdıktan sonra, Penelope kitabı okuyunca o karakteri oynamak istediğini söylüyor. Dolayısıyla projenin başından beri Penelope var o rolde. Aynı zamanda ortak yapımcılarından bir tanesi. O yüzden hiç o role göz dikmedim. (Gülüyor)
Yönetmen de yazar da, siz olmasanız Aska karakterinin perdeye gelemeyeceğini söylemişler… Çok mutlu oldum. Beraber çok zaman geçirdik, sette, daha sonra galalarda… Artık bir ailenin parçası gibi hissediyorum kendimi. Daha önce bunu defalarca söylemiş, hissettirmişlerdi. Ama bunu bir Türk gazetesinde yazılı bir şekilde görmüş olmak da mutlu etti.
Emile Hirsch, Penelope Cruz da bu ailenin bir parçası mı?
Evet. Kitabın yazarıyla yönetmeni evli. Yönetmenin de filmde bir rolü var. Pietro karakterini oynayan oyuncu da bu çiftin gerçek hayattaki oğulları. Filmin müziklerini Penelope’nin kardeşi Eduardo Cruz yapıyor. Hem fiziksel olarak bir aile hem de kamera arkası ekibe kadar herkesin çok sahiplendiği, canla başla iyi olması için uğraştığı bir projeydi.
Uluslararası bir projede üç ay çalışabilmek, Türkiyeli bir oyuncu için lüks mü?
Ben zaten belli bir süredir bütün kariyer planımı buna göre yaptım. Dizilerde de en önemli kriterlerimden bir tanesi, çok fazla zamanımı almayacak şeyler olmasıydı. Rahatça yurtdışına gidip gelebileyim diye… Çünkü yurtdışında çok vakit geçiriyordum, oradaki bağlantılarımı koparmamaya çalışıyordum. O yüzden bir yanıyla da çok bilinçli bir tercihti bu.
Başından beri kafanızda böyle bir tercih mi vardı?
Öyle diyemem. Çünkü en başına dönersek 2005 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenciydim. Farklı önceliklerim vardı. Ama belli bir süredir buna dikkat ettiğimi söyleyebilirim. Çünkü burada hem bir dizide oynayıp hem de bu hayalimi gerçekleştiremeyeceğimi gördüm ve bir seçim yapmak durumunda kaldım.
Oyuncu olmak başından beri kafanızda olan bir şey miydi?
Bir ara meslektaş oluyormuşuz galiba… Evet ona gazetecilik denmez de… (Gülüyor) Bir gazetede dış haberlerde yaz döneminde staj yapmıştım. O zaman yüzde yüz oyuncu olmaya karar vermemiştim. Sadece hayatımda ne yapmak istediğime karar vermeye çalışıyordum. Sonra oyunculuk derslerine, üniversitede ve üniversite dışında sinema derslerine başladığımda bile hâlâ “oyuncu olacağım” demiyordum. “Bunu seviyorum ya” diye düşünmeye başladım. Üzerinden zaman geçtikçe daha çok sevdim. Sanırım kesin oyuncu olmak istiyorum dediğim dönem ‘Yumurta’ filmini çektikten sonraydı.
‘Yumurta’da bunu hissettiren neydi?
Film çıktıktan sonraki getirisiyle de alakalıydı. Çünkü iyi eleştiriler aldım. Bir de setle alakalıydı. Reklamlarda, dizilerde, kısa filmlerde uzun zamandır bir şeyler yapıyordum. Ama ilk defa uzun süreli bir filmin setinde başrol oyuncusu olarak yer almıştım. “Hayatım boyunca bu işi yapabilirim, bu bana çok keyif veriyor” dedim.”