Ozan Utku Akgün
Domus Sanat Çiftliği
1
Mizacını sürekli karşı çıkmak için derinleştiren eleştirel çaba, argüman kasasında kırmızı kartla işaretlenmiş red yanıtlarını fırlatmak için anı kollar. Anı kollamak: Bir eleştiri geleneğinde, kıyıcı bir mekanizmada, geleceğin potansiyel üretiminin iflasına işaret eden kabız kehanet yeteneğine sahip çıkarak, vizyon sahibi olduğunu iddia etmek. Artık eleştirel çaba değildir o, karşı-çıkış kutbuna yerleştirilmiş inatçı eleştiri kategorisidir ve kavramları kullanmayı yarı yolda unutmuş, kavramlarla yarı yolda hemhal olarak, edepsizlikle suçladığı bütün üretimlerden daha edepsiz bir orjiye gitmiş, farkların ısrarlı silinişinde iddialarını sonsuzca sahiplenmeyi gerillanın ateşli mizacıyla karıştırmaya başlamıştır. Zirvenin fiziksel koşullarını, zirvenin sınayan yokuşunu, zirvenin aldatıcı ya da çarpıcı olduğu ilk başta kestirilemeyen geleceğini unuttuğu her an kendini geride bırakıp, atış yapmak için benzerlikler arayan bir silah formatına devrilir. Benzerlikler peşindedir artık, argüman kasasındaki kırmızı kartlar boşa gitmesin diye inatla benzerliklerin nabzını yoklar, şeyler üzerine konuşmanın dar alanına gönüllü sürgün gittiğinde görülür ki kendini şeylikten çoktan bağsızlaştırmıştır; bir bakmışız ki kavramlar sanki ilk şafağın altında topraktan bitmişler, yürütücü kabiliyetlerinin olup olmadığı değil, elmayı yiyip yemedikleri tartışılıyor: Eleştirinin kavramsal günah peşinde koşanı, ebedi yargıç kılığına girmekte gecikmez.
2
Performans deyip, eğilimin düşünsel havuzunda biriken kavramlardan birinden konuşmaya mı başladınız, ironik bir göz süzüş sahiciliği yoklamak için “aslında ne kastettiğinizi” öğrenmeye çalışır, imalar ve kuşkular beldesi sizden kavramları kullanmanızı değil, kutupları belirlemenizi ve savaş simülasyonunu bir an bile durdurmamanızı ister, nihayetinde bazı kavramları kesinlikle ağzınıza almamanız talebiyle karşınızdadır. Kavramla kurulması istenen mesafe talebinin, aslında ona bir an bile inanmamak ve ciddiye almamak olduğunu söylemektedir aslında eleştiri ve siz tarihsel kirinin içinden bir kavramı çekip yaşayabildiğini göstermeye çalıştığınızda, yerleşilen teori kutbunun günah defteriyle karşınıza dikilir: Kavramın günahkarlığında uzlaşıp uzlaşıp, sonra sizden mesafe talep eden bu kökensel körlükle nasıl başa çıkılır?
Kötü bir gösterimden daha felaketi kapıda gösterimin bedenle ilgilenmesiyle dalga geçmek için bekleyen ve konuşmak değil köpürmek için sıraya girmiş kalabalıktır. Sanki beden bir aksesuar torbasından renginin güzelliği sebebiyle seçilmiş bir takıymış gibi, her seferinde torbaya geri gönderilmeye çalışılmaktadır. Doğrudur, kavramlaştırma iğrençleşebilir ve doğrudur, çağdaş bir takı torbasının her tarihte oluştuğu görülür, ama soru talep ettiği mesafeyi ilk başta kendi sorma biçiminde yitirdiğinde bütün eğilimleri torbayla eşitleme yoluna gider. Soru günaha değil, kabiliyete sorulmalıdır; bu kavram ne yapabilir, ne yapıyor? Bir kavramın şahsiyetini özgün dramının büyüklüğüyle ölçmek gerekir biraz da, bu dram bizimle konuşmaya hevesli mi sahiden bakmak gerekir. Bu dram konuşmak istiyor mu, uzanmak isteyen bir çekirdeği var mı yoksa kendi kuyruğuna dolanıp susacağı mutlu ölüm anını aramak için boşuna gürültü mü yapıyor? Sorulmuş sorulardan bahsetmiyorum sadece, sorulmak için genleşip daralan sorumsulardan, biçimini arayan kımıltı halindeki problem tozlarından, sanki gelecekten kopup gelen henüz kapalı vizyonlardan da bahsediyorum.
Performans teorisinin bedeni kavramlaştırırken işleyen bir dramdan hareket ettiğini unutarak, bu kavramlaştırmayı sanatsal eğilimlerin gösterişiyle eşitlemek en başta drama haksızlıktır. Saldırgan eleştirinin şöyle dediği duyulur: “Yeterince bedenden konuşuldu, artık susalım.” Çünkü bu eleştiri bütün sanatsal eğilimlerin altında sahiciliğin yitirildiği ve gösterişin yükseldiği o yıkım anını aramaktadır, bir eğilimin ya da kavramın dramını sürekli seçimler ve tercihler mantığına indirgemektedir; bedeni gösterilmek için seçilmiş bir materyal olarak görmekte direncini o kadar aşırılaştırır ki, sahiciliğin sorusu kaybolup gider ve bütün gösterimler sırf bedene yuvalanma gafletini gösterdi diye kapıya yönlendirilir: “Eskidin! Eskidin!” Oysa kavramlar seçilmişlikten konuşurken her zaman zorunluluktan da konuşur; ama kulağın teki zorunluluğa kapalıdır.
3
Her şey yavaşça erir, izlediğimiz, belki gayet verimsiz belki bir şey başarmış üretim erir, açmazları erir, geriye “Beden mi? Eski bir masal!” diyen faydasızca dalgacı o üslup kalır. Üretim karşımızı çıkmadan erimiştir zaten; çünkü “boş işler”le uğraştığı önceden bilinmektedir. Bir üretimin yanılgısı, anında tarihin hakim pozisyonlarıyla eşitlenir, bir üretimden zorla temalar, izlekler, eğilimler sökülür ve eleştirinin hedef tahtasına yerleştirir. Geriye genelde ya metafizik ya hermenetik olmakla suçlanıp darağacına çağrılan yaratıcı ve yapılan şeyi sevme gafletinde bulunmuş eleştirmen kalmıştır. Biri oluş mu dedi, çokluk mu dedi, diyalektiğin dışına kaçan bir yöntemin sularında mı, bir kadın kılığına sokularak ya kıtaya- o kıta her zaman Amerika’dır- ya o ayartıcı parçaya – o parça genelde Fransa’dır- gelin gönderilmek istenmektedir (Açın internet sözlüklerinde entelektüel çabanın kadınlaştırılma çabasındaki iğrenç cinsiyet saplantısına bakın.) Çünkü ve her şeyi kabalaştırmak pahasına, Amerika’nın ya da Fransa’nın kültürel gezegeni eğer ki otantik bir yerlemle çarpıştıysa orada bir travestinin boy göstermesi kaçınılmazdır ve artık çok iyi biliyoruz ki travestilerden nefret eder bu ülke. Mesela birinin arzusuyla nişanlanmasına, otobiyografisiyle kolayca delice diyebileceğimiz bir söyleşi tutturmasına anında rest çekilir ve dünyaya davet edilir, gözlerini açmaya, çevremizde olup bitene; şu ne olduğu o hınca hınç eleştirilerden bir türlü kestirilemeyen dünyaya bir satırlık denklem, bir parça kaza, bir miktar arıza, tamam öyle olsun, bir parça körlük, geri çekilme vermeniz yasaklanmıştır. Ciddiye almanın ve rahat bırakmanın fayları hep yanlış toprakta zonklar. Hep.
“Yaratımın programı”na, yaratımın illa ki bir program olduğuna öyle konsantre olunmuştur ki sabit eğilimler görmekten nefret ederken, küfretmek için sabit eğilimler dileyen bir eleştiriyle karşı karşıya buluruz kendimizi. Yaptığınız her şey bir sahicilik-ölçere tabi tutulur, sahicilik promilini gerçekleştiremediğiniz düşünülüyorsa vay halinize, oysa o ölçerin civasını yitirmiş olabileceği unutulmaktadır. Çünkü bütün üretim bir program sanılmaktadır; her şey meslekleşmiş, her şey kategoriler halinde sanatsal ekrana yerleştirilmiş, her şey layık görüldüğü pikselle kurumsal yaşantının görünürlüğündeki hiyerarşiye bırakılmıştır. Bir gelenek takip edilir ve sanat, her anında bir kurum görüntüsü sunmakla suçlanarak, ancak yüzü kızararak sahneye çıkabileceğine inandırılır; bir gelenek takip edilir ve Adorno’nun ip üzerinde durabilmeyi başarmış karanlık sesi yanlış bir kostüm olarak devralınır; bir gelenek takip edilir ve yaratımın tekil sesi şiddetle inkar edilir; sesler yükselmeye devam eder: Deha mı, eski bir yalan! Yazar mı, eski bir yalan! Çoğulluk mu dedin, kültürelist bir çöp kedisisin! Kültürelist kapanmalara birinin “Çoğulluk”un yeni bir ufkunu deneyerek karşı çıkması yasaklanmıştır; çünkü çoğulluk kavramlar hiyerarşisinde hep aynı bedenle hareket etmek zorundadır, yeni bir beden deneyemez ve yeterince günahkardır. “Melezlik” dediyseniz çok şanssızsınız, kapı zaten size hiç açılmayacaktır.
4
Tarihsel bir ayrıma giderek performansta durum böyleyken tiyatro için farklı mı diye sorabiliriz. Beckett’in ceplerine gizlice taş doldurulurken travestisi seçilmekte zorlanmaz, elimizin altında Sevim Burak beklemektedir, taşlar hazırlanır ve şu unutulur, şu unutulmak için adeta çırpınılır: Birinin hikaye anlatamayabileceği, hatta anlatmamaya zorunlu olabileceği, onun da ancak hikaye anlatamayarak beklenen sahici sıçrayışı gerçekleştirebildiği ve bunun her zaman bir eğilimler, tercihler, seçimler imparatorluğunun içinde gerçekleşmeyebileceği.
Sanatın her zaman bir program olarak değil, orada, özgün uzamda patlayan bir trafonun açtığı tanıdık olmayan ufuk yüzünden; denenmek, yürünmek istenen bir ufukla da gerçekleşebileceği unutulur. Özel devrelere yakınlaşmaktan korkan elektrik fobisi, Sevim Burak’ı anatomi masasına çağırır ve onu “oyun oynamak”la suçlar, dışarıda dünya beklerken, sahici olmamakla suçlar, yazınsal arenada bir kayma mı yaşandı, kaymayı yaşayan “deneysel” başlığı altında antolojilere şutlanacağı zamanı bekler; çünkü kurum görüntüsü ele yüze bulaşmıştır; “deneysel” denir ve üretimin sahiciliği sorusu zaten o anda geride bırakılmıştır; oysa retorik suçlanırken retoriğin çukurunda kıvranmak çok zor değil, her gün gerçekleşiyor. Hem bir kez Deneysel yerine Yazı denilse ya da Performans bir sanatsal şapka yerine üretimin genişleyen sahası olarak görülse, yani daha büyük bir adlandırmanın korkutucu ufkundan konuşulmaktan çekinilmese eleştiri, karnını buran faydasız besini tükürüp kendi zamanının içine doğru yola çıkabilir; kavramların kapısında sütanne ya da patron olarak beklemek bizi tarihin ve kültürün içinde taşlaşmış “yazılı dünya”ya kapattığında hareket imkansızlaştırılmıştır. Sahicilik talebinin kendi sahicilik sorununa çoktan düştüğü bir çukuru görmüyor olabiliriz.
5
Açık olalım, performans olarak adlandırdığımız çıkmadan daha görmeden nefret ediyoruz; en başta bir travesti olarak gördüğümüz için. Onunla karşılaştığımızda imalarıyla karşılaşmak için çabalıyoruz; belleğimizin bir kısmı farklı sözcükleri deneyerek Amerika’nın virütik imgesini çağırıyor.
O virütik imgenin içinde Beatniklerin müptelalığından iğrenişimizden, 68’in snoblar için bir festival bildirisine indirgenen kuşatılmışlığına kadar çok şey var.
İçinde aktör nefreti kadar, sinemada yükselen gerçekçiliği “İşte aranan kan!” diye alkışlamak da var.
Virütik imgenin kendisi bir travesti görünümünde düşünülüyor, biz de öyle düşünelim: İstanbul’un kültürel mancınıkları boğaza taşıyan köprüsel inadı kadar Ankara’nın korkunç sekterliği var içinde -çok kolay kılık değiştirebilirler.
Politik olmanın haber verisi taşımakla eşitlendiği bir yaratım iddiasını alıkoyarak, kendini gerçekleştirmek için sınırlarında gezinen her şeyi yozluk kuyusuna göndermek için bekleyen bir virüs-savar bu. Güncel akışın enformatik düzeni yerine olası bir akış biçimini yoklayan ve savunan üretimleri dövmekte gecikmiyor. Sanat, “haberdar etme”nin, “ifşa etme”nin, hikayeleri “yeniden haberleştirme”nin bayağı etkisizliğine indirgenirken, henüz beceriksiz, henüz kıvranan, henüz konuşamayan her şeye karşı eleştiri silahı kuşanılıyor. Argümanlarını sımsıkı tutan bir bellek bu; kim demiş hatırlamanın her zaman işe yarayacağını.
Talep şu: Bir cümle olamadıysan karşımıza çıkma! Önce cümle olmayı öğren! diyor. Oysa Facebook ve Twitter’da kayan cümle olabilmiş cümlelerin ritüeli aynı formatla sadece başka uzamlara taşınıyor, haberimiz yok: İşte kadınlardan, azınlıklardan, ölümlerden bahsederken Sevim Burak’ın o meşhur ve ne denmek istendiği belirsiz yaftalarıyla “anlatamayarak” ya da “mistifiye ederek” açtığı iklimin yarısını açmaya gücü olmayan politik eşinme, hıncının hedef tahtasına zorla taşıyor sanatı: Politik doğruculuğun cehennemi sanat eleştirisinin kalbinde çok korktuğumuz kılığı değiştirerek zaten atıyor.
Belleğimizin bir kısmı “raydan çıkmış” her şeyi seyir alışkanlığına bir kasıt, yoğun bir düşmanlık olarak algılıyor – çünkü erekliliğin damarıyla neredeyse türdeş bağlandı “sanat fikri”, çok acı. En basitinden özdeşlik denen hareketli bağlacı “ya da”nın kıstırıcı denklemine indirerek bir salgınmış ve her an yeniden bulaşabilirmiş gibi kolluyoruz; öyle ki çoğumuz özdeşlikten neden korktuğumuzu bile unuttuk.
Benzerlik kurma meraklısı bellek, seyirciye hakaret etmeyen şeyleri yararsız, edenleri kibirli bulurken, şeyler çoğu kez aradan çıkmış oluyor, bir bakmışız, şeylerden değil sadece eleştirel pozisyonlarımızın bekinişinden konuşuyoruz.
Bellek sanattan nefret etmek için örgütlenmiş; hatıraları ona fısıldıyor: Kathy Acker’ın iğrençlikle çizip geçtiğini, başka da bir şey yapmadığını fısıldıyor; Reza Abdoh’nun aidsli bedeninin ve kaotik imajlar serisinin iğrençlikle çizip geçtiğini, başka da bir şey yapmadığını fısıldıyor; Abromoviç’in bedenini zedeleyişinin bir kız çocuğu şımarıklığı, somut bulunuşuna bir hakaret, kendi tezine bir darbe olduğunu fısıldıyor, sanki bir tez peşindeymiş gibi.
Oysa bir “ortam”dan, bir “ifade hanesi”nden, bir “gösteri materyali”nden çok daha fazlasıydı onlar için beden; şokun, özdeşliğin, temsil bağırışlarının, arzu kuramlarının ve nice şeyin kavramsal havuzlarından çoktan sıyrılıp gittiklerinde, artık onlarla ilgilenmediklerinde, inatçılığımız o kadar kibirli ki nereye gittiklerini takip etmeye bile yanaşmıyoruz; bedenlerine sahip çıkmalarını talep edişe kadar ilerliyor vaka, “Niye yaralıyorsun! Yaralama!”, oysa onların bedeni eleştirel parmağın işaret ettiği yerde değil.
6
Ne sanat eleştiriyle ne eleştiri sanatla konuşmak istiyor; teorinin küçümsenişinde teorinin kendini günahları işaret eden ebedi parmak gibi görmesinin payı yok mu? Eleştirel parmak kendini söküp takmayı ve damar yollarını değiştirmeyi öğrenmedikçe performansı bedenle, bedeni devinimle, devinimi “fiziksel tiyatro” denen sorunlu adlandırmayla, bunların hepsini yüzyıl kavramlarının yüzey titreşimleriyle eşitlemeye ve onlardan korkmaya devam edecek. Bu devamlılık bize ne mi getiriyor? Performans teorisinin sorunlarından konuşmaya halimiz bile kalmıyor küçümsemekten. Teorinin de bir üretim, interaktif işleme yeteneğine sahip bir hareketlilik, bir jest çokluğu, kendi açmazlarına ve hatalarına basarak hızlanabilen bir yaratım olduğunu unutuyoruz. Sanata doğruları ve günahları göstermek için güdümlenen bu eleştiri, sessiz, o kadar sessiz ki en kötü gösterim ondan daha çok konuşabilme kabiliyetine sahip.
Kasıt kollayan öfkeli göze seslenelim: Alt metin yoktur, çok metin vardır; hadi biraz kulaç atalım, illa ki boğulacağız diye bir şey yok.
1 Yorum
Sezebildiğim bir yazı ve sezebildiğim kadarıyla çok önemli. Bu yazıyı yazabilen biri ile tartışabilecek bir donanımım ve dilim var mı? Bilmiyorum. Ama en azından çekildiğim köşede rahatsızlandığim ve dikildiğim kesin. Teşekkür ederim!